Wednesday, September 19, 2007

Hain Tosbağa


bir fotoğraf bir adamı bu kadar mı ifade eder? aynadaki görüntümün fotoğrafını çeksem ancak bu kadar olurdu... haşin, gaddar, kararlı, azimli, zeki, etkileyici, yakışıklı ve entllektüel bir tosbağa. ya da tosbaa veya aybike'nin deyişiyle tuspaka. her sanatçının peşinde olduğu büyülü bir imgelem gibi parlak, renkli, canlı, heyecanlı ve korku, alay, ironi, komedi çapraz çigilerinin birbirine değdiği o noktada konuşlanmış sapsade bir gerçeklik. tipe bak, sanki padişahın oğlu azam u azam... bende şu manyağın nesini bu kadar övüyorsam. kine bak, küfürde ediyordur şimdi bu nursuz. böyle sabırla tek tek yarım kilo maraş biberi atacaksın o koca ağzından içeri, cayır cayır yanacak. sanki politbüro şefi, babası iskandinavya fatihi, anası dürre hatun. Ağzını nasıl da açmış... Ateşsen cürmünüde söyle kerkenez. belini doğrultmaktan aciz bozkır serserisi. ter kokulu bağrı yanık. bir koyacaksın. töööbeee sabah sabah

Monday, September 17, 2007

DURAK

DURAK
KIRIK DÖKÜK ADAMLAR

Sidik kokan bir duvar dibinin serinliğinde güzel temiz elbiseleri ve dağınık kirli suratları ile insanlar içi sabah güneşi ile pişmiş bir demir yığınının yolunu gözlemekteydiler ki ne sevgililerinin yolunu gözlemişlerdi böylesine tanımsız titrek bir telaşla ne yaşamın ne annelerinin ne ekmeklerinin ne cennetlerinin ve ne de nefesi enselerinde koskoca bir hikmet haline gelmiş boşluğun

Önlerinde ufalana ufalana gezinen buruşuk gazete yumaklarında saklı şifrelerin koca anlamlarını umursamadan birbirlerinin yüreklerindeki yaraları gözlediler ve gürbüz bir tevazuuyla acıdılar birbirlerinin gönül salınışlarına doya doya

Birbirlerine baktılar bir parça aradılar kendilerinden başkalarının kendiliklerinden ne kadar nokta saçılmışsa üzerlerine umarsız suratlarla için için umursadılar Kendi elleriyle yoğurup kendi memeleri ile emzirdikleri bu gürültülü ve kemirgen debdebenin hücrelerinden biri olmaktan guru duydular Öyle bir kasılış vardı ki gözaltı torbalarındaki etlerde Sanki diyorlardı Biz olmasak ne yapacak bu aptal dünya

Hengâme başlarında kan yağdıran bir ala bulut olsa da onlar bunu yürekli bir gelişmişlik sayarlardı Oysa katranlı bir kaşıntıydı ciğerlerine çektikleri Cıvamsı bir çökeltiydi huzur sandıkları aldanış Ne gürültü gürültü gelirdi kulaklarına Ne karanlık kör edebilirdi kapanık gözlerini

Hepsi birden alüminyum tepsisine güvercinler üşüşmüş işçi emeklisi simitçinin güvercinlere ettiği küfürlere şaşırdılar hatta simitçiyi öldürebilmeyi pekte çok istedi bazıları Sanki elli kollu kafalı birer serseriydi güvencinler yakalarından tutulup kenara köşeye fırlatılacak

İçlerinden bir çocuk Keşke babaannemin anlattığı o cinlerden biri olsam da çarpsam şu terbiyesiz adamı ağzı sağa dönse gözleri aşağı Bir yankesici ekmek parası adam ne yapsın stres işte dedi Dişleri kırık bir motor ustası olmaz olsun böyle memleket ki ne adamı adam ne trafiği trafik olsak şimdi Danimarka da ohooooo çoktan başlamıştı mesai Ellerini ovuşturan bir kocakarı offf diye mırıldandı Ne belaymış şu basur ne gribe benzer ne diş çektirmeye ne diker ne oturtur ne yatırır adamı lahza kırpamadım gözlerimi koskoca gece amaannnn olsa şuracıkta kuş tüyünden bir yatak sarınıp yorganlara akşamlara kadar mışıl mışıl uyusak

Balık dudaklı lapa sakallı garip bir adam bozuk bir motor sesi çıkardı ağzı ile burnunun gerisindeki derinlikten Ardından bonfile kılıklı diliyle bir avuç yeşil balgam savurdu antika yağmur mazgalının paslı kalın demirlerine Balgam bir zafer anıtı gibi olduğu yere vakarlı bir duruş ile çakıldı

Yakışır mı benim gibi yiğide elinde alüminyum tepsi çaycılık Ahh yavrularım olmasa katlanır mıyım ya da cesur olsam onun bunun haracını kesecek kadar Şimdi git sabahın köründe o kahpe yere temizle izmarit tablalarını çaylarını demle suratları kılıklı betonları bin özenle sil üstüne üstlük birde bey de şu kılıksız pezevenklere Derken bacaklarının titreyişi bıyık tellerini sarsıyordu otuzluk delikanlının

Offf şöyle nar gibi kızarmış üç beş tane poğaça olacak alacaksın birini ellerine ellerini yakacak Açacaksın birinin arasını buğusu gözlerine dolacak Arasında taze kaşar peyniri sonra kapayacaksın tekrar poğaça minicik bir tost olacak kaşar hamurun arasından yağlı yapış ellerine akacak Bir ısıracaksın dilin tam lezzete kanmışken bir yudum bol şekerli demli çay alacaksın Ohhh çay akıyorken yemek borundan midene doğru ağır ağır yağlı parmakların yeşil zeytin kâsesine uzanacak Biber dolgulu zeytinleri tıkınacaksın Sonra bir başka poğaçayı açacaksın buğusu gözlerine dolacak dolacak dolacak uffff aman bu gidişle bu yürek bu hayale dayanamayacak Hele şu zıkkım otobüs gelsin de varayım ofise Kuru bir hayalin boynu bükük unsurları olarak bırakmayacağım canım poğaçayı zeytinleri kaşarı çayı

Yav çocuğa çok fena bağırdım akşam yüreğim kanadı Ama ne yapacak bacak kadar çocuk bilgisayarı ama yok yok yinede öyle bağırmasaydım keşke Bacak kadar çocukluğu yapan ben oldum Bilgisayar alınır parası bir şey değil olsa ne olacak bir tanecik evladımız ama Alınca oynayacak o garip oyunları ki o oyunlar ömre bedel Silah kullanacak adam vuracak bombalar roketler atacak sağa sola Daha çocuk bu be alınır bilgisayar alınması bir şey değil ama neden devlet yasaklamaz o acayip oyunları Bacak kadar çocuk işte Herhalde yabancılar bu oyunları yapıp bize gönderiyor ki akılsız beyinsiz cani olsun neslimiz ama olsun Ben ona çikolata şeker alır aksama gönlünü tazelerim Evladım o benim fazla dargın kalmaz babasına Hem yaz gelsin alır hepsini köye götürürüm hem böylece unuturlar bilgisayarı Elmaya armuda kayısıya dalarlar ata eşeğe de bindiririm onları

Ben en iyisi biyoloji yazayım tercihime Anam babam surat yapacak ama ben mühendis olmak zorunda mıyım Hem onlarında iş garantisi yok Dahası koca fakültede doğru düzgün kız da yokmuş olanlarda yedi çocuk anası kocakarı gibi Ben biyoloji yazayım biyoloji sınıfları cıvır cıvır tıfıl tıfıl kızlardan geçilmiyormuş ama önce Matematikten daha bol net çıkarmam lazım biraz birde Türkçeye yoğunlaşmalıyım aman nerede kaldı bu otobüs yahu sınava geç kalacağım

Yahu o ne acayip belgeseldi öyle Keşke izlemeseydim Karılı kızlı milletin sabah akşam birbirine verdiği dizileri filmleri izlemeyelim çoluk çocuk namussuzlaşmasın diyoruz belgesel izliyoruz beynimiz midemiz karman çorman oluyor Amaaan on metrelik yılan mı olurmuş yahu Nasılda yutuyordu koca koca mandaları Şerefsiz bazen insanda yutmuş Brezilyaydı ora evet evet Amazink Ormanı ki bizim Rizedekilerden de engin Yok mu bu Brezilyanın askeri polisi alsınlar birer tüfek vursunlar bu adi şerefsiz hayvanları Allaha şükür ki atamız anamız çıkmışta buraya gelmiş Brezilyalara gitselerdi belki bizde o kocaman paton yılanlarına yem olacaktık Allah muhafaza Allah sevdiklerimizden uzak etsin

Boz renkli bir güvercin zayıf bir gölgenin renksiz sönüklüğüyle belirdi üzerinde insanların seslerin bakışların egzoz dumanlarının dileklerin ve kurtuluş isteklerinin kaynaştığı kaldırım kenarında Önünde beliren kırık bir leblebi tanesini telaşlı telaşlı yuttu O insanları yadırgadı insanlar onu Bir buğday tanesi bir parça ekmek karın doyuracak bir ruhsuz serzeniş çıkardı belki buruşuk gazete kağıtlarının arasından Çıkmadı Bıktı Amaaaaan der gibi sağa sola çevirdi başını Havalandı

Kan kaybından ölmekte olan bir hayvan gibi şuursuz titriyordu elleri ayakları Az değil tam dört kiloluk bir ağırlık vardı gövdesinin etrafında Hele kafasının içindekiler Dört kilo kanarya tüyü sayılırdı beyin kıvrımlarından taşmış sınırsız kine göre
Kazanacağız
Evet evet kazanacağız
Sarı mavi kırmızı beyaz baharlar saçılacak üzerimize
Bir cennetimiz olacak dağlı ovalı nehirli güllü
Bin cinnetten ayrılacak toplumumun çocuksu ruhu
Güneş bir başka ışıtacak topraklarımızı
Altın altın parlayacak simalarda gülüşler
Biz biz olacağız
Ve bu biz ben e muhtaç şimdi
Benim bedenime benim bağlılığıma
Ben tarihte bir sayfayı ışıtacağım
Etrafımdakiler
Varsın alıklıklarının kurbanı olsunlar

