Wednesday, April 30, 2008

ŞERİATÇI


—Her gün aynı saatte mi dönüyorsun eve?

—Hayır, normalde sabah sekiz, akşam beş çalışırım. Ama genellikle iş saatlerindeki yoğunluğumdan dolayı aksamış işlerim olur. Beşten sonra da onları halletmek için bir, bir buçuk saat işyerinde kalırım.

—Peki, o gün ne işin vardı öğlen birde evde?

—Bir gece önce arkadaşlarla halı saha maçı yapmıştık. Malum hava berbattı. Terli bedenimi de rüzgârdan ve soğuktan koruyamayınca üzerime bir kırgınlık çöktü. Aslında o gün işe hiç gitmeyecektim ama her Çarşamba günü haftalık imalat toplantımız olur. Katılmazlık edemezdim çünkü çeşitli aksaklıklar yüzünden zaten iki haftadır toplantı ertelenmişti. Zorlukla gittim. Öğleden sonra toplantı bitti bende arkadaşlara haber verip çıktım. İstirahat edersem kendime geleceğimi düşünmüştüm.

—İşten çıkar çıkmaz direk eve mi gittin, yoksa bir yerlere uğradın mı?

—İşyerinin mescidine uğradım. Öğle ezanı okunuyordu. Namazdan sonra park yerine gittim arabamı aldım ve direk eve gittim.

—Neden namaz kıldın.

—Af edersiniz ama memur bey bu soru mu şimdi? Ben bir Müslüman’ım ve namazda bir Müslüman’ın gündelik ibadetidir.

—Neden kızdın ki bu soruya! Bizde Müslüman’ız ama namaz kılmıyoruz.

—Beni ilgilendirmez. İster kılın ister kılmayın. Ben kılıyorum. Dediğim gibi mescide uğradım, oradan eve gittim.

—Hangi İslami gruplarla ilişkin var?

—Herhangi bir grupla ilişkim yok. Ben kendi halinde bir adamım. Zaten istesem bile bu yoğunlukla bir grupla ilişki kuramam. Herhangi bir sosyal ve kültürel faaliyete ayıracak zamanım yok.

—Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir İslam devleti olmasını ister misin?

—Ben burada politik görüşlerimi belirtmek istemiyorum ve zaten konu ile nasıl bir alaka kurdunuz anlamıyorum. Hem ben basit bir mühendisim. Kafam ağır dini ve politik meselelere çalışmaz. Sadece sorumlu olduğum ibadetlere düşkün bir adamım.

—Peki, o kadar ibadet düşkünüysen eşinin başı neden açık?

—Biz sonradan Müslüman olduk. Eşimle. Yani üniversite yıllarında! Araştırdık ve kendimize uygun bir yaşam ve inanç şekli olarak İslam’ı seçtik. Ailelerimizin İslami birer yaşantısı yoktur. Dolayısıyla bazı tutumlarımıza çok sert tepki verdiler. Eşim de bu yüzden örtünemedi. Ama örtünmeyi düşünüyor.

—Nasıl yani sonradan Müslüman oldunuz. Önceden neydiniz, Hıristiyan, Putperest filan mı?

—Ya hayır yine Müslüman’dık ama dinimizi anlama ve yaşama gayretimiz yoktu. Yani nasıl desem… Müslüman olduk demeyeyim de anlayacağınız dindar insanlar olduk.
—Pasaportunu incelediğimizde gördük ki Suriye ve Yunanistan’a gitmişsin. Oralarda çeşitli gruplardan eğitim aldın mı?

—Yahu ne eğitimi memur bey! Suriye’ye üniversite yıllarında kendisi Halep’li olan bir arkadaşımla gezmeye gittim. İki haftalık bir geziydi. Yunanistan’aysa şirketim aracılığı ile bir araştırma amacıyla gittim.

—Ne araştırdın?

—Bir alışveriş merkezine monte edeceğimiz Çin malı yürüyen merdivenlerin reel kalitesini araştırdım. Üç günlük kısa bir iş gezisiydi.

—Ailenle görüşüyor musun?

—Tabiî ki.

