Wednesday, November 12, 2008

LETAFET'E MEKTUP


Benimle aynı şehirde yaşıyorsun, birbirine çok yakın noktalarda soluk alıp veriyoruz ama kaderin cilvesine bak ki yine de seninle yüz yüze konuşmak bir hayal hatta o bile değil. Bazen öyle umutsuzlaşıyorum, sanki damarlarımda kan yerine cıva geziyormuşçasına ağırlaşıyorum, aklıma geldiğinde utanıyorum, kendimi tüm günahların sebebi sayıyorum, aklımı başımdan söküp atasım geliyor. Seni muhayyile denizimde yüzdürmeme dair bu isyan ruhumdan kabarıp duyularımı istila ediyor; sensizliğin içinde cerahat tomarları yüzen bir karanlık olduğunu hatırlıyorum. Lafı neden uzatıyorum ki? Özledim seni, özledim işte… Demesi kolay, kahrı zor! Gerçekten özledim; başlangıçta “Acaba özler miyim?” diye sorardım kendime. Ne kadar aptalmışım, insan güneşi özlemez mi? İşte bu yüzden özledim. O kadar özledim ki bu özlem korkutmaya başladı beni. Hayır, sonunda çıldırmayacağım elbette; bu özlem beni eski romanların kibar kahramanları gibi verem edip yataklara düşürmeyecek ama özlem örtüsünü kaldırdığımda gözlerimin önüne gelen kahır. Keşke öldürse, süründürecek… En kahırlı yanı da bu mektuplar işte. İnsanın bu kadar yakınında olan letafetine mektup yazmasından daha beteri ne olur?
Muhtemelen bu yazdığım eline ulaşmayacak, havaya savurduğum diğer kelimeler gibi kaderini ifa edip bir köşede silinip gidecek. Varlığında o kadar ihtişamlısınki bu mektup habersizce başından yere düşen bir saç telinden farklı olmayacak. Eline geçse, hislerim gözlerine ulaşsa ne olur? “Amaaan” diyeceksin. Önce çöp kovasının başına, sonra içeri, ailenin yanına geçeceksin. Bense, sensizliğin acısı kuyruğu zümrüt, bedeni bakır bir yılan olup ruhumun memesinden acımla beslenirken hiçleşeceğim. Biliyorsun, ben çenesi düşük bir acı soytarısıyım, işim suratları asacak öyküler yazmak. Ben onlar için yaratıldım, onları yazabilmek, içimdeki kelime tutkularını umursamazların suratlarına çarpabilmek için... Yılan mememdeyken ancak zincirlerimin paslarını üfleyebiliyorum. Bu bir masal olsa, zincirlerimi çözmeye sen geleceksin; ama bu gerçek ve gelmeyeceksin. Tek avuntum yine soğuk odaların nemli köşelerinde dua etmek olacak. Köşeleri kırık kaldırım taşlarının üzerinden acı, yalama olmuş bir kısmetsizlikten miras kitaplarımın sayfa tozlarından imge, bitpazarları, üçüncü sınıf kahvehaneler ve sokak köftecilerinden yüzler toplayacağım. Ardından kendimi sokağın sessizliğine gömeceğim. Kalemimin ucunun göğsüme her batışınca köylü kadınların gençliklerinden tek yadigâr o yarısı çürük kazma dişler kılığında bir umut boynumda asılı kalacak. Filozofların en asilinin sözü gelecek aklıma, bu kazma diş, acımı artıracak ve ben yılanımı semirtecek besini böyle bulacağım.
Çok mu karışık kafam, çok mu duygusallaşmışım? Hayır, aslında birlikte çay içtiğimiz o tatlı anlardaki gibi berrak ve karmakarışık çocukluğumu muhafaza ediyorum. Başta dedim ya, sadece özlüyorum. İnsan sadece içki ve ottan sarhoş olmaz ya! Sende hala benim kadar çocuksu ve karmakarışıksın biliyorum. Bilmediğim tek şey ara sıra aklına gelip gelmediğim. İlk zamanlar gelmişimdir belki ama sen sonuçta alternatifi bol olan bir letafetsin. Yalancı bir cennetin göbeğinde uçuşan bir arının tek bir çiçeğin özüne âşık olması beklenemez ki zaten.