Eli deliğine sokulan bir fare gibi sadelikle ceketinin iç cebine girdi Böylesine serin bir havada böylesine şiddetle son terleyişiydi ve az sonra bir daha şimdiki gibi asla titremeyecekti Son bir kez çevirip baktı saçları yağlı kafasını az sonra umutlarının ayağına kaya bağlayıp denize salacağı insanlara Başı bağlı kocakarılar Kara yağız işçiler elleri kitaplı öğrenciler Allı güllü makyajlı güzelim kızlar İçi burkuldu Acımamalıyım dedi davam için Gövdesinde parmakları ağır ağır kımıldadı Sonra alevden bir bulut geçti kafasına göklerden Acı acıdı

Gümmmmmmmmmmmmmmmm
Ahhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhh
Şangır Şungur Şangır Şungur

Ateş bulutu Tozdan bir yığıntıya dönüştü şimdi

Kıpkızıl kan buharlaşmış Hayaller ve korkup kaçmış bir rüzgâr ortasında alaca bulaca bir figan girdabı sivrilirken kırılıp dökülen birkaç tane dünyaydı alt tarafı Gözyaşları bu dünyanın denizleriydi Et kemik Kan ve organlarda yapayalnız ve ıssız karalar

01 06 2007 Cuma

sokakfilozofu1@hotmail.com

YARIM YAMALAK PSİKANALİZ

Yarım yamalak Pisikanaliz

KKÜ Tarih bölümüne
Geçmiştekilere
Ve
Geleceklere


Aydınlık bile kendinin farkında değil… Bir sır bulması amacıyla kırpıştırıp durduğumuz gözlerimizin önüne koyu renkli ilhamlar mı saçsa, tüm sırlarlarını ışıktan tepsilerde önümüze sunup bulutların, ağaçların, yolların ve hengâmenin gizem sandığımız yetersizliklerini önümüze mi saçsa bilmiyor. Sadece aydınlık mı? Rüzgâr kararsız, önümde duran kahve fincanı, sabah kokusu ve renkler… Psikopat ama ağır kalemli yazarların düş ülkelerinden kaçmış poposu yanık birer sevda gibi aptal aptal kendilerine bir yer aramaya çalışıyorlar. Ben benekli ipek kravatımı gevşetiyorum. Kendi hayat hikâyesini herkesten çok merak eden okumuş bir züppe olabilir alt tarafı bu oyundaki rolüm? Hem ben çağdaş bir insanım, rollere alışkınım. En çokta tüm alıklığına rağmen sorgulayan, tüm açgözlülüğüne rağmen doygun, yozluğuna karşın yüce, cehaleti karşısında bilge rollerine… Örneğin “Kahverengi adlı renge kahve icat edilmeden önce ne demekteydiler acaba?” Geçenlerde duydum birde vişneçürüğü adlı renk varmış. Bir renge isim vermek için zavallı bir meyvenin çürümesini beklemişler! Hanımefendi, sizce Fatih Sultan Mehmet neden patates yemezdi?” Ne kadar ilginç diye şaşırmayacağım çünkü biraz geçte olsa insan için ilginç bir şey olamayacağının farkına vardım. İsteyelim ya da istemeyelim yüreğimizin ve beynimizin gök enginliğindeki boşluklarında maymun, tosbağa, gergedan ve sinek sürüleri besliyoruz.
Şimdi aklımın hatıra yollarının üzerinden yerli yersiz, tekerleri çatlak kağnılar gibi gibi ağır aksak geçen bu hezeyanlar herhangi bir insan tarafından kanıyla, canıyla, sesiyle, soluğuyla yaşanmış değil de, usta bir yazarın geniş hayal gücü ve büyülü anlatım usulleriyle çeşitli öykülermişçesine kâğıtlara dökülseydi acaba insanlar bu hezeyanlar hakkında neler düşünecekti? Bilindiği gibi birçok insan ellerine geçen her fırsatta hayatlarının birer roman olduğunu ifade eder durur. Emin olun eğer birkaç basit roman okusalar bunu bir daha iddia etmezler. Ama insanlar yaşamlarının basitliğini ve boşu boşunalığını ve gereksiz bile denmeyecek ayrıntıların peşinde çürütülmüş yılların hayıfını bir şekilde birkaç teşbihle örtmek zorundadırlar. Bu bir tutkudan ziyade her şeyiyle müspet bir ihtiyaç… Bu yüzden ben yazsam hayatım roman olur demeyeceğim. Hiçbir şey demeyeceğim, sadece bir şeyler söyleyeceğim ki buda birilerinin boş vakitlerini öldürme amacından ziyade olacak. Teşbihte hata olmaz, hani insan bir şeyler yer ve vücut yediklerimiz içindeki gereksiz ve hatta zararlı unsurları ayrıştırır ve atar. Bu atış esnasında burnumuza gelen pis koku ve attığımız bulamacın yapışkan, tipsiz, kirli ve tiksinç varlığı bizi rahatsız eder ama bu çok kısa sürelidir. Atar ve kurtuluruz. Herhalde ruhta aynı şeye ihtiyaç duyuyor. Oda bilincimize yedirdiğimiz hayat hikâyemizin içindeki gereksiz ve hatta zararlı unsurları çıkarıp atma gereksinimi duyuyor. Bu unsurları dışarı çıkarırken adını anmak istemediğim o bulamacı çıkarırken yaşadığımız sıkıntılara benzer sıkıntılar yaşıyoruz. Sadece bu sıkıntı iğreniş ve bulanmayla sınırlı kalmıyor. Bu seferki sıkıntı daha içsel, daha alegorik, saha stresli ve daha acı oluyor. Çünkü tamamıyla insana ait ve vebaya maruz bir kentin çaresizliği gibi acıttıkça acıtıyor. Biliriz ki itiraflar ister kendi kendine, ister karşınızdaki başkalarına olsun, kendi yaşam öyküsünden memnun olmayan bir insan için en kırçıllı yaralanışlardandır. Şimdi beni dinlerken kafası fazla çalışmayanların bu adam düşünecek başka bir şey bulamıyor mu diyeceğinden de eminim. Kafasının fazla çalıştığına inanan gizli depresiflerse “ vay be adam gerçekten derin adammış” diyebilirler. Kendilerinden başka kimsenin kafasının çalışmadığına inananlarsa muhtemelen “ben beyinsiz miyim ki bunları okuyorum” diye düşünecektir. Bende bu heyezanları sanki iddialı bir öykünün parçalarıymışçasına anlatırken de “vay be, işte kafam gıpta edilecek kadar” çok çalışıyor diye göğerirde göğeririm. Etrafımızda dolaşıp duran cinler ve meleklerde “bu insanlar her şeyi bir akıl meselesi yapacak kadar saf mı?” diye şaşırır dururlar. Alt tarafı bir yumak hezeyan işte yahu… Al tarafı çürük bir haleti ruhiyenin saçmaları ve ne sadece bana ve ne sadece benim yaşantıma ait, belki de tek büyüleyiciliği buradan yükseliyor, tüm gizemi kapsayıcılığında.
Hezeyana dair bir tanım yapmam gerekirse, ağır ağır deliriş, güzellikler karşısında bunayış, çirkinlikler karşısında saplantı ve felaketleri unutamama durumu diyebilirim. Bu sadece benim zayıflığımın tarifi olamaz. Ben ve hezeyanlarım belki de bir yok oluşu ortak bünyemizde heterojen olarak ile paylaşıyoruz.

Aslında yalnızlık insan için pek hayırlı bir durum değildir ve bunun böyle olduğunu ifade eden bir sürü bilge vardır. İnsanın aklına en kötü şeyler yalnızken geliyor. Herhalde insan için en tehlikeli yoldaş kendi benliği ve bu yüzden kendi benliği kadar başa bela olmayacak diğer insanlarla kaynaşması ve bu kaynaşmışlığı hayatının vazgeçilmezlerinden biri haline getirmesi kendisi için hayırlı bir tercih oluyor. Mesela ben yalnız kalınca hemen gözlerime dikenli bir ağırlık çöküyor. Böylece benliğimin sırtından indiremediği yükler benim kollarıma doğru hevesle sıçrıyor.

