Saturday, January 26, 2008

GÜNLÜKTEN

26 Kasım 2007

ÖZLEM

İçlerinde taşıdıkları yoksunluğun ruh tokatlayışlarını bir duygu sağanağı zanneden ve omuzlarına binmiş yok oluşun şeytan tarafından memnuniyetle izlenmesinden hoşnut ve üstüne üstlük bu hoşnutluğun sağladığı güvenle içine düştükleri heyulayı parıltılı bir umut kuşağı saymış insanların sarılıp uyumak istediği; oysa benim için değer sahibi ruhlara huzursuzluktan başka bir şey vermeyecek ve çocukluğumun, gençliğimin aşina olduğu o tezek kokusundan henüz arınmış bozkırların sadeliklerine kurban edeceğim bu kadın, para, fırsat ve alıklık dolu şehirde yine elimden duygularımı kâğıtlara kazımaktan başka bir şey gelmiyor. “Başka bir şey gelmiyor” ifadesi sana şaşalı bir acziyeti çağrıştırmasın; bunu güçlü bir adamın erimeye ve değersizleşmeye karşı verdiği savaşın bir sloganı ya da ne bileyim bir nefeslik marşı say. Belki de uzun ve anlaşılmaz cümlelerle vücut bulan bulanmışlığımın hikmete dönüşme kaygısının kısa ve öz bir serzenişi bu! Ve hatta belki de elli kollu bir girdap haline gelmiş güvensizliklerine rağmen diğerleri ile kaynaşmayı insanlıklarının şerefine dair ödenmesi muhakkak bir borç bilen yumuşak ve idealist insanlara karşı cüretkar ukalalığın bilinçaltı ifadesi bu birkaç kelime. Ama beni anla lütfen… Gerçekten boğulmaktan, üzerine bir kamyon kum dökülen bir yavru yılan gibi hiçleşip gitmekten korkuyorum… Bu şehirle ve alınlarına bu şehre aitliğin korkutan mühürleri yapışmış insanlarıyla daha fazla muhatap ola ola bir duygu ve renk düşmanı olmaktan korkuyorum… Aykırı yazarların o her daim memnuniyetsiz ve hırçın ruhlarına sahip olacağım diye dimağımın kafasını tüccar kılıklı bir duvarda paramparça etmekten korkuyorum… Peki, bu korkuyu def etmek ya da bu korkunun acı sonuçlarını baştan engellemek adına ne yapıyorum? Allah’a şükür kendime acı kahveden, özlem ve bekleyiş dolu türkülerden, karanlık nurdan, çocukluğumdan, bozkır hatıralarından, beyaz leblebiden, titrek ve birbirinden kopuk tutkunluklardan, oburluktan, gideli çok olmuş yazarların üzerine uykusuzluk sinmiş kitaplarından, dualardan, kaba gürültüden, bit pazarı parçalarından ve yalın sessizlikten bir gezegen inşa ettim ve şimdi onun küçük prensiyim. Bu hayal iktidar ve gerçek kimsesizlik belki de ruhumun sağlığını garantiye alıyor. Bilmiyorum! Bir şehir bir insana ne ifade eder? Yoksa insanlar mıdır ifadeleri gelin başlarına yapıştırılan pullar gibi şehirlere teyel teyel işleyen... Peki, saçma değil midir girift bir eksiklikler bütününün tüm suçunu zavallı bir kavramın üzerine atmak? Eğer üçüncü seçenek üzerine düşünmenin doğuracağı karmaşadan kaçıp, onu pek umursamazsam ikinci şık daha sanatsal bir mantıkla kendine “evet” dedirtiyor; bu itirafla kendim ve çevrem hakkında ulaşmam gereken yargılara beni ulaşıyor. Eğer böyleyse, yani insanlar şehirlerin üzerine ifadeleri sindiriyorsa, ifade denizine bir damla bile akıtamayan ve ifade denizindeki tuz kendi damağına ağır veya yetersiz gelen bir adam nasıl orada dimağını canlı tutmayı başarır? Onu da bilmiyorum ama başarmak bir yana o dimağ bu uçsuz yabancılık ummanın sahillerinde hem törpüleniyor hem de cilalanıyor. Önce kendi tarihinin ele gelen tüm parçacıklarından arınmış bu ince kimsesizlikte her şeyin muhasebesini yapabiliyor. Ailen yok, mekânların yok, sözlerin duvarlara yollara sinmemiş, kaybettiklerinin hayalleri ile karşılaşamazsın, mezar taşları bile sana ölümü değil upuzak ve zamanın en ulaşılmaz katmanına gömülmüş anıları hatırlatıyor… Minareler bile vahdetin değil, buraya ne kadar yabancı olduğunun timsali birer semiz parmak… Çocukluğumu kucağıma alıyorum, gençliğimi ve yavaş yavaş üzerime yürüyen adamlığımı. Hepimiz birlikte dişlerimizi kırarcasına somutlaşabilen bir hınçla birbirimize tutunup garip bir topluluk oluyoruz. Ankara’dayken aklıma bile takmadığım isimler, coğrafyalar, olaylar gökten önüme düşüp asfalta saplanan mızraklar gibi kendilerini korkuyla fark ettiriyor. Tekrar önlük giyiniyor, tekrar o en az benim kadar cılız ve isteklerine doymamış kızlara âşık oluyorum. Kravat bağlamaya çalışırken ilk okuduğum kitaplar şişman ve kanserli kelebekler gibi ağır ağır ve köhne bir yalpayla uçuyorlar gözlerimin önünde. Lağım kokan o köprüden geçerken önüme serilmiş dalgalı çarşafın gücü üniversite yıllarımda üzerine korkuyla abandığım bozkırı örtemiyor. Eşek gözlü, sülün saçlı ve oynak bedenli o kızlar birer gerekli saçmalık oluyor bu oyunda. Arkadaşları kendini terk etmiş o lekeli kazma diş, ablak ve kara köylü suratları, it taşakları gibi sarkmış memeler ve ağır sarımsak kokan nefeslerin buğulandırdığı köy dolmuşlarını kucaklamak istiyorum. Babam ve dedelerim kollarıma giriyor, topluluğumuz büyüyor. Avuçlarımıza Mardin dökseler de yiye yiye gezsek diyorum. Canım içlerinde her daim kıl barındıran o öğrenci köftelerinden arzuluyor. Kulağıma tıkıştırdığım türkülerden biri “Elin elimde ola kapı kapı dilenek” diyor. Evet, işte bu garabetin göbeğinde elimi elime aldım dostum. Hezeyanlarım kâğıttan heybelerde, bakışlarımda tumturaklı bir keloğlan alıklığı piramit dehlizlerini mumla aratacak soğuk şehir köşelerinde kapı kapı dileniyorum. Tabiri caizse daha bir ben oluyorum. İnsanın kendisini hesaplaması büyüleyici ve gerçekten bu yalnızca acılarını semirten ve tutkularına ulaşamamışlığını kulağına fısıldayan bir şehirde gerçekleşiyor. Kıyasıya yüzleşiyorsun ve bu yüzleşme sanki tükenmez bir enerjin varmışçasına yüzleştiklerini ne kadar özlediğin ve özlediklerinin yüreğini ne kadar acıttığını kavradıkça cüretkârlaşıyor. Böylece tarifi yapılmayacak bir istek doğuyor kendi tarihinin kırık parçalarına dair. Adeta cinnet halindeki, iflah nedir düşünmeyen bir uyuşturucu tiryakisine dönüşüyorsun. Belki bu yüzden, sırf bu acıtan eylem karşımda istediği gibi cüretkârlaşamadığı için, Ankara’ya her gidişimde ilk arzum doğduğum ve ilk adımımı atıp, ilk yaşımı döktüğüm mahallenin hala kendine düşman insanlarıyla dolu sokaklarına uğramak oluyor. Bulutlar güneşin önüne geçip özlemim karşısında esas duruşa geçerken ilkokuluma ulaşıyor çocukluğumu kovalıyorum. Canım güleç yüzlü ölüm bekleyicilerin sakallarını andıran o garip pamuk şekerlerden istiyor, doya doya yiyorum. Hocalarımın, arkadaşlarımın hayaletleri, kollarını kollarına dolamış bir vaziyette asfalt kaplı bahçede parıldarken liseme koşuyorum. Boy atmış ve bakışları ciddileşmiş bir yağız serkeşlikten ve bir şeyler anlatmaya çalışan kekeme bir dilden başka bir şey değil şimdi o. Anlatmaya çalıştıklarını biliyorum tabi, bu bilgiden cesaretle sigarayı yaşamına sindirmiş nefesini kokluyorum. İstiyorum ki kar yağsın şimdi, yağmıyor. Çiçekler açıyor ve güneş tatlı tatlı gülümsüyor ilk aşklarımın elde etmeye çekindiğim yüzleri gibi. Dedemin şimdi yerinde yelleri esen bahçesine koşuyorum. Bu bahçeden olgunlaşmış erikler dolduruyorum ceplerime ve geri dönerken de artık her şeyi ile eski hemşerilerimin olan sokaklardan aşklarımın kırıklıklarını, yoksunluklarımı, çekingenliklerimi, farklılıklarımı, kısaca kişisel tarihimin virgüllerini topluyorum. Ara sıra utanıyorum ama hiçbir utanç bu kadar mahzun ve güldürücü olmamıştır. Hala sınırlarına yanaşmaya bile cesaret edemediğim ülke babamın mezarlığı… Onu utandıracak hiçbir şey yapmadım ama nedense her karşısına çıktığımda titriyorum. Annem kaşlarını çatıyor “insan babasının mezarına ziyaret etmez mi?” Edemiyor işte. Belki onun gibi genç yaşta terke yeltenmekten korkuyorum, belki de gözyaşlarımın yaşamın çok değerli olduğunu itiraf etmesini hala kaldıramıyorum. Yaşamı ve bu yaşamın direkleri olan duyguları adam yerine koymak bozkırlı bir Türkmen’in ruhuna yakışmıyor. Daha fazla küçültmeden kendi benliğimi dörtnala uzaklaşıyorum bir dahaki ziyaret cesaretine kadar. Biliyorum ki bir şairin sözlerinden daha büyüleyici olanı acı çekme konusundaki tutku ve kararlılığı… Ve bu tutku ve kararlılıktan daha büyüleyici olanı da bu kararlılığı kanatma hususundaki inadıdır. Bu inat yüzünden belki de etrafımda esen rüzgâr bile beni katıksız bir deli sanıyor. Anılarımı ve hayallerimi bulantıyla yıkanmış, kalemtıraşlarla ütülenmiş bir deli gömleğine hapsettim diye beni ruhsuz, müstekbir ve cani zannediyorlar. Ama bilmiyorlar ki ben bu gömleği ruhuma daha açık sözlü olması için hediye ettim. Onlar kâinattaki tek perdesiz dünyanın çocukların ve delilerin dünyası olduğunu bilmiyorlar. Ne çocukluğunu özleyen, ne de ara sıra da olsa deliremeyen adamlara ben ne anlatabilirim ki? Onlar beni deliliğimden dolayı kınasınlar. Ben onları her zaman izleyeceğim ve onlar garip mimiklerle şaşırırken ben defterlerime daha acı bir kuvvetle abanacağım. Ya çok büyük bir yazar, çok büyük bir bilinmezlik tercümanı olacağım ya da hayal kırıklıklarımın ağırlıklarını kaldıramayıp yürek fıtığı olduğumda hepsine kendilerininkine benzer gülücükler hediye edeceğim.