Bir soytarının ne kadar alternatifi olursa benim de o kadar alternatifim var kır çiçeği. Beyhude, bedbaht, berduş bir adam olmasam zaten senden başkasını arama gibi derdim olmazdı, şu anda bir bardak kahve rica ettiğim tek insan olurdun. Bunaldığımda şakaklarımı ellerinin yumuşağına sunduğum tek insan olurdun. Hangi duvara tosladıysam senden sonra, sırf senin yokluğunun attığı tokadın sersemliğinden arınabilmek içindi. Gerçekten bedbahtmışım ki bu toslar beni daha da sana bağladı, kaybettiğim hazinenin parıltısı yüreğime damlayan lavlar oldu. Ama ne yapsaydım, hak ver ne olur bana. Limanından ayrılıp açık denizde fırtınaya yakalanan dev bir kadırga bile olsan, fırtınanın telaşıyla sığındığın yerin basit bir balıkçı köyü olduğunu umursamıyorsun. Sonra karaya oturuyorsun, hapislik dönemin başlıyor, çürüyecek noktası bile kalmayan köhne bir enkaza dönüşüyorsun. Şu anda bu açıklamalarla sanki kendimi sana affettirmeye çalışıyormuşum gibi hissettim kendimi ama ne senin, ne de benim birbirimizden af dileyecek kadar büyük suçlarımız var. Ben sadece bu kelimelerle sana karşı olan özlemimi belli etmek istedim. Hem zaten biz birlikteyken, birlikte olmayacağımız zamanlarda birbirimizin kişisel tarihlerinin gidişatına mütenezzil olmayacak kadar asil duruşlar sergiliyorduk. Yoksa ben bu duruşu bu mektupla bozuyor muyum? Hayır hayır, okuyacağından bile emin olmadığım bir mektupla hislerimi ifade etmemin nesi asalete mugayir olsun. Dirayet tohumum parçalandı işte; kahraman olmak isteyen her soytarı gibi bir yerde pes ettim, kendime yenildim. Pişman mıyım? Bilmem, muhtemelen olacağım. Pişmanlık zaten geliyorum dediğinde artık yalnızlığa dayanamayan bakire bir dişinin terli teni kadar çekicidir. İşte, cüretimin sebebi bu belki de. Belki bu cüretle, belki bu cüretin eteğinden tutmuş pişmanlıkla hayatıma bir parça renk katacağım. Benim gibi adamlar zaten bu renksizliğin kuruluğuyla hülyalarını gerçeğe yanaştıramaz ve sadece kendilerini bekleyen gelecek değil, şimdileri ve hatta geçmişleri de köze düşen bir tutam yeşil ot gibi lime lime olur. Bizim dünyamız, elini uzattığında bir ucundan tutmanın çok kolay olduğu dünyamız, hikmeti sadece çekilmezliğinden mürekkep dünyamız, bahsini ettiğim bu renksizlikten dolayı öylesine laçkalaşır ki… Bu laçkalık bir şekilde kendini gösterdikçe bir kafese girdiğini hissedersin. Kendi göğüs kafesine hapsedilmiş efsane kahramanlarını düşün. Sıkıntımız işte onların boğazlarına düğümlenmiş çaresizliğin ikiz kardeşinden başka bir şey değildir. Bu yüzden ne yapar eder, bıkmadan, usanmadan bir isim bile uyduramayacağımız ıssız cennetler, ıssız ülkeler hayal eder, benliğimizi o ülkelere imparatorlar tayin ederiz. Yeryüzünde başka sığınacağımız hayal kalmaz. Yanaklarımızdaki tuzu yalayan bir kuzucuk sandığımız bu hayal çoktan ağzı irinli bir canavara dönüşmüştür. Tüm gerçeklerimizi ona kurban ettiğimizin farkına bile varmayız. Şimdi anladın mı benliğime nefretine sebep olmuş deliliğin nereden doğduğunu.
Letafetim, gülkurum, düşlerimin gökkuşağı, açlıktan ölüyorken avucuma düşen inci… Şimdi benim elimde bu şehirden başka hayali imparatorluk kalmadı. Ruhumun yüreğini onlarca parçaya bölüdüm. Her birini bu kentin seninle yaşadığımız noktalarına koyuyorum. Bu parçalardan birine bir gün rastlarsan onu hunharca ezip geçme olur mu? Bir saksının köküne koy. Belki saksının toprağında bir tutam sıcaklığa rastlarda yüreğim, ne yapar eder Allah’ın lütfüyle dipdiri bir tohum olur. Bir çay şekeri kadar hatırım vardır sende. Bu küçük ricamı kırmaz, yüreğimi ezip geçmezsin. Biliyorum.
Derinliği buharlaşmış yüreğimin tüm sevgisiyle…