İki göz kapağım birbirine değer değmez önce flu bir bahar canlanıyor önümdeki zavallı enginlikte. Kıyasıya bir karanlık değil, sanki insanın gözlerinin önüne koyu gri bir mukavva yerleştiriyorlar. Sonra bu flu baharın önünde buğulu bir manzara canlanıyor. (Galiba dulluğumun başıma vurduğu bir zaman diliminin içindeyim) gözlerimin önüne, üniversite yıllarımın kara çıbanları olan ve bir çuval sebepten dolayı bırakın bedenlerini, beyaz dişlerindeki parıltılara bile asla sahip olmadığım o güzelim kızlar, bir kanatları kopuk kelebekler gibi yalpa yalpa uçuşuyor önümdeki zavallı enginliğin pusunda. Kabarık saçlarının sarı, kumral, siyah bukleleri parlak gerdanlarının etrafını pahalı madenlerden demir parmaklıklar gibi sararken, ben uzak bir köşede acı demli bir çayı yutkunup, kuru bir tostu kemiriyorum. Onlar boyları bir seksenden fazla, babayiğit sevgililerine damaklarının canlılığını, dişlerinin berraklığını hediye ediyor. Benim yüreğime iç cebimdeki ucu sivri kalemler batıyor. Her gülüşlerinde göğüsleri, taze muhallebi öbekleri gibi ince ince, dolgun dolgun, titriyor. Utanıyorum, sanki o kızların babaları ağabeyleri gibi… Düşünüyorum “Acaba bunlar sevgilileriyle orda burada öpüşüyor mudur?” diye. Ne zaman ellerimi uzatsam herhangi birine, buharlaşıyorlar. Yalnızlığın kanatışı akla acayip acayip şeyler getirirdi o zamanlar şimdi ki gibi! Keşke görünmez olsam da onlara daha yakınlarına ulaşabilsem, hatta yaralasam gülüşlerinin parlaklık ve canlılıklarını hediye ettikleri bu babayiğit kalasları. Acaba geceleri birbirlerinin evlerinde kalıyorlar mı? Bana ne! Gözlerimi açıyorum. Kısa sürede nasıl büyük bir bağımlılık yapıyor ki bu acayip seyri suluk gözlerimdeki fluluğun ardındaki basit manzaradan korkuyorum. İtirafta etmeliyim, aslımda korkmam gereken o fluluğun ardındaki bahar ama dayanamıyorum. Geçmiş eğer sadece zaman olarak geçip, içindekileri kor kor yanan demir kazıklar gibi hafsalanın kıyısına köşesine çakıyorsa, o zaman o geçmişten ziyade, çat kapı, hasetçi bir karabasana dönüyor. Hem insan gibi acı tiryakisi bir yaratığın eski defterlerdeki acı tozları yutmaktan daha aykırı bir hazzı olabilir mi? Olamaz. Bu yüzden bu fluluğa tekrar gömülüyorum. Havası yarı yarıya inik bir top, ellerimizde ekmek arası peynir, tereyağı… Ankara sıcağı, ağıt yakan kadınlar gibi sağa sola yatıp kalkan kavaklar, eli bastonlu, kafası takkeli ihtiyarlar –ki bir gün onlara dönüşeceğimizi umursamadan onlara kaplumbağalar derdik. İki namaz araları daima cami ile evleri arasındaki yolda geçerdi- hamile kediler, uyuz köpekler ve çöp arabalarından mürekkep bir manzara. Recep ilkokul öğretmeninin sıska oğlu… O topu bana tekmeliyor, ben topu ona tekmeliyorum. Gayesiz ama eğlenceli bir oyun. Sanki dünyayı ikiye bölüp yarısını Recep’e, yarısını bana vermişler. Neyse, top bacağımın beceriksiz vuruşlarından birine denk geliyor. Selde sürüklenen bir tahta parçası gibi aceleyle Pazarcı Selahattin’in kamyonetinin altına giriyor. Recep çelimsiz bacaklarıyla kamyonete koşuyor. Soldan giriyor topa yetişemiyor. Sağdan dalıyor, topa sıkıştığı yerden bir yumruk atıyor. Top özgür… Tam o sırada Pazarcı Selahattin ağzında sigara kahveden acele ile çıkıyor. Ağzında koyu beyaz dumanlarla, analı avratlı, oralı buralı küfürler… Kumarda kaybetmiş olmalı. Hiçbir şey demeden çevikçe kamyonete atlıyor. Hala Recep kamyonetin altında çıkmaya çalışıyor. Selahattin kontağı çeviriyor. “Abi çalıştırma diyorum” yüzüme bir timsaha bakar gibi bakıyor. “Ne var lan”. Abi arkadaş kamyonetin altında”. “Ne diyorsun lan eşşeoleeşşeğen oğlu”. Selahattin ne demeye çalıştığımı anlamak bile istemiyor. Vitese takıp gaza basıyor. Tam o anda Recebin küçük kara gözleri vadesi dolmuş bir volkanın ağzı gibi büyüyor, ağzında uçsuz bir kara deliğe gömülen soyut bir çığlık. Lastiklerin altına denk gelen yumuşak tümsek Selahattin’e hatasını anlatıyor. Kamyonetten iniyor, sonrasında ayağı henüz kopmuş bir güvercin gibi çığlık çığlığa çırpınıyor. Ben donduğumu hissediyorum, sadece ellerimi hızla gözlerime yapıştırabiliyorum. Ağlayamıyorum bile. Yedi yaşında bir çocuk nasıl bu kadar şaşırabilir? Tüm mahalle Recep’in, Selahattin’in ve kamyonetin başına toplanıyor. Gözlerimi açıyorum. Kimlerin nerede nasıl ürettiğini bilmediğim ama sanki ömür boyu benim olacaklarmış gibi sahiplendiğim onlarca biçimsiz eşya ile dolu bu çatlak çevrede şimdiye ve kendi her şeye kayıtlı farkıma varıyorum. Anılara dalmak insanı acıktırıyor. Bir pespaye açlık çörekleniyor midemden yüreğime, oradan beynime… Şöyle kol kadar bir dürüm, acılı Adana kebap olacak. Yanında manda yoğurdu, şalgam suyu, sumaklı soğan salatası, minik minik Arnavut biberleri… Bir timsah iştahıyla saldırılmalı, önce koca bir ısırık dürümden, etin yağı ve biberin lezzeti dilde yayılırken, Arnavut biberleri atılmalı üstüne, acının acısı ve ekşinin ekşisi… Sonra acılı şalgam kavurmalı dili ve tam feryadın yükseleceği sırada bir kaşık yoğurt. Yapayalnız olunmalı ki kabalığım, açgözlülüğüm, lezzete kanma telaşım yadırganmamalı. Dudaklarımdan çeneme akan kızıl renkli yağlar tiksindirmemeli kimseyi… Her insan bir hazzı paylaşmaya layık değildir ki! Her insana açarsak gizemlerimizi duygularımızın ve aykırılıklarımızın ne anlamı kalır… Zaten duygu kutularına köy çeşmesi muamelesi yapan zavallıların ve her yüzlerine gülümseyeni beyaz atlıları sananların ayrılmazı değil midir bunaltı… Evet her insan hazlarımızı paylaşmaya layık değildir. Bu düsturu kendime öğrettim, her yerde söyledim, her yerde geçerliliğini anladım ama ahh annemle babam! Onlara bir türlü anlatamadım. Onlar anlamamakta diretti ben gözlerimi kapadım. İşe başlayalı bir yıl bile olmamıştı. Elim ekmek tuttu diye annemde hayatımda gördüğüm en karıncalı telaş başlamıştı. “Paranı çar çur etme beyaz eşya al… Paranı çar çur etme mobilyalarını al… Oraya buraya takılıpta maaşını zelil etme, evlendireceğim seni”. “Kiminle anne”. “Handan Hanım’ın kızı Zeliha’yla”. “Ama anne”. “Oğlum sus, kız öğretmen, sen banka memuru geçinir gidersiniz, ileride çocuğunuz olursa da ben bakarım”. “Ama anne”. “Uzatamasana oğlum, Öyle gidip de gönlünü onun bunun gün görmemiş açlarına kaptırma, analık hakkımı helal etmem cehennemde cayır cayır yanarsın wallaha”.
Zeliha ile aynı mahallenin çocuğuyduk. Annesi annemle iyi anlaşırdı. Gün geldi büyüdük, ben iktisat okudum, o öğretmenlik. Ben mahallenin ana kuzusu, pısırık delikanlısıydım, o mahallenin motoru. İlk başlarda bir kıza neden “motor” derler anlamadım. Aklıma acayip şeyler geldi ama alt tarafı bir lakap deyip geçiştirdim. Samimi arkadaşlarım olsa mahallemde sorardım “bu kıza neden motor diyorsunuz?” diye ama bu garip soru için gerçekten imkanım olmadı. Hem Fevzi’ye “Dana Fevzi”, Engin’e “Yalayıcı” diyorlardı, Savaş’a ise “Hortum”.
Bir gün cesaretimi topladım, karşısındaki aç aslanların vahşiliğine rağmen hayatta kalmak zorunda olan bir gladyatör gibi çıktım annemin karşısına. Daha ilk cümlemi kurmadan çolak bir çelimsize yenilmiş bin namlı bir pehlivan gibi ezik ezik titremeye başladım. “Anne ne olur kızma ama ben Zeliha ile değil, Bekçi Haydar Bey’in kızı Güllü ile evlenmek istiyorum”. Karşısına şeytan çıksa bu kadar dellenemezdi annem. “Nereden bey olmuş o boyunsuz aç!”. İlk cümlesi buydu ama işi biliyordu annem. Devletin uyduruk televizyon kanallarından halka seslenen uyanık bir merkez sağcı başbakan gibi sözlerine çok dikkat etmesi gerektiğinin farkına vardı. Cennete düşmüş gibi ferahladı, gevşedi. Nasıl bu kadar huyu, türlü türlü duyguyu, bin bir türlü suratı barındırıyordu yüzünün gerisinde. Kucakladı beni bağrına bastı. Sesi kadife bir yastık gibi yumuşak ve güven vericiydi. Sanki dünyadaki en görmüş geçirmiş insandı. “Oğlum Bekçi Haydar dediğin kim? Dört gün sonra emekli olsa senin eline bakakalacak. Kızı Güllü desen… Ne boyu var, ne posu var… Manda götü, yarım dünya! Neyle besleyeceksin, nasıl doyuracaksın. O kız memeleriyle boğar seni. Hem sekreterlik yapar oğlum o kız, kim bilir kaç kucağa oturmuştur (bu deyimin anlamını biliyordum) şimdiye kadar. Anlaştım ben Handan Hanım’la, habersizce sözledik sizi. Sözümden çıkma oğlum, yoksa mahşer gününde yapışırım yakana”. Ya doğruysa, ya Güllü onun bunun kucağına oturduysa? Bir şüphenin etrafımı sardığı uğursuzlukla evliliğe koyuldum. Mağazalar, senetler, kira kontratları, düğün salonu pazarlıkları, babamın kasılan göğsü, pastaneler, düğün davetiyesi, anamın tatminsizliğinin dimdik timsali kalın kaşları… Sonra Zeliha! Bir gün muhabbetle bakmadı suratıma. Düğünümüzde bile gözleri mahallenin jöleli saçlı, geniş omuzlu, kalın kollu delikanlılarındaydı. Bir imza ile koskoca bir kara deliğin kenarına çürük bir sakız gibi yapıştı buruşuk ruhum. Güllü’yü mahallenin en gerzek adamı Bakkal Muharrem’e verdiler. Herkes mutlu, ailem gururlu, Zeliha mutmain, ben ise maskaralığından utanan bir maymundum. Fazla değil, on ay geçmemişti ki motorun ne demek olduğunu acı bir şekilde anladım. İshal olduğu için izin alıp eve gelen ben, gereksiz kâğıtlar gibi buruşturulup yere atılmış elbiseler, yatak odam, pişkin Zeliha, kıl yumağı iri yarı, şaşkın bir adam (sonradan öğrendim, edebiyat öğretmeniymiş)… Bir felaket kompozisyonu için gayet yeterli malzeme! Eve gittim, olanları anneme anlattım. Bu sefer hayatını tavla zarından değersiz gören bir devrimci maskesi takmıştı. “Yanıldım oğlum ama yılmayacağım, sana daha helal süt emmişini bulacağım. Haaa unutmadan, boşanma davasından önce konuşmayı unutma, koltuk takımı ile beyaz eşyaları sakın kaptırma, hepsini en son modelinden almıştık!” Sapsarı dişli, ıslak ve uyanık sıçanlardan başka bir şey değildi etrafımdaki ateş çemberini oluşturan insanlar. Dilimin tüm gücüyle tükürdüm annemin suratına. Suratına bir şişe kezzap atsaydım ancak bu kadar şaşırırdı. Yaşamındaki en büyük şoku yedi, afalladı. Ama kendisini Firavun’un ikiz kardeşi sanan her insan gibi şokundan arınıp saldırıya geçmesi zaman bile almadı. “Püüüüüüüüüü it oğlu it, bir karıya hâkim olamadıysan suç bende mi? Tükürürsün yüzüme ha, emzirdiğim süt sana haram olsun, südüklüğüne taş dursun da şıp şıp şıp işeyeme, emzirdiğim sütü zehir gibi kus”. Afallama sırası bendeydi şimdi. Bir kadın saldırma konusunda bu kadar mı cüretkâr olurdu Allah’ım..
Ayağımdaki pamuklu terliklerle koştum bakkala doğru, asfalt tabanlarımı acıttı, parmaklarım çakıllarla bedenim arasında ezilecek gibi oldu birkaç kez. Tüm mahalle şaşkınlığımı izliyordu. Bakkal Muharrem bakışlarımdan korkmuş olacak ki işaret ettiğim şişeleri uzatırken elleri titriyordu. Muharrem’in sağındaki boşlukta tahta bir taburede oturan karnı burnunda Güllü ise ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Anlamayacak ne vardı ki bunda, ölesiye sinirli bir adam yaklaşık bir düzine süt alıyordu işte. Elimde iki torba dolusu şişe, ne kifayetsiz şangırtılara aldırdım, ne de korka korka, çekine çekine, üzerime dikilmiş gözlere. Eve vardığımda annem deli gibi dövünüyordu, bense tabanımın içinde ceviz büyüklüğünde şişlikler hissediyordum. Annemin dövünüşlerine aldırmadan iki torbayı masanın üzerine bıraktım. Sonra terliklerimi çıkardım ve yerine ayakkabılarımı giyinirken tabanlarımdaki şişlikler yüzünden biraz zorlandım. Adımlarımı beni özleyecek bir dost gibi sıcaklıkla karşılayan sokak, kendi yaşamıma çekeceğim eğri bir çizgi gibi sade ve yalnızdı. Üzerine çıktım. Hüznüm, kaybetmişliğim ve yıkıklığım birleşerek her yanı yeni işlenmiş elmaslar gibi parlayan bir silgiydi şimdi. Bu çürük geçmişe dair ne varsa kafamın içinde, onları hatırımda tutarak her içerleyişimde kara kara kanayamazdım. Keşke dedim birçok kez bunların hepsi, puslu, buğulu, saçma bir rüyanın kifayetsiz parçaları olsa. Kendisi yüzünden cehennemde cayır cayır yanacağım(!) annem bile… Ama değildi, her göz kapayışımda kaşınan bir grilik çıktı karşıma. Sonra çaresiz, gözlerimi açtım.


Şu anda müdürü olduğum muhasebe ve finansal danışmanlık şirketi şehrin en güzel yerlerinden birine konuşlanmıştır. Bir şehrin en güzel yerinin kriterleri nedir bilmem ama herhalde kendinizi huzurlu hissetmeniz oranın en güzelliğine dair herhangi bir kanıttır. Belki burada geçmişime dair birçok yaranın gerisinde kaldığım için kendimi huzurlu hissediyorum ya da buranın, karşılarında kendimi utanıyor hissettiğim insan yığınlarına karşı saklayıcı, kabuğumsu, duvarımsı bir havası var. Belki de adını ve niteliğini bilmediğim başka bir sebep! Bilmiyorum işte, burayı seviyorum.
Pencereden bakınca gözüme çarpan ilk kayda değer şey karşı binadaki reklam ajansının içinde sevinçle çalışan kızlı erkekli grup olur. En yaşlısı otuz yaşında bile değildir. Ellerinden çay kahve düşmez ve bilgisayar masasından kalkmazlar. Her beş dakikada bir birbirlerine laf atar, deliler gibi gülüşürler. Birbirlerine attıkları lafları duyup sevinçlerine ortak olmak isterim ama maalesef! Gözleri ara sıra cam kenarında sigara içen bana takılır. Kafamdaki parlaklığa çarpan güneşin ışığı onları o kadar güldürür ki? Boğazlarından dudaklarına doğru koşuşan mutluluğu gördükçe kelliğime şükrederim. Sonra reklam ajansının bulunduğu binanın solunda kışın duygusal bir griliğin, yazın ise çoluk çocuk cıvıltısının eksik olmadığı bir park vardır. Parkın önünde üzerinden gemi eksik olmayan boğaz ve onun temiz havası… Eskiden bazı zamanlar öğlen yemeklerinde –eğer fazla aç değilsem- tıka basa dolu lokantalar yerine bu parkı tercih ederdim. Ekmek arası ufak bir şey ya da ne bileyim bir iki poğaça, bir şişe süt veya bir şişe ayran. Özellikle simit, çay, beyaz peynir, bahar ışıltısı, çocuk cıvıltısı ve deniz kokusu birleşince insan öyle farklı bir iklimin içine giriyor ki anlatamam.
Ekmek arası döneri eskiden çok severdim ama şimdi yavaş yavaş yaşlandığımdan olacak bedenim hayvansal yağları pek kaldırmıyor. Midem ağrıyor, sanki içerisi bir tutam pencere macunuyla kaplanıyor, ağırlaşıyorum. Ara sıra acı tutkum yüzünden kendime çiğ köfte izni versem de oda ayda bir kereyi geçmiyor. Bazı öğlenleri tekrar elime ufak tefek bir şeyler alıp deniz kıyısındaki bu parka gitmek istiyorum. Hem şu güzelim yaz günü, kayısının, kirazın şeftalinin en şekerli olduğu zaman… Cesaret edemiyorum. Hatta bazen o tarafa doğru kafamı çevirmek dahi bana bir hafif ölüm gibi geliyor, üç beş saniyeden fazla dalamıyorum o tarafa. Altıncı yedinci saniyede gözlerim kapanıyor. Alışkanlığından bıktığım fluluğun ardından bana en yakın bankta, bir adam, bir kadın ve bir çocuk bir bankın üzerinde oturuyor. Elimde ufak bir poşette altı yedi tane tupturuncu kayısı… O kadar lezzetli ki ağzımdaki hoşluğu dilimden tüm bedenime yayılıyor. Denizi izliyorum, gülümsüyorum. Simitçiler, pamuk şekerciler, çiçekçi çingene kadınlar, ayakkabı boyacıları, sevgililer, torunlarının elleri ellerinde gülümseyen nineler, dedeler, rahatlıktan ve oburluktan her yerleri yağ bağlamış ama her şeye rağmen taze, canlı ve çekici zengin hanımlar, körpe bir rüzgâr… Bir park bu kadar park olur ve bir insan ömründe kaç kere bu kadar taze bir ferahlık hisseder… Dememe kalmıyor. Yakınımdaki bankta oturan adam zalim bir komutan tarafından kendisine bir emir verimişçesine ayağa fırlıyor. İri gövdesinin tüm heybetiyle az önce yanında oturduğu kadının başına dikiliyor. Her yeri titrek… Ahhhhhhhhhhhhhh diyerek derin bir çığlık atıyor. Yüreğinden vurulmuş bir ayı gibi yere yığılmak için sadece bir cılız sendeleyişe ihtiyacı var… Ama sendelemiyor. İri kollarının tüm gücüyle kadına bir tokat atıyor. Daha beş yaşında bile olmayan çocuk belki de yaşamında ilk kez karşılaştığı bu vahşetin şokuyla ayağa kalkıp gözyaşlarıyla, çığlık çığlığa çırpınıyor. Kadın yediği sert tokada rağmen adliye saraylarının önündeki eli terazili kadın heykelleri gibi vakur ve dik… Adam kadına aynı şiddetle bir tokat daha atıyor. Kadının ağız kenarından birkaç damla kan taşıyor. Adam gözyaşlarıyla çırpınan kızcağıza dönüp bağırıyor… “Kızıııım annen beni aldatmış, beni aldatmış”… El kadar kız ihanetin ne olduğunu bilmeyecek kadar temiz ve tecrübesiz. O sadece ağlamayı, gülmeyi ve hayal kurmayı bilir. Ama anne babası başka şeyler biliyor! Tüm gözler üzerlerinde, parktaki hafif esinti ve başı gökte çınarlar dahi salınışlarını bırakıp bu manzaranın doğurduğu merakla put kesiliyor. Kadın sanki hiçbir şey olmamışçasına “Ona kızım deme, o hiçbir zaman senin olmadı” diyor. Adamın avuçlarından yükselen daha şiddetli bir tokat daha… Kadın neredeyse darmadağın olacak… Adam bu itiraf karşısında başka çare görmüyor. Elini beline atıyor ve ellerinden bile iri, kapkara bir tabanca… Tok bir pat ve kadının ensesinden yeni olgunlaşmaya başlamış çilekler büyüklüğünde yumuşak, kırmızı etler saçılıyor. Çırpınan kızcağız sapsarı bakır bir kazık gibi olduğu yere çakılıyor… Adamda dünyanın en derin bakışı, depreme maruz bir söğüt gibi titreyerek namlunun ucunu kızcağızın şakağına dayıyor. İlkinden daha tok bir pat, minik yavrucağın gözleri, yanakları, alnı, şimdi güvercinlere saçılmış bir avuç buğday gibi. Allah’ım bu manzaraya şahit olacak ne günah işledim? Ayağa kalkıyorum, ben gözlerini bilinçsizce gözlerime dikmiş adama bakıyorum. Ellerimin gücü kayısıları tutmaya yetmiyor, yanmakta olan bir düğüm gibi çözülüyorlar. Adam namluyu suratıma dikiyor, kelimeyi şahadet getirmek istiyorum ama aklıma bir türlü gelmiyor. Bir tok pat hemen ardından bir tane daha… Boynumun kenarında hafif bir sıcaklık hissediyorum yakıcı değil. Omzumun kenarında başka bir sıcaklık, o biraz yakıcı. Bacaklarım çözülüyor, dizlerimden aşağı doğru inen ağır bir ılıklık… Ben yığılırken genç adam kendi kafatasına, kendi payını veriyor… Gözlerimi hastanede açıyorum. Yüzelli kiloluk bir hemşirenin olgun kavunlar büyüklüğündeki göğüsleri yüzümü teğet geçiyor. Cılız ve peltek bir erkek sesi duyuyorum. “Bu beyefendi gördüğü manzara yüzünden bir şok geçirmiş, kolundaki yara ise mühim değil.” Gözlerimi açıyorum.

***
Bizi biz yapan başımıza gelenlerden başka bir şey değil ama biz mi başımıza geleceklere koşuyoruz, başımıza gelecekler mi karşımıza çıkmak için tetikte bekliyor? Buna verecek herhangi bir cevabım yok, benim yaşam boyunca gücüm başıma gelenleri çekmekten başka bir şeye yetmedi. Belki güç yetirenler vardır ama onlarında başlarına gelecekler o kadar şaşkın ve aptaldılar ki karşılarına çıkmayı bir türlü beceremediler… Ben buna inanıyorum. Anlatması uzun olmayan bir hikâye vardır, biz bu hikâyenin kahramanına benziyoruz. “Hani Süleyman Peygamber’in sarayına bir adam kuşluk vakti telaşla gelir. Hayati bir mesele için Peygamberle görüşmesi gerektiğini söyleyince nöbetçiler adamı hemen huzura alırlar. Süleyman Peygamber korkudan tir tir titreyen adama meseleyi sorar. Adam korkuyla cevaplar.
“Bu sabah karşıma Azrail çıktı ve bana hışımla baktıktan sonra uzaklaştı”. Süleyman peygamber “Peki ne yapmamı istiyorsun?” diye sorar. Adam titreyen gözbebekleriyle yalvarır “Ey insanların en ulusu, dağlar taşlar, kurtlar kuşlar, toprak rüzgâr, senin emrinde, ne olur rüzgârına emret de beni Hindistan’a uçursun. Azrail beni orada bulamaz” der. Süleyman Peygamber adamın haline acıyarak rüzgâra emir verir ve rüzgâr bir esiş, bir gürleyişle adamı Hindistan’ın kara kuru adamlar, filler, maymunlar, ceviz ağaçları ve insan boyunda yılanlarla dolu bir köşesine gönderir. Öğleden sonra Süleyman Peygamber divanını toplayarak divandakilerle konuşmaya başlar. Birde ne görsün Azrail’de divana karışmış oturmaktadır. Azrail’i görünce sorar “Adama neden öyle hışımla baktın.” Azrail gülümser “Ey dünyanın ulu sultanı, ben o adama hışımla bakmadım, hayretle baktım ama o beni yanlış anladı çünkü Allah bana emretmişti ki“ git bu adamın canını Hindistan’da al” Bende bu adamın bin kanadı olsa Hindistan’a uçamaz, bu nasıl iştir diye şaşkınlıkla bakmıştım”. Evet, gerçekten tam manasıyla benim halime dair bir hikâye. Ben ve benim gibi adamlar bir nevi Hindistan arayıcı oluyor, gittiğimiz her yerde Hindistan. Bir gün aynı üslupla aynı olayları bir psikologa anlattım ama bana dünyanın en aptal cevabını bir soru şeklinde verdi. Pişman mısın? Çantamı alıp “Sadece karşınıza çıktığım için” demiştim. Unutamama konusunda yetenekli bir adam olduğum için neden pişman olacaktım ki! Belki birazda fazla kafasına takan bir insandım ama hayır hayır, eğer bunu söylersem kendime haksızlık etmiş olurum, çünkü başıma gelenlerin herhangi olaylar ve hatıra dünyamda bıraktıklarının herhangi şeyler olduğuna inanmıyorum. Ne yapabilirim gözlerimi her kapayışımda önümde diri eziklikler olarak kalıyorlarsa.
Anlatılacak daha çok şey var ama insanın kendisiyle sohbeti bir zaman sonra ciğerleri kaşındırıcı bir boğukluk halini alıyor. Ama bu sohbetlerden hoşlanıp hoşlanmadığımı bile sorgulamadan kendim ile muhabbet etmek zorundayım çünkü istisnalara tenezzül etmezsem gerçekten yapayalnız bir adam olduğumun farkındayım. Kendimden bile koptuğumun ve kısa bir zaman sonra kendimle bile sohbet edemeyecek kadar kütüksü bir yaratık haline geleceğimin de farkındayım. Bu farkında lığın korkusu ile bir zamanlar dindar olmaya da çalıştım ama bu konuda da başarılı olamadım. Hatta söylemesi ayıp araştırmalarım esnasında karşıma çıkan ve yüreklerindeki ilahi aşk yüzünden birer münzevi haline gelip her şeyden geçmiş, dillerini tutamadıkları zamanda canlarından olmuş ve tarihin hayranlığını kazanmış sufilerin kazma kafalı enayiler olduğunu düşündüm. Aslında bu düşünce benim cesaretsizliğimin ve bütünleşmişliğimin bir nevi bilinçaltı ifadesiydi ama ne bileyim işte. Sadece Peygamberler bana muhteşem adamlar olarak göründü ama onları örnek alacak kadar fedakâr, cefakâr ve karakterli bir adam olmadığımı da biliyordum. Dindarlığın bana ağır geleceğini anladığım zaman, her daim özendiğim o kitap kurtlarından biri olmaya çalıştım ama bilip bilmeden aldığım onlarca kitaptan sadece ikisini sıkılmadan, istek ve şevkle okudum. Birisi “Son Yeniçeri” adlı bir romandı ve tüm yetenek ve değerlerine rağmen var ettikleri toplumun ihanetiyle yenilen yeniçerilerin tarihlerinin en acılı diliminden bahsediyordu. Bu romanı ne kadar sevsem de sonunda onurun, kalitenin, vefanın ve yüceliğin habis insanların aşağılık oyunlarını bozma babında bir işe yaramayacağını anladım, moralim bozuldu. Beğendiğim diğer kitapsa İskandinav olduğu koyu mavi gözlerinden ve tavuk derisi kadar beyaz teninden anlaşılan misyoner bir kızın elime tutuşturduğu İsa Peygamber hakkındaki bir tiyatro oyunuydu. O kadar zayıf, o kadar polyanna, o kadar vazgeçmiş, o kadar pespaye bir İsa’ydı ki herhalde onu kendimle özdeşleştirmiştim. Neyse, tahmin edileceği gibi bir kitap kurdu olmayı da başaramadım. Sadece bunlar değil, çapkın olmaya da çalıştım başaramadım, alkol tutkunu bitirim rolünü de oynayamadım, hayır işlerine soyundum. Çünkü gelirim toplumun geri kalanına göre iyiydi ve bu geliri kendimden başka paylaşacak kimsem yoktu. Hayırsever bir adam olmaya karar verdiğim zaman içimdeki karanlığa nasıl bir cimriliğin sıkışmış olduğunu gördüm. Bir hayır derneğine üye oldum ve derneğin oluşturduğu beş kişilik gruplardan birine katıldım. Kimi zaman muhtaçları giyindiriyor, kimi zaman onlar için çeşitli eşyalar alıyor, kimi zaman ise aramızda topladığımız parayı ellerine sayıyorduk. Bu parayı sarf ederken kalp atışlarım öyle hızlanıyordu ki birçok kez neredeyse öleceğimi zannettim. Bu dernek bünyesinde çeşitli şekillerde sarf etmeyi başardığım bu paranın rüyalarımdan çıkmayıp, uykusuzluğu başıma bela bir hastalık haline getirince ondan da vazgeçtim. Yurt dışına çıkıp çeşit çeşit ülkeler, insanlar, kültürler görmek istedimse de Macaristan, İran ve Fransa’ya yaptığım gezilerde karşıma çıkan her unsur aptal birer ayrıntı gibi canlandı kafamda. Ne gördüysem eleştirdim, yeni kültürler yerine, yeni saplantılarla tanıştım. Gezgin olmaya dair herhangi bir başarı da elde edemedim!
Bu kadar çabanın sonucunda ister istemez bir konuda başarılı oldum ki bu başarıda ileride başıma dev belalar açacağa benziyor. Oburluk! Elimi attığım her yerde kuruyan tatminlerimi market torbaları, tencereler ve salça, yağ, baharat kutularında buldum galiba! Özellikle son üç dört yılda feci bir yeme tutkusuna kavuştum. İddia edebilirim ki şu anda ne halde olduğunu bilmediğim annemden daha güzel yemekler yapabiliyorum. Normalde insanların üç öğün ve iki üç çeşit olan yemekleri bende bazen- özellikle de vaktimin çok olduğu hafta sonları- beş altı öğüne ve her öğünde beş altı çeşide kadar çıkıyor. Belimin kenarlarındaki boşluklar dolmak bir yana, içine su doldurulmuş baloncuklar gibi lop lop şişti, kabarmış göbeğimin üzerinde yarım karışlık etten bir kemer oluştu ve göğüslerim şimdi sıkılı birer yumruk gibi şişkin, tombul bebeklerin yanakları gibi sarkık… Çenemi boynuma doğru eğdiğimde, boynumla çenemin alt kısmı arasında iri bir tavuk göğsünün yarısı kadar bir et tomarı oluştu ve gelişimini sürdürüyor. Kimi zaman ilişkilerimizde herhangi bir samimiyetim olmayan arkadaşlarım dahi oburluğum ve onun vücudumda gösterdiği etkiler hakkında beni uyarıyor ama elimde kalmış tek tatminim için kendime cimri davranmak istemiyorum. Kimileri böyle devam edersem kalp krizinden ya da kilo ile alakalı herhangi bir hastalıktan öleceğimi söylüyor ve hatta bu uyarıları doğrularcasına göğsümün derinliklerinde ufak sızılar, uyuşukluklar, teklemeler hissediyorum ama ne yapabilirim. İradenin kendim için bir gerçeklik olduğuna inansaydım belkide şu anda parkta gezdirdiğim bir minik kızım ve evde bize çorba pişirmekte olan bir hanımım olurdu. Artık ben sadece başına ne geleceğini bekleyen bir adamım. Kaderim böyle demeyi gerçekten istemiyorum ama bu şekilde yaşamayı artık kanıksadım ve bu benim hoşuma gidiyor. Mesela az sonra yapayalnız kalacağım, etrafımdakiler bir şeyler için, birilerine kavuşmak amacıyla bir bir dağılacaklar samimiyetsiz birer ”iyi akşamlar” dileğinin ardından. Ben de imzalamam, göz atmam, işleme konması gereken evrakları ayarlayıp çıkacağım. Belki üzerimdeki yağların birkaç damlasından arınırım umuduyla onbeş yirmi dakika yürüyeceğim. Ardından evimin yaklaşık ikiyüz metre yakınındaki marketten, olgun domates, biber, yumurta, patlıcan ve maydanoz alacağım. İki ekmek, çerez, ve birkaç şişe meyve suyu… Ağır ağır salınarak merdivenleri çıkarken nasıl menemenin nasıl yapıldığını aklımdan geçiriyor olacağım. Sonra bir dev iştahı ile karnımı doyurup, çayımı koyacağım ve ben bir duş alana kadar çayım hazır olacak. Sonra televizyonu açıp çayımı yudumlarken çerezlerimi tıkınacağım. Muhtemelen de daha herhangi bir film ya da programın sonunu getirmeden uykusuzluktan sızmış olacağım. Isısı düşen bedenimim titremelerine ve hapşırıklarıma aldırmadan, rüyamda belki Güllü’yü göreceğim, belkide kendisinin iki katı bir buzdolabına sarılmış ve her şeye rağmen kendisini deliler gibi özlemiş olduğum anacığımı…

2007


sokakfilozofu1@hotmail.com

FERRUH YANDAŞ'IN HAYATININ KADINI


Eğer bir kadının yüzüne karşı açık açık onunla birlikte olmak istediğini açıklayacak kadar cesur bir adam olsam elbette bu çet denen belaya bulaşmazdım. Ama ne yapayım işte biraz sevgisiz büyüdük, anam sanki bir marifetmiş gibi her fırsatta benliğimizi horladı, babam sanki karşısındaki dilden anlamaz bir eşekmiş gibi her fırsatta terleyene kadar bedenimizi dövdü, şu oldu bu oldu sonuçta pısırık bir adam olduk. Aslında yine kaliteli insanlarmışız ki bu kadar acayip insanın dengesizliğine rağmen delirmeden bu güne geldik. İki kere evliliğe talip oldumsa da herhangi bir sonuç çıkmadı. Kızlar ya işimi gücümü ya da tipimi bahane edip benle evlenmeye kaçındılar. Aslında üniversitede Ziraat fakültesinde okumakta olan akıllı bir gençtim, belki okulu yarıda bırakmasaydım her şey daha düzgün olurdu ama yinede tüm olumsuzluklara rağmen otuzdört yaşına geldim, etraftan hiçbir desteğim olmamasına rağmen çalıştım çabaladım, kendi işime gücüme sahip oldum.
Serbest meslekle iştigal ettiğimden gelirim kimi zaman tatmin edici, kimi zaman düşüktür ama Allah’a şükür geçinip giderim. Maddi ya da manevi büyük bir problemim olmadığı gibi, tek derdim az öncede ifade etmiş olduğum gibi evlenememekti. Hâşâ huzurdan, söylemesi ayıp, cinsi ihtiyaçlarımı tatmin için bazı kötü kadınlarla ücreti ile gecelik ilişkiler kurdum ama tekrar ifade etmekte fayda görüyorum ki eğer bir eşim, düzenli bir ailem olsaydı vallaha da billaha da bu tip işlere kesinlikle tevessül etmezdim.
Ben evliliğin usulünce olması gerektiğine inanan bir insandım ve bu konuda da yeryüzünde karşılaşılabilecek en muhafazakâr adamlardan biriydim. Evlilik konusunda da en sağlam yolun görücü usulü olduğuna da inanmaktaydım lakin malumunuz bir insan bir işte başarısız oldu mu o işi başarabilmek için farklı yollar arıyor. Çet dediğimiz ve şu anda hiç tanışmamış olmayı dilediğim belada bu farklı yollardan biriydi.


İkibiniki yılının Mayıs ya da Haziran ayıydı tam hatırlamıyorum- ama muhtemelen Mayıs ayıydı çünkü yağmur bir başladı mı iki üç gün hiç durmaksızın yağıyordu- komşusu olduğumuz Kardeşler Matbası’nın grafikçisi Murtaza bir öğle arası sohbetinin en koyu yerinde konu çapkınlık olunca bize zamanın “en kolay kadın-kız tavlama yönteminin” çet olduğunu söyledi. Sorduk, açıklamasını yapınca pek inandırıcı gelmedi ama birkaç günlük bir zaman içerisinde gerçekten dikkat çekecek kadar güzel bir kız bulup, onunla ticarethanemize yakın bir pastanede buluşunca bu işin tüm inceliklerini öğrenmeye karar verdik. Evli, bekâr bütün arkadaşlar bir iki gün içersinde yazıhanelerimize, sonrasında da evlerimize birer bilgisayar alıp, internet hattı çektirdik. Murtaza bize çet meselesi ile alakalı her şeyi öğretti, hangi program gerekliyse bilgisayara kurdu. Bu işi bilmeden önce Murtaza’yı yadırgasak da, çet yapmaya alışınca ne kadar eğlenceli bir iş olduğunu anladık ve hatta “neden bu güzel eğlenceyle daha önce karşılaşmadık” diye hayıflandık. Özellikle bir hanımla yüz yüze görüşme konusunda ben gibi adamlar ve kadın kız tavlamaya harcayacak parası ve vakti olmayanlar, çirkinler, keller, fodullar, şişmanlar, çapkınlar, maceracılar… Kadınlarında durumları erkeklerden pek farklı değildi, tecrübelerimle buna şahidim. Ama umut dünyası işte aradığımı insan belki buradan karşıma çıkacak diye binlerce insan gibi bende duraksamadan didiniyordum. Bir zaman sonra iş sadece bir eş bulma kaygısının ötesine de geçiyordu. Hiç tanımadığınız birisiyle bir şeyler paylaşmanın acayip bir büyüsü vardı. Gündelik hayatınızda açamadığınız konuları açıyordunuz, en yakınlarınızdaki arkadaşlarınızda paylaşamadığınız dertleri paylaşıyordunuz, sır değiş tokuşu yapıyordunuz ve daha nicesi. Allah günahlarımı affetsin ki bazen sanal seks denen o iğrenç şeyden de yaptım ama gerçekten pişmanım. Neyse…
Çet yaptığım dönemler boyunca sayısını hatırlayamayacağım kadar çok bayanla tanıştım. Bir keresinde özellikle kadınlar hakkındaki muhabbetleri çok hoşuma giden bir beyle buluşma kararı aldım –bana erkek olduğunu söylemişti- ama bir bey bildiğim bu kişinin buluştuğumuz anda bir travesti olduğunu görür görmez oradan sinirle ayrıldım. İlk buluştuğum bayan bana sohbetlerimiz esnasında bekâr ve çok güzel olduğunu, sadece birkaç fazla kilosu olduğunu söylediğinde o kadar heyecanlanmıştım ki… Bin bir hayalle buluştuğum bu bayanın yaklaşık yüzeli kiloluk obez bir dişlek olduğunu görünce tüm dünyam yıkıldı. Buluştuğumuz pastanede, gıcığına, ne varsa yedim içtim ve tuvalete gitme bahanesi ile tüm hesabı bu yalancı hanıma yıkıp oradan uzaklaştım. Bir başka seferinde Adanalı bir tüccarın, zengin ve güzel öğrenci kızı olduğunu beyan eden bir bayanla buluşunca, Adanalı tüccarın kızı diye beklediğim hanımın, Zaireli, şöyle bir elli boyunda, bin kamışım olsa birini değdirmem dedirtecek kadar çirkin, kara kuru zenci bir öğrenci kızcağız olduğunu ve tek amacının okumasına ekonomik olarak yardım edecek birilerini bulmak olduğunu öğrenince ve ona neden yalan söylediğini sorduğumda o böbrek dudaklarını gerip gülerek “jakka yapdım” cevabını alınca onu da bir İskender kebapçısında tıkındıktan sonra aynı bahane ile bırakıp kaçtım. Buluştuğum bir diğer bayan tüm çirkinliğine rağmen bana “böylesine kel olduğunu bilseydim sana en pahalısından bir peruk hediye alırdım” deyince tepem attı. Onu bir tenhaya götürüp önce tecavüz edip, sonra öldürmek istedim. Allah’a şükür nefsime mukayyet oldum. Bu küstah bayana karşı tek tepkim suratına okkalı bir tükürük yapıştırıp, önüme çıkan ilk taksiyle eve dönmek oldu. Sonra diğerleri… Dört yıldır kendisi aynı yatağa girmek istemeyen karısından boşanmakta kararsız bir kasap, hormonal bir bozukluk yüzünden göğüsleri yok denecek kadar küçük çıtı pıtı, evde kalmış bir kızcağız, alkolik bir jokey, kaynanasını öldürmem karşılığında benimle yatmayı teklif eden insafsız bir bayan öğretmen ve daha aklıma gelmeyen niceleri… Hep karşına dengesizler mi çıktı diyeceksiniz, hayır elbette çok hoş, çok hanımefendi, çok güzel bayanlarla karşılaştım ama zamanla bana hiç yüz vermeyen ve en fazla bir kere buluşabildiğim bu hoş bayanlara bir zaman sonra hak verdim. Ama içimdeki bir umutla belki o romanlardaki, filmlerdeki karşısındaki erkeğin tipine, biçimine, kesesine, kültürüne önem vermeyen (önem vereceği ne kaldı?) o güzel hanımefendilerden biri karşıma çıkar umuduyla her boş anımda, hatta bırakın boş anımı işimin gücümün yoğun olduğu zamanlarda bile durmadan, bıkmadan çet yaptım. Her yeni çıkan çet programını yükledim, bütün paralı çet odalarına kaydımı yaptırdım, hatta bir dönem yabancı bayanlarla anlaşabilmek için İngilizce öğrenmeye kalkıştım ama hiçbir şey öğrenemedim. Uğraştım, aradım, yılmadım, bekledim, umudumu besledim ama umutlarımın saflığına layık olmayan bu talihsizlik beni mahvetti. Sözü fazla uzatmak istemiyorum bu yüzden bu talihsizlik hakkında ne biliyorsam kendi iyiliğim için size anlatmak zorundayım ama kimi zaman duygulanır kendime hâkim olamazsam ne olur beni bağışlayın.
Bilirsiniz çet yaparken nikneymler vardır ve şansınıza bu nikneymlere birer selam gönderirsiniz. Ama bu sefer çok iyi hatırlıyorum o bana ilk selamı vermişti ve nikneymi de “hüzün gülü”ydü. İlk konuşmaya başlayışımızda herhangi bir konuşma olacağını sandım ama o diğer kızlar gibi değildi. Dili o kadar tatlıydı ki… Cümleleri sanki birer kitaptan kopya ediyor, insanın ruhunu okşayacak şeyler söylüyordu. Karşısındaki erkeği tartmıyor, ona güvensizlik göstermiyor, onun karakterini çözümlemeye çalışmıyordu. Anlattığına göre özel bir üniversitede öğrenciydi. Yaşını sorduğumda yirmi dört olduğunu söyledi. Ben “aramızda on yaş var” dediğimdeyse, kendisi için yaşın, tipin, biçimin, paranın pulun önemli olmadığını, kendisinin duygu yüklü, sadık ve samimi bir erkek arkadaş aradığını, gayesinin ise kısa bir arkadaşlıktan ziyade evlenmek olduğunu belirtince sanki ağzımdan içeri her yanı sarı ışıktan bir umut kuşu girdi ve gidip yüreğimin en titrek noktasına kondu. Sonrasında aklımızdan parmaklarımıza dökülen her meseleden konuştuk. Birbirimize çocukluğumuzu, zevklerimizi, hangi yemekleri yapmayı bildiğimizi, hangi ülkeleri görmek istediğimizi, nasıl birer eş bulmak istediğimizi, her şeyi anlattık. Ona en güzel ne yaptığını sorduğumda gülerek (gülmek böyle :) ifade edilir çet dilinde) menemen deyince ve sonrasında “e bu kadar sohbete bir menemenimi yersin artık” yazınca yüreğimdeki umut kuşu tüm çılgınlığı ile kanat çırptı. Bana bir resmini göndermesini isteyince “kameram var deyip, benimde kameram olup olmadığını” sordu. Elbette ki kameram vardı. Birbirimizin mesenger adreslerini alıp, birbirimizi arkadaş listelerimize ekledik ve kameralarımızı çalıştırdık. Kamerasının aktif olmasını beklerken hem delicesine bir heyecan duyuyor, hem “Allah’ım ne olur bu tatlı dilli kız çirkin çıkmasın” diyerek umutla dua ediyor, hem de çirkinliğim hakkında ne düşünecek diye tedirginlikten tir tir titriyordum. Kameralarımız açıldı ve ben kelliğimi ilk görüşte bir nebze gizleyebilmek için, iki avucumu “kara kara düşünüyor gibi yaparak alnıma dayamıştım.” Kafamı kaldırıp kamera ardından bana el sallayışını görünce elim ayağım birbirine dolandı. Allah’ım, o ne güzellikti ya rabbi. Bembeyaz bir ten, oval, dolgun bir yüz, tam ortasında iki kabarık, kiraz renkli dudaklar, iri siyah gözler ve başından boynuna doğru hafif eğik yaylar gibi başının sağlı sollu etrafına dökülmüş açık kızıl saçlar… Enseden askılı bir tişört giyindiğinden dolgun beyaz omuzları açıktaydı ve ben daha onu görür görmez ilk görüşte bu omuzları dudaklarımın tüm şefkati, hasretimin, umudumun, sevincimin tüm sıcaklığı ile öpmek istedim. O beni görünce, sanki karşısında kendisine layık olmayan bir adam yokmuşçasına samimiyetle gülümsedi, el salladı ve tebessümünün ardındaki parlak incilerle yüreğimdeki kuşun taa yüreğini titretti. Onun gibi bir kızın karşısına çıkmaya layık mıydım? Layık ya da değildim, sonuçta Allah bekleyişimin, hasretimin, umutlarımın ve onları yakalama konusundaki ısrarımın ödülünü bana vermişti. Sevinçle, neşeyle, içimizde samimiyete karşı biriktirmiş olduğumuz acıtmaya başlamış açlıkla birbirimizle konuşmaya devam ettik. İkimizde o kadar mutluyduk ki, sanki doğuştan üzerimizden eksik olan parçalarımızı bulmuştuk. Akşam yedi gibi konuşmaya başlamıştık, gece iki buçuk, üçe kadar muhabbetimiz devam etti. Onunda, benimde gözlerimiz uykusuzluktan kapanmaya başlayınca birbirimizin telefon numaralarını alıp vedaya hazırlandık. Bir gün sonra buluşma kararı da almıştık. Kamerasını kapatırken “gözlerime bak” yazıp, bana o güzelim dudaklarıyla bir öpücük verince gövdemin içinde ılık ılık bir şeyler gezindi.
Aklıma öyle bir düşmüştü ki gece boyu gözüme doğru dürüst uyku girmedi. Ne zaman gözlerimi kapasam karşımdaydı ve ne zaman iki dakika dalsam hemen başrolde onun olduğu bir rüya görüyordum. Bu uykuların çatlak anlarından birinde aklıma annemin bir sözü takıldı. “Allah insana rüyasına düşürdüğünü nasip edermiş.” Bu söz beni o kadar umutlandırdı ki bedenimde uyku namına bir şey kalmadı. Zaten sabah ezanı da okunuyordu, her şeyin yolunda gitmesi için namaz kılıp dua edecektim. Buz gibi suyla abdest alıp, namaz kılmaya başladım. Sabah namazının kaç rekât olduğunu bilmediğim için yoruluncaya kadar kıldım. Hayatımda kıldığım ilk sabah namazıydı. O kadar enerjik, o kadar dinamiktim ki sanki beş yıllık bir uykudan yeni uyanmıştım. Daha saat sabahın beşini yeni geçiyordu ve spor yapmak istedim. Şortumu giyinip mahalle parkının etrafında on beş dakika kadar koştum. Terin suyun içinde kalmıştım. Eve geldim, traş oldum, duş aldım. Üzerime en yakışan elbiseyi uydurabilmek için neredeyse yarım saatlik bir giy çıkardan sonra kahvaltı hazırlamaya üşendiğimden, kahvaltıyı dışarıda, su böreği ve sütle yaptım. Dükkâna her zamankinden yaklaşık yarım saat önce geldiğim ve kılık kıyafetim her zamankinden daha düzgün olduğu için dükkândaki çocuklar şaşırdı ve işin içinde bir şeyler olduğunu anladılar ama ben hiç renk vermedim. Daha ilk adımlarımda herkese çay ve poğaça ısmarlayacaktım ama işkillenmelerinden korktum. Dükkânın geri tarafındaki ofisime girip masamdaki bilgisayardan internete bağlandım. Gazetelere göz gezdirdim. Aramasını bekliyordum hatta aklıma onu arama düşüncesi düşmüştü, elim telefonuma gidip geliyordu ama onu erkenden rahatsız edip kendi haneme eksik puan yazdırmaktan korktum. Vakit bir türlü geçmiyordu. İnsanın hayırlı işleri, olmasını istediği işleri için beklemesi ne kadar büyük bir sabır meselesiydi? İçimde ne kadar büyük bir neşe hâsıl olmuştu ki, bir çayımı içmeye gelen alacaklılarıma neyi almayı ima ediyorlarsa bir an önce verdim çünkü canım yapayalnız kalıp onun hayalini kurmak istiyordu. Önümdeki bir noktaya dalıyor, gözlerimin önünde gözlerini hayal ediyor, o güzelim beyaz, dolgun ellerini öpüyor, canlı yanaklarından makas alıyor ve –söylemesi ayıp- bazen de daha ileri gidiyordum. O hep karşımda gülümsüyor, ben ona yaklaştıkça bedenine daha da yaklaşmam için yumuşuyor ve beni benden ediyordu. Tam dudaklarımı omuzlarına doğru uzattığım bir anda telefonum çaldı. Cep telefonumun ekranında onun ismini görür görmez telaşlandım ama kendimi toparladım. Bir dakika kadar hal hatır ettikten sonra bir saat sonrası için buluşma yerimizi kararlaştırdık. Dükkândan çıkarken dayanamayıp bizim çocuklara “Bu gün öğle yemeğinde benden birer buçuk adana yiyin” dedim. Onlarında gözleri ışıldadı, sevinçten başlarını çevirip birbirlerine baktılar.
Buluşmamıza on beş dakika kala kararlaştırdığımız pastanede bekliyordum. Elimde bir demet gül vardı. “Keşke ilk buluşma için bir şeyler daha alsaydım, buluştuktan sonra nereye gideceğiz, acaba ailesi nasıl bir aile ya da acaba benimle kafa mı buluyor” gibi çeşitli düşünceler aklımı meşgul edip duruyordu. On dakika geçmedi ki bütün alımlılığı ve güzelliğiyle, tüylerine pırlanta tozları saçılmış bir kuğu gibi içeri girdi. Kamerada göründüğünden daha da güzeldi. Oturduğum masaya doğru yürüyünce ne yapacağımı şaşırdım. Ayağa kalkıp esas duruşa benzer bir duruşa gömüldüm, bana doğru yürüdükçe yüzündeki tebessüm yayıldı, tebessüm yayıldıkça ben gevşedim. Karşısındaki erkeğe ne kadar hoş bir enerji aşılıyordu. Karşımda durunca tüm titrekliğimle tokalaşmak için elimi uzattım ama o bunu umursamayarak kollarımdan tutup beni yanağımdan öptü. O an etrafımdaki her şeyi tutup tutup boşluğa fırlatmak, dünyanın en mutlu adamı olduğumu haykırmak istedim. “Yanıma oturmak istediğini, böylece bana daha yakın olacağını” söyledi, “hay hay” dedim. Koyu bir sohbete başladık. Öyle bir üslubu vardı ki, hayatımda ne annemde, ne kız kardeşlerimde, ne de diğer bayan tanıdıklarımda bu kadar sıcak ve samimi bir muhabbete rastlamıştım. Bir saat kadar bu pastanede birçok konu hakkında konuştuk. Normalde ileri derecede pısırık olan bana deli cesareti vermişti. Ona “haydi bir şeyler yiyelim” dediğimde “Olmaz bana gideceğiz ve sana menemen yapacağım, sözlerimi tutmazsam rahat edemem” dedi. Ona da “hay hay” deyince yola koyulduk.
Evi lüks bir sitedeydi ve ben sitenin parkına arabayı park ederken “ne olur eve ayrı ayrı çıkalım, birileri görecek diye tedirgin oluyorum” dedi. Elbette, haklıydı ve hatta çekingenliği çok hoşuma gitti, kabul ettim. O binaya girdikten yaklaşık beş dakika sonra bende arabadan çıkıp, girdiği bloğa dalıp verdiği numaranın zilini çaldım. Kapıyı otomatikten açtı. Asansör katına çıktığında kapıyı açmış beni bekliyordu ve üzerinde kasıklarına kadar açık, omuzlarından askılı, gri bir gecelik vardı. O görüntüsü elimin ayağımın titremesine, aklımın başımdan gitmesine sebep oldu, üzerine atılmak istedim ama dengeli davranmak zorunda olduğumun farkındaydım. Usulca içeri girdim. Kapıda ayakkabılarımı çıkarırken elimden tuttu ve bende gayrı ihtiyari olarak salona doğru yürürken beline sarıldım. Çenemin altındaki omzuna bir öpücük kondurdum. Gülümsedi, elindeki elimi şefkatle sıktı. İçeri girdiğimizde evde bir bilgisayar, geniş bir kanepe, üzeri boş kola kutuları ve içi kraker dolu küçük tahta kâselerle kaplı bir masadan başka bir şey yoktu. Lükslüğü göz dolduran pofuduk kanepeye yayılarak oturdum. Oda geldi kucağıma oturdu. Yumuşak ve dolgun etlerini baldırlarımda, nane kokan hoş nefesini suratımda hissedince tarifini şu anda yapamayacağım bir duyguya kapıldım. Gözlerimin ta içine bakarak “sana rastladığım için ne kadar şanslıyım” deyince yüreğim şefkatle doldu. Dudaklarımı dudaklarına dokundurdum, gülümsedi, dolgun, buruşuk dudaklarıyla kelimi öpünce utandım. Kelim için “ne kadar şirin” deyince pek inanasım gelmedi ama neden benle dalga geçsindi ki? Sonra tekrar dudaklarıma yöneldi. Dayanamadım, tam ellerimle geceliğini kaldırıp belini okşayacaktım ki kucağımdan kalktı. “Soda ister misin?” deyince “İstersen zehir getir, onu da içerim” dedim. Elindeki şişeyi alarak, sodanın sertliğini hiç umursamadan bir dikişte içtim. Ciğerlerim yandı. Sonra kucağıma tekrar oturdu. Dudaklarının tüm gücüyle dudaklarımı emmeye başladı. Dayanamadım. Geceliğinin kalçasına düşmüş kısmını kaldırarak belini okşamaya başladım. O beni öpmeye devam ederken geceliğini üzerinden sıyırdım aldım. Üzerinde sadece kırmızı bir sutyen ve külotu kalmıştı. Sutyeninin arkasındaki minik tırnağı da çözünce iri, bulutlar kadar beyaz ve dolgun göğüsleri önüme yayıldı. Acımasız bir iştahla ellerimi tir tir titreyen bu iki beyaz mucizeye uzatıyordum. İçi su dolu ipek bir kırba hissi uyandıran bu mucizenin hoşluğu ayalarımdan beynime doğru yükselirken bir garip ağrı saplandı başıma. Hem acı çekiyor, hem uyuşuyordum. Beynimdeki zonklar şuursuz depremler gibi sarsıyordu kafatasımı.

Gözlerimi açtığımda başımda şiddetli sayılmayacak bir ağrı vardı. Zonklamalar tamamıyla kaybolmuştu ama onun yerine omuzlarımdan topuklarıma kadar şerit şerit yayılmış bir uyuşukluğun içindeydim. Kendimi o kadar yorgun ve bitkin hissediyordum ki, ayağa kalkmaya bile halim yoktu. Az önce kucağımda oturduğu kanepede sevişmiştik galiba. Nasıl bir tutkuyla seviştik ki zevkten bayılmış olmalıydım. Uyuşukluğum, ağrılarım, şaşkınlığımla birlikte birkaç saniye gözlerimi etrafta gezdirdikten sonra katı bir gayretle belim üzerine dikildim, onu çağırdım, ses soluk çıkmayınca bağırdım. Yoktu. Herhalde marketten bir şeyler almaya gitmişti. Gelince ona evlenme teklif etmeye karar verdim. Sabırsızlanıp cebini aradım, telefonu kapalıydı. Beklemekten sıkılınca üzerimdeki engelleri umursamayarak ayağa kalktım. Başımın ağrısı arttı, bayılacak gibi oldum. Başım dönüyordu. Kenarda duran külotumu giyindim. Ardından da, gömleğimi… Pantolonumu almak için eğilince gömleğimin sırt tarafında bir ağır bir ıslaklık hissettim. Birkaç damla kan yayılmıştı. Gömleği çıkardım. Arka tarafımdaki aynaya dikkat kesilince sırtımın iki yanından, kenarından minik kandamlaları sızmış çizgisel iki yarık gördüm. Önce ne olduğunu anlamadım, “herhalde sevişirken tırnakları sırtımı yaraladı” diye düşündüm. Elimi bu yaraların üzerinde gezdirince ateşten bıçaklar sırtımdan kasıklarıma doğru indi. O anda acı gerçekle karşılaştım. Hemen telefonuma sarılıp polisi aradım. Polis evin tarifini aldıktan sonra hemen yüz on ikiyi aramamı söyledi. Aradım. Geldiklerini hiç duymadım çünkü geldiklerinde baygındım, kapıyı balyozla kırarak açmışlar.
Şimdi daha önce ne yüzlerini görüp, ne adlarını duyduğum, orasından burasından onlarca kablo, hortum çıkan bu makinelere bağlıyım. Ben buradayken polis ifademi aldı ama bana konu hakkında herhangi bir açıklama yapmadılar. Sadece onunla olan maceramı anlatıp, onun tarifini yaptım. Bundan sonra yaşayacak mıyım ölecek miyim ya da kim benim için ne yapmakta bilmiyorum! Doktorlar, hemşireler her vizitelerinde suratıma ters ters bakıyorlar. Duyduğuma göre kentin çeşitli hastanelerinde benimle aynı macerayı, başka kızlar ve başka evlerde yaşamış birkaç budala daha varmış. Etrafımdaki herkes tarafından uçkur enayisi bir eşek gibi görüldüğümü biliyorum. Olan oldu, ne yapabilirim? Olayın öncesi hakkında konuşmak bana pek koymasa da, bundan sonra başıma gelecekleri düşünmek bile istemiyorum.

sokakfilozofu1@hotmail.com