—Hani ailelerinizle aranızda soğukluk vardı

—Soğukluk var evet memur bey ama biz kanlı bıçaklı değiliz. Ailem sonuçta onlar, farklı dini telakkilerimiz olsa da kan bağımız var. Onlar beni sever bende onları.

—Konuşmanda acayip kelimeler kullanıyorsun telakki melakki. Ne demek bunlar. Neden böyle geri (!) kelimeleri kullanıyorsun. Güncel kelimeler kullansana.

—Haydaaaa. Bakınız mem….

—Asıl siz bakınız. Bizler bu devletin memuru, halkın güvenliğinden sorumlu insanlarız ve sorgulamalarımıza öyle haydalı maydalı cevaplar veremezsiniz. Biz burada can sıkıntısından tutmuyoruz sizi. Okumuş bir insansınız, edebinizi takının lütfen.

—Özür dilerim memur bey ama öyle şeyler soruyorsunuz ki ne cevap vereceğimi şaşırıyorum. Konuyla alakasız sorular. Hem bana bir terörist muamelesi yapmanız hoşuma gitmiyor.

—Biz görevimizi yapıyoruz beyefendi ve sorgulama yapan kişi biziz, siz değilsiniz.

—Tamam, özür dilerim.

—Peki, hırsızla nasıl karşılaştınız.

—Arabamı park edip bloğumuza doğru yürüdüm. Elimde çantam ve çantama sığmayan bazı ozalitler, dosyalar filan vardı.

—Ozalit nedir?

—Görmüşsünüzdür, hani böyle projelerin üzerine çizilmiş olduğu çarşaf gibi kocaman kağıtlar vardır. Ona ozalit deriz.

—Peki, devam edin lütfen.

—İşte bloğa girdim. Evim zaten girişin bir üstündeki katta. Bu yüzden asansör kullanmadım. Çünkü asansör gelene kadar çoktan ben katıma çıkmış oluyorum. Neyse kapıya varınca şok oldum çünkü güvenliğimiz için o kadar para ödeyerek taktırdığımız çelik kapının kilidi sökülmüş, kilidin etrafındaki çelik plakalar ise karton gibi eğilmişti. Kapı altı yedi santim aralı duruyordu.

—Hemen içeri mi girdiniz.

—Birkaç saniye düşündüm. Çünkü hala içerdeyseler ve silahlılarsa karşılaşmamız tehlikeli olabilirdi. Ama bunu da umursayamazdım çünkü eşimin içerde tehlike altında olma ihtimali vardı. Bu yüzden hiçbir şeyi umursamadan içeri daldım. Ben lise ve üniversite yıllarımda kick boks yaptım memur bey. Biraz buna güvendim. Yani eğer silahsızlarsa hepsini haklayabilirdim.

—Peki, koskoca çelik kapıyı darmadağın etmişler. Etraftan kimse gürültüyü duymamış mı? Kimsenin aklına aşağıda neler oluyor diye bakmak gelmemiş mi?

—Oturduğumuz sitenin inşaatı henüz bittiğinden insanlar yeni yeni taşınıyor. Bazen evlerinin beğenmedikleri kısımlarını yeniden yaptırıyorlar. Yani taşınma ve tamir telaşından sürekli bir gürültü yoğunluğuna sahibiz. Bu yüzden insanların bu gürültüyü umursamaması yadırganmamalı memur bey.

—İçeri girdiğinizde ilk karşılaştığınız ne oldu.

—Görünürde hiçbir hareketlilik yoktu. Elimdekileri kapının önüne atıp koridoru geçtim. Salonun camları açıktı ve rüzgâr perdeleri kabartmıştı. Bütün dolaplar çekmeceler açıktı. Sağıma bakınca yatak odamızın buzlu camının ardından gölgeler fark ettim. Orada olduklarını anlayınca mutfağa gidip eşimin et parçalamakta kullandığı satırı aldım. Yani acele ediyordum ama sessiz olmaya da dikkat ediyordum. Bıçağı alıp yatak odası kapısına geldim. Beni camın ardından fark etmesinler diye eğilmiştim. Kapının aralığından baktım. İki kişilerdi. Birisi aceleyle içleri tıka basa eşya dolu olan çekmeceleri karıştırıyordu. Diğeri de nereden bulmuşsa eşimin iç çamaşırlarını kucağına toplamış bir şeyler mırıldanıp gülüyordu.