mail&msn: sokakfilozofu06@hotmail.com

Tuesday, November 04, 2008

UYANAN DEVİN BEL AĞRILARI




Sovyetler Birliği; maden, ekoloji ve insan kaynakları yönünden, dünyada kandine yeten tek ülkeydi. Bu değer, Sovyetler Birliği’nin halk ekonomisinde muazzam bir verimlilik sağlıyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılması, istisnasız bütün halkları yıkıma sürükledi. Bu halkların hepsi de ekonomik bağımsızlıklarını yitirdiler; dünyadaki hasımları, onların yeniden kurmaya çalıştıkları yapıya izin vermeyecektir.
Sovyetler Birliği Neden/Nasıl Yıkıldı, Sf. 63

Immanuel Wallerstein tarafından ortaya atılan Dünya Sistemleri Analizi’ne göre, dünyadaki tüm ekonomiler ve toplumlar organik bir şekilde bağlıdırlar. Merkezde yer alan, gelişmiş ve erken kapitalistleşmiş ülkeler, sermaye transferine ihtiyaç duyan az gelişmiş ülkelerin kaynaklarını kendi çıkarları adına merkeze aktarmaktadırlar. Böylece merkezde yer alan ve dünya ekonomik sistemini yöneten ülkelerin etrafında onlara bağımlı pasif çevre ülkeleri oluşmaktadır.
Çevrenin İmparatorluğu, Rusya ve Dünya Sistemi





Gürcistan Savaşı’yla beraber çalkalanan Kafkaslar, Sovyetlerin yıkılışından beri Rusya ve meseleleri üzerine eğilmeyi pek gerekli görmeyen aydınların ilgisini tekrar Moskova’ya yoğunlaştırdı. Rus tanklarının Güney Osetya ve Abhazya sınırlarını aşıp Tiflis’e doğru yöneldikleri, Rus siyasetçilerin ihtişamlı soğuk savaş günlerindeki gibi asık suratlarla Amerika’ya laf çarptıkları anlarda bizler haber yapımcılarının karşısındaki koltuklara kurulmuş uzman (!) akademisyenler gördük. Uzmanlarımız Gürcistan Savaşı ve ardındaki “Yeni Rus İdeolojisi” hakkındaki tahlillerden ziyade 1970’lerin soğuk savaş rüyalarından arta kalan hezeyanlarla zaten işleri pek yolunda gitmeyen vatandaşları biraz daha tedirginleştirdiler. Sağlam bilgi edinmenin yolu elbette yine kitabevleriydi.
Uluslar arası ilişkiler babında ekonomik ve kültürel yakınlaşmanın zirveye çıktığı ve Avrupa Birliği problemine karşı alternatif üretilirken adı mutlaka geçen Rusya üzerine yazılmış eserlerin azlığı gerçekten şaşırtıcıydı. Bu durumun ardından TV’lerde rastladığımız yüzeyselliği yadırgamadım. Ufak bir çabanın ardından elime geçen iki kitap hem Sovyetler Birliği’nin çöküşü, hem de bu çöküşün ardından yaşanan silkinme sürecini sağlam tahlillerle kafalarda soru işareti bırakmamacasına anlatıyordu.
Arif Berberoğlu’nun derlemesini ve çevirilerini yaptığı çeşitli makalelerden oluşan “Sovyetler Birliği Neden/Nasıl Yıkıldı?” adlı kitap ismini teşkil eden soruya popüler bir dille yetkin yanıtlar vermekteydi. Özellikle üçüncü bölümde Gromov ve Vasiliyev’in makaleleri soruya cevap oluşturabilecek nitelikli tahlillerle merakımızı gideriyordu. Esin Soğancılar’ın çevirdiği “Çevrenin İmparatorluğu/ Rusya ve Dünya Sistemi” adlı eser ise Rus tarihi ve Rus ideolojisinin tarihi seyrini anlatma açısından yetkin bir ansiklopedi özelliği taşıyordu. Hatta bu kitabın Rusya’nın tarihsel yapısalı ve dünya politikalarına etkisi hakkında her türlü akademik ve popüler soruna cevap barındıran bir depo olduğunu söylersek abartmış olmayız. Özelikle her tarihçinin ve konu hakkında televizyonlarda boy gösterecek kişilerin mutlaka incelemesi gerek bu eser “Sovyetler Birliği Neden/Nasıl Yıkıldı?” adlı kitapla birlikte Phoenix Yayınları’ndan çıkmış.




mail&msn: sokakfilozofu06@hotmail.com









Wednesday, July 16, 2008

ENTELLEKTÜEL EŞŞEK





Dostum biz o kadar fakirdik ki ayağımızdaki çoraplar bayramdan bayrama değişir, yakacak bulamadığımız için Ankara’nın uzun kış gecelerini donma tehlikesi altında geçirirdik. En büyük arzumuz komşularımız gibi sabah kahvaltılarında tadımlıkta olsa beyaz peynir yiyebilmekti. Çocukluğumuz portakalın, sucuğun ve muhallebinin nasıl tatlara sahip olduğunu hayal ederek geçti ki hayal gücümün bu kadar kuvvetli olmasında bu durumun etkisi yadsınamaz. Annemin en büyük hayali bir gün yufka arası somundan başka bir şey yemek, babamın en büyük hayaliyse işe bir gün diğer insanlar gibi ayağında sağlam ayakkabılarla gidebilmekti ki ayakkabı olarak ayağına doladığı çuval yumarlarını kullanıyordu. Onlarda bu gündelik hayal alıştırmalarıyla muazzam bir hayal gücü sahibi oldular ama hayat onları yazarlığa yönlendirmediği için imrenilesi hayal güçleri kendileriyle birlikte toprağı boyladı. Evet, böyleydik işte. Yoksulluğumuza dayanamayıp açlıktan bayıldığımız günlerde bahçemizdeki renkli çiçeklerin yapraklarını yerdik. Okuma yazmayı okulda değil, komşularımızın bize hava atmak için sonuna kadar açtığı tek kanallı radyolarındaki “körler için okuma yazma programından” öğrendik. Ama şunu da ifade edeyim ki etraftaki her şeye özlemin yüreğimizi avuçlarına alan bir alaz zulüm, etraftaki her insana özentinin yıkıcı bir onursuzluk olup boğazımıza henüz kullanılmamış bir mızrak gibi dayandığı zamanlarda bile mutluyduk. İnsanları, devletimizi, milletimizi sever, cimri komşularımız ve ellerine fırsat geçse açlıktan etimizi çiğ çiğ yiyecek akrabalarımıza bile kaynağının ne olduğunu bilmediğimiz bir sıcaklık duyardık. “Keşke” derdik, “Allah bize dünyadaki tüm nimetleri verse de bizde kulları arasında eşitçe paylaştırsak”. Açlığı, yoksulluğu, hastalığı, nefreti, yozlaşmayı birkaç basit çabanın ardından yok edip yeryüzünde kutsal kitaplarda bahsi geçen cenneti kursak. Elbette tahmin ettiğin gibi bu mümkün değildi dostum. Yoksulluğumuz felsefe yapmamızı değil bir iş bulup çalışarak geçinme mücadelemizi kolaylaştırmayı gerektiriyordu. E tabi delicesine sevdiğimiz, hayatımızdaki en büyük istek bir şekilde uğrunda ölebilmek olan ülkemiz basit bir üçüncü dünya ülkesiydi ve ha deyince bir iş bulmak, ha deyince gökteki bir bulutu altına çevirmek kadar zordu. Bende babam gibi çöp toplayıcıların bile almaya tenezzül etmedikleri bir kucak çuval bulur onları özenlice ayağıma dolar, kendimi bir ayakkabı sahibi yapar çatık kaşlı erkekler ve gördükleri her şeye sahip olmak isteyen ihtiraslı kadınlarla dolu sokaklara dalardım. Lokantacılara, kuruyemişçilere, hırdavatçılara, fırınlara yalvarır, bana bir iş, akşamları eve bir somun götürebileceğim bir iş, toplumuma bir şekilde hizmet ederek benliğimi ülkeme adamışlığı kendime kanıtlayacak bir iş vermelerini isterdim. Öylesine içli bir hisle yalvarırdım ki, o esnada sanki yüreğimin damarlarında lav damlaları gezinirdi. İşverenler, müteşebbisler göz kapaklarımdan taşan incilere aldırmaz, mendebur birer kocakarı gibi ağızlarını yüzlerini geveler, kısmetimi başka kapıda aramam gerektiğini söylerlerdi. Günün ardından elimde kalan tek şey olan sonuçsuzlukla evime girer, açlıktan ve ısınma ihtiyacından bir köşede birbirleri üzerine yığılmış ailemin üzerine bende yığılırdım. Sabah olunca gene sonunda kapkara bir sonuçsuzluğun beni beklediği aydınlık bir gün başlardı. Bazen –haşa huzurdan- istediğimi elde edemediğim için öylesine hayıflanır, insanlığımdan öylesine nefret ederdim ki, tanrının alnıma yapıştırdığı kadere isyan ederek pis bir günahkar olduğumda olmuştur. Sokakta bedenleri löp löp etlerle kaplı boyalı hanımların sevecenliklerini ve yiyeceklerini sundukları bir uyuz köpek, Uzak bir köyün karanlık bir tarlasında yediği her türlü kırbaca, uğradığı her türlü tecavüze rağmen karnı daima tok bir kısrak olmadığım için hayıflanırdım. Ama dostum bilirsin, hayat öyle sürprizlerle doludur ki, nerede ne zaman elimizden tutacakları belli olmaz! Zaten bizim gibi yoksullar için hayatı çekilir kılan bu sürprizleri beklemek, önümüze açtıkları fırsatları değerlendirmek için insanüstü bir çabayla didinmektir. Evet, şimdi kapı benim yüzüme açılmıştı ve Allah’ın bu hediyesini değerlendirmek zorundaydım. Mezbelemizin arka tarafındaki ahşap köşkte oturan ve bir zahire deposu sahibi olan komşumuz Zekai Bey’in Samanpazarı’nın ara sokaklarına zahire ulaştırdığı eşeğinin başına bir saksı düşmesi sonucu ölmesi yeni bir eşek ihtiyacı doğmuş. Var olan ekonomik krizden dolayı eşeğe bir güdücü tahsis etmekten çekinen komşumuz yükü sırtlayıp, gideceği yere götürebilecek, hem eşeklik, hem güdücülük görevini yapabilecek kadar zeki bir yaratığa ihtiyacı olduğunu duyunca büyük bir sevinçle yanına gittim. Zekai Bey’de ülkemizdeki esnafların geneli gibi köy soylu, muhafazakar, suratsız ve kendini dünyanın yarısının sahibi sanan bir müstekbir olduğundan işi almam biraz zor oldu. E tabi kendisi de bu ülkede eşeklik yapacak kadar yetenekli birçok kişinin olduğunu biliyordu ama benim gibi yetenekli bir gencin eşeklik konusunda herkesten daha baskın çıkacağımın da farkındaydı. Hem şansım, hem de Zekai Bey’in esnaf içgüdüsünün kendisine onu pişman etmeyeceğimi fısıldamasıyla yalvarışlarım bir netice aldı ve Zekai Bey’in zahire dükkânında ilk işime başladım. Yevmiye olarak bir somun ekmek ve bir külah beyaz leblebi alacaktım. Ayrıca iş günü esnasındaki yiyecek ihtiyacım olarak iki avuç arpa… O yaşımda, o körpe bedenimle koskoca nohut, arpa, mercimek çuvallarını Arnavut kaldırımlı, bedeni tahta, ruhu taştan sokaklarda taşıyordum. Aileme ve ülkeme hizmet aşkı, birde her akşam eve dönerken kazandığım somun ve leblebi işimin tüm ağırlığını, bedenimin tüm yorgunluğunu alıyordu. O kadar duyarlıydım ki sokaklar alışkın oldukları eşek sesinden mahrum kalmasınlar diye güçsüz ses tellerimle ince ince anırırdım. Ankara’nın meşhur kış günlerinin başlangıcında ince keten elbiselerimi sırılsıklam eden sulusepkenler yüzünden hasta olup boğazımın içinde alevden bir yumrukla yarı baygınken kalınlaşmış sesim daha bir benzerdi eşek sesine. O halde bile durmaz anırırdım, o halde bile sokakları üzmek istemezdim. Bugünkü kazanımlarım belki bu iyi niyet ve düşüncemin bir hediyesidir diye düşünmekteyim. Çünkü düşünceli davranışlarım arttıkça insanı, doğayı, tarihi ve ruhu çözümleyebilme konusundaki azmimin arttığını gördüm. İlk okuma denemelerimi patronumun leblebi ve fındık külahı yapmak için kullandığı gazete, dergi sayfalarını okuyarak yaptım. Ülkemdeki her genç gibi ileri derecede yalın bir ahlaka ve el değmemiş, katıksız bir namus koruma güdüsüne sahip olduğumdan o gazete ve dergilerdeki çıplak erkek ve kadın resimlerine bakmamaya ileri derecede büyük bir özen gösterirdim. Bir süre sonra o gazete ve dergi sayfalarından artık daha fazla şey öğrenemeyeceğime kanaat getirince de kitap edinmeye karar verdim. Kitaplar benim gibi bir zahirecide eşek olarak çalışan birinin alamayacağı kadar pahalıydı. Yazarların aç kaldıkları için Samanpazarı’nda hamallık yaptıklarını gördüğümde kitapların ne kadar pahalı olduğuna bir anlam veremedim ama bu benim sorunum değildi. Ben ne yapıp edip okumalıydım. Okumalı, aileme, ülkeme, bayrağıma, tarihime bir şekilde daha büyük hizmetler sunmalıydım. Büyük bir özveri ile Zekai Bey’in bana gündelik yiyecek olarak verdiği iki avuç arpadan birini yemeyip tasarruf ederek biriktirmeye başladım. Biriken arpalar bir çuval olunca onları başka zahirecilere sattım ve kazandığım parayla kitaplar almaya ve aldığım bu kitapları bir deli iştahıyla okumaya başladım. Öylesine kitap düşkünüydüm ki bazı gezeler onlara sarılarak yatıyor, soğuğa dayanamayan ailemin kitaplarımı yakma arzularını yok edebilmek için vahşileşiyor, benim için yapmadıkları fedakârlık kalmamış annemi, babamı, kardeşlerimi karşıma alıyordum. Her türlü ihtiyacımdan kısıyor, işimin olmadığı bir vakit dilimi bulur bulmaz soluğu bıyıkları sigara dumanı eme eme bir tutam tütüne dönüşmüş kahve tutkunu sahafların zaman kokulu raflarında alıyordum. Öyle yoğun okumalar yapıyordum ki sayfaları çevirmek için işaret parmağımı yalamaktan hem işaret parmağım, hem dilim nasır tutmuştu. Bu okuma tutkusu olgunlaşınca içimde başka bir şekil alıp kocaman bir yazma sevdasına dönüştü. Neden bende diğer yazarlar gibi tasarlamıyor, yazmıyor ve insanlara sunmuyordum. Evet evet yazmalıydım. Elbette defter alabilmek için herhangi bir ekonomik kaynağım yoktu ama çaresizde değildim. İllaha defterlere mi yazmak zorundaydım? Bu mahrumiyet yüzünden ilk eserlerimi dükkândaki kesekâğıtları üzerine verdim. Kesekâğıtlarını dükkânda içine erzak koymakta kullanıp halka sunduğumuzdan popülerleşebilme konusunda ummadığım bir fayda sağladı bana. Hepsi yüzeyinde birer edebi şaheser barındıran bu kesekâğıtları ülkenin üst düzey entelektüellerine ulaşınca yazdıklarımı kitaplaştırma konusunda büyük yardımlarını gördüm ve bu gün Allah’a şükürler olsun dünya çapında ünlü bir yazar olarak ülkeme ve insanlığın evrensel birikime katkıda bulunmaktayım. İşte sevgili dostum, azmin elinden hiçbir şey kurtulamaz. Bu ülkede benim gibi bir eşek, bir zahireci hamalı büyük bir yazar oluyorsa, senin gibi alık bir pul yalayıcı başbakan, hatta cumhurbaşkanı bile olabilir. Benim yaşamöyküm insan emeğinin değerine ve bu ülkenin fırsatlar ülkesi olduğuna dair en büyük delildir.

Sunday, July 06, 2008

DALGALAR

*Gemi içindekilerle birlikte, dağlar gibi dalgalar arasında akıp gidiyordu. Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna bağırdı: "Yavrucuğum, gel, bizimle beraber bin! Kâfirlerle beraber olma!" *O, dedi ki; "Ben, beni sudan koruyacak bir dağa çıkacağım". Nuh da "Bu gün Allah'ın merhamet ettiğinden başkasını, Allah'ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur." dedi. Derken dalga aralarına giriverdi. O da boğulanlardan oldu. (Hud: 42–43)


Şöhreti beldemize ve beldemizle ilişkisini sürdüren diğer yakın beldelere yayılmış olan ustalığının azametinin yegâne kanıtı, dalgaların mahveden çırpıcılığı arasında balııl bir kuş gibi bilgiç ve güven dolu görünen bu gemiydi. Zamanın en kırık noktalarından birine itinayla vurulmuş, dokunanı yakacak bir mühür gibi büyülüydü o şimdi. Bırakın belde halkını, herhangi bir ruha sahip olmayan tepeler, kaya yığınları, başları suya gömüldü gömülecek ağaçlar bile şimdiye kadar belki de hiç görmedikleri böylesine bir sağanağın altında telaştan çatlıyorlardı. Sadece babam göğerlatılmış bir ok gibi dimdikti; hava karardıkça parıltısı artan güvertenin üzerinde söndü sönecek iki kıvılcımı hatırlatan gözlerindennar suları gibi berrak ve yalın bir şefkati üzerime salıyordu. Herkeste ölesiye bir telaş ile hummalardan beter bir titreyiş; ondaysa merhamet, vakar ve dinginlik… Bu şefkat ve dokunaklılık yüreğimin etrafındaki düğümleri gevşetmek için miydi bilemem, ama kolay teslim olmamam gerektiğinin farkındaydım. Varlığımdan bile değerli olan gururum şu ana kadar aklı beş karış havada bir deli olarak gördüğüm babamın sıcak duygularına kanmamam gerektiğini söylüyordu. Ne olacaktı sanki bu yağış, bu fırtına da diğerleri gibi bir şekilde bitmeyecek miydi? Ne olacaktı, o gemiye binmeseydim ölecek miydim?
Uzun zamandan beri başımıza gelecek bir beladan bahsediyor, zırvalarını bu belanın tehdidiyle bana ve diğerlerine kabul ettirmeye çalışıyordu. Babam da olsa tanrılarıma savaş açmış bir adamın sözlerini elbette umursayamazdım. Hem beldemizin en beceriksiz kâhinleri bile bazı insanların canını yakacak, tarlalarını, evlerini, tezgâhlarını tarumar edecek depremleri, ucu bucağı olmayan devasalanlar haline gelip önüne ne çıkarsa yutacak selleri doğuracak yağışları, azgın yangınları ve bunlara benzer her türlü istenmezi haber verebilirlerdi. Uğurlarında fedakâr olmaya cüret edemeyenlerin en büyük belalara layık olduğu tanrılarımızın verdiği nimetlerle tedbirimizi alır onurumuzla yaşardık. Belki babam yaşı ilerledikçe bana ve belde halkına karşı çoğalttığı ısrarını dizginlemeyi bilseydi, ne ben bu kadar utanç veren bir suçluluk duyardım, ne de o bereketsizlikten başka bir şey getirmeyecek bir çekirge sürüsü gibişlanırdı. Hem en büyük korkusu onurlarının lekelenmesi olan ailemiz böylesine ır bir yükün altına girmez, ululara ve büyüklerimize karşı olan yakınlığımız bir hiç uğruna yok olmazdı. Evet, insanların inançları vardır ve gözünü biraz ıp, elle tutulan gözle görülenlerin aldatıcı debdebesini aşanlar bilirler ki bu inançlar bizi yaşama bağlayan, namusumuzu, huzurumuzu, onurumuzu, saygınlığımızı elimize uzatan ve ruhumuz için sudan, ekmekten farksız bir vazgeçilmedir. Bir dağa kaçıp çalı yaprağı ve keçi sütüyle de bedenimizi yaşatırız ama eğer inançlarımız alaya alınır, hiçe sayılır ve emirleri çiğnenirse o zaman sütüne muhtaç kalacağımız o kıllı ve pis kokan yaban keçilerinden bile daha pespaye ve aşağılık yaratıklar haline geliriz. Ve yine evet, insanların aileleri de vardır… Sürekli birlikteliğimizden dolayı kıymetlerini bir hiç saysak da, ne olursa olsun kalplerimizde birbirimize karşı en sert buz kalıplarını en hasta nefesiyle bile eritecekcacık bir öz vardır. Onların eline birymık batsa bizim yüreğimize dallar saplanır, onların parmağına ateş değse bizim sırtımız dağlanır… Tüm varlıklarını bizim için ortaya koymuş en zor anlarımızda zerre tereddüt etmeden hayati dertlerimizi yüklenmişleridir. Çoğu zaman tanrılarımızdan bile değerli olurlar ve biz o çoğu zamanda tanrılarımıza el açmadan önce onların gözlerinin içine bakarız. Bir insan ömründe kaç kere en değerlileri ile tüm ilişkisini hiçe sayıp, geçmişini, sorumluluklarını, sevgisini ve geleceğini kurumuş bir kuyu haline getirebilir? Hangi koşulda, ne için, neyin karşılığında? İşte inanç ve aileİşte onur ve sevgiBir adam bir vadide, bir deprem esnasında yıkılan iki dağı tutuyor, sol yanında korkundan sinmiş ailesi. Kolları dayanamıyor; sağ kolunu çekse dağ kendi üzerine yıkılacak, sol kolunu çekse yavruları ve eşinin üzerineİşte bu çelişkinin endişesi ancak böyle bir örnekle tasvir edilebilir. Ben belki şu anda, sebebi ne olursa olsun sol elini dağdan çekmeyi tercih ettiği için babama kinle bakıyorum. Onun bir deli olduğuna inanmasam ve birde tanrılarımdan beni ve ailemi soğutmak için çabaları hatırıma takılmasa koşup güverteden aşağı sarkıttığı ipe atılacak, üşüyen yanağımı sıcak sakallarına yapıştıracağım. Gözlerime diktiği merhameti hiçe saymaktan başka bir çarem yok ama şimdi. Ona karşı içimde bir şeyler var, ben onun evladıyım ama içimde her sıkıntıma şahit olmuş ve bir gün, o büyük günde bana yücelerin yücesinin huzurunda şahit olacak, benim sonsuz huzura kavuşmam için yalvaracak ilahlarıma karşı da içimde bir şeyler var. Hem, o az sonra garip gemisi ve etrafına toplanmış ayak takımı ile çekip gidecek ya da bu fırtınanın korkunç ihtişamının açlığında eriyecek. Bense, onun tüm deliliklerine rağmen ona iyilik yaparak yasaları hiçe saymış, kinlerine gen vurmuş ve birçoğu tanrılarımıza benden bile daha sadık olan halkımla kalacağım. Keşke oda aklını kullanıp kendi halkının, kendi beldesinin ilahlarına saldırmasa, ancak bir delinin cesaret edebileceği sözleri sarf etmeyip aramızdaki bağı koparmasaydı. Bu, aslında duyguları olan bir insanı kahretmesi gereken manzara karşısında canımı yakan bir suçluluk mu duyuyorum? Hayır, sadece bir hezeyanın, aynı kanı taşıyıp, aynı tencereden yemek yiyen insanların arasında bile koca bir çatlak doğurabilmişliğine şaşırıyorum. Şaşkınlık, boşluk, kararlılık ve can telaşı… İnsan ne kadar kötü bir durumdaysa düşünme ihtiyacı o kadar artıyor ve bin yıl düşünse aklına gelemeyeceği şeyler iki nefesinde önümde kabaran dalgalar gibi yüceliyor.
Doğduğumdan beri insan için kendisinden daha faydalı ve insanın her türlü zalimliğine rağmen ona güzellikler vermeye delicesine teşne yeryüzünde böylesine kuvvetli bir yağmur görmedim. Bereket getiren sonbahar yağmurlarının sığındıran şiddeti değil alev saçan gözlerindeki; sanki bir haksızlık yaptık ve oda bizden en acısından bir intikam istiyor. Şimdiden tarlalarımız bir daha kullanılamayacak hale geldi ve yollarımız bizleri hiçbir pazara bağlayamayacak kadar beyhude bir hayalEğer tanrılarımızın yardımı yetişir de bu sınavdan kurtulursak bir daha eski yerlerini bile hatırlayamayacağız. Şu anda tek isteğimiz nereden geleceği mühim olmayan ama hepinizi feraha erdirecek bir güvene kavuşarak daha az korkmak. Beldemizin tanrılarımıza en sadık ailelerinin en büyük oğulları onları kucaklamış, suyun ulaşmasının imkânsız olduğu tepelere doğruzla yürüyoruz. Canımız yanıyor ama insan olmanın ve tanrılarla muhatap olma şerefinin o kadar kolay taşınmayacağını bilmemiz belki de yaşama azmimizi katlıyor. Damlalar birer ateş damlası gibicak ve yakıcı; yağmur şiddetiyle alev kusan dağlara bile söz dinletebilir. Yılanlar, kaplumbağalar ve ekinlerimiz bu yağmurun uçsuz birikintisinde yüzen bir tutam yosundan başka bir şey değil şimdi.
Gemi hala az önce durduğu yerde ve babamın gözleri aynı ifadeyi hiçkmamacasına sabırla taşıyor. Neden kehanetlerini bu kadar ciddiye alıp o kadar zaman bu gemi ile uğraştı? Bu deli adamda dünyanın en çılgın ve acı çabasını gördüm ki elleri yarıldıkça yarılmış, dudakları çatladıkça çatlamış, günlerce bir şey yememekten bedeni bir tutam et ve iki tutam sakaldan mürekkep bir çocuk oyuncağına dönüşmüştü. Zamanın hışmıyla perişan olduktan sonra kaldırıp atılması ve yerine yenisinin yapılması gereken birçok nesil görmüş tanrılarımızdan birine benziyordu. Şimdi o çabanın aynısını barındırıyor üzerinde. Aynı çılgınlık, aynı çaba, aynı direti ama bu sefer birde üstüne üstlük kanayan bir merhamet var. Sanki bu merhameti yenemediği için kendisine edilecek merhameti kaybedebilecek olma ihtimalinin kaygısını taşıyor. Başımı çeviriyorum, asama yükleniyorum, önümde komşularım, arkadaşlarım ve birer abide gibi kucaklarda yükselen ilahlar. Sırtımı döner dönmez o boğuk ama etkili sesi enseme batıyor. "Yavrucuğum, gel, bizimle beraber bin gemiye! Kâfirlerle beraber olma!" Dalgaların hışırtısı yarılan dağların uğultusu gibi kafama çarpıyor. Gözümü koşuşan halkımın odaklandığı zirveye dikiyorum. Akbaba yuvaları gibi erişilmez, sert ve sivri. Ancak zirveye ulaşarak bu dalgalardan kurtulurum. Onun merhametini sindirmek için kendi gözlerime neye karşı olmadığını bilmediğim titrek bir kin yüklüyorum. “Kes sesini deli!”. Elleri güvertenin korkuluğuna kenetleniyor ve sesindeki endişe merhametinin yumuşaklığını boğmuş bir halde “Allah’ın merhamet ettiklerinden başkasının planları işe yaramazdiyor. Tüm kinimle gülümsüyorum, yorgun boynumu ilahlarımdan birine bakınabilmek için çeviriyorum. Gözlerim, her köpük yığını eli kılıçlı birer savaşçı olmuş dalgalardan başka bir şey görmüyor. Sonra sırtımda ateşten bir serinlik hissediyorum ve sonrasında boğazımda iki ıslak el.
6 Eylül ikibinyedi