—Salonda eksilmiş eşyalar var mıydı?

—Olmaz mı? LCD televizyon yerinde yoktu. Birde çok değerli biblolar vardı arkadaşlarımın evlilik hediyeleri. Hem ben onları izlerken gördüm ki ellerindeki siyah bir torbaya buldukları ziynetleri dolduruyorlar. Beni çığırımdan çıkaran elinde eşimin çamaşırı olan alçağın fısıltısı oldu. Arkadaşına diyordu ki “Keşke karı da burada olsaydı da üç parça eşya ile yetinmeseydik”.

—Peki, odaya nasıl girdiniz?

—Elimdeki satırın sapını sımsıkı kavradım ve bütün gücümle bağırarak içeri daldım. Nasıl bir gürültü çıkardıysam şok oldular. Elleri ayakları birbirine dolandı. Elimden bir kaza çıkmasın diye satırı garip bir refleksle yere bıraktım. Eşimin çamaşırları elinde olana öyle bir yumruk vurdum ki elmacık kemiği içeri çöktü. Diğeri elindekileri yere bırakıp belinden bir bıçak çıkardı. Ben bıçağı görünce adamın üzerine atıldım. Önce bıçağını tutan elini saf dışı bıraktım. Sonra Allah ne verdiyse vurmaya başladım. Bir anda içeriden eşimin sesi geldi, daha doğrusu çığlığı. Ona bir zarar gelir diye ayağa kalktım. İçeri koştum. Beni görünce sarılmak için üzerime yürümeye başladı. “Çabuk dışarı çık, içerdeler”, diye bağırdım. Şok olmuştu anlamadı. İçerdeki hırsızlar kalktılar. Ellerine bıçaklarını almışlardı ama üzerimize saldırmaya cesaret edemediler. Gözümüzün önünde yan yan hızla yürüyüp açık pencereden atladılar. Kaçtılar. Evim giriş katta olduğundan kaçmaları onlar için çok kolay oldu.

—Eşiniz neredeymiş?

—Üst katta oturan bir hanıma oturmaya gitmiş. Ben bağırınca gürültümü duymuşlar. Aşağı inmişler. Bizimkisi kapının halini görünce can acısıyla içeri atılmış. Diğer kadınlarsa kendilerine zarar geleceğinden korkarak tekrar evlerine kaçmışlar.

—Peki, malum adamla nasıl karşılaştınız.

—İki adamın kaçmasının üzerinden bir dakika geçmedi. Eşim bana sarılmış ağlıyordu. Bende şoktaydım ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Birde baktım ki her yanı dağılmış dış kapı aralandı. İçeri malum vatandaş girdi ve sanki o bizim evimizi değil de biz onun evini soymaya çalışıyormuşuz gibi şaşkınlaşmış bir öfkeyle kaşlarını çattı. Meğer bu kaçan diğerlerinin arkadaşıymış ve evden aldıkların aşağıdaki araca yüklüyormuş. Başka bir yükleme için tekrar eve çıkmış. Bunu sonradan öğrendim.

—Orasını biliyoruz. Geçelim lütfen.

—İşte memur bey adam bu öfkeyle üzerime atılıp benle boğuşmaya başladı. Boğuşurken de “seni gebertip karını da kaçıracam, kendime karı yapacam, anansını avradını …..” gibi laflar ediyordu. Daha boğuşmamızın başında boşluklarını bulup ağzına burnuna yumruklarımı savurmaya başladım. Önüme yığıldı ama kan dolu ağzıyla hala beni tehdit ediyordu. Hem malım gitmişti, hem canım tehlikedeydi, hem de onuruma, şerefime sövüyordu. Ne yapacağım bilemedim. Doğrulmaya çalışırken dedi ki “nasıl olsa birkaç ay yatar çıkarım. Karını elinden alıp kendime kapatma yapmazsam adam değilim” dedi. Dayanamadım, karnına güçlü bir tekme attım. Biliyordum ki devlet bu adama doğru dürüst bir ceza vermeyecek. İçimden düşündüm “İslam Devleti olsa bu adama ne yapardı” diye. Hemen kafamda bir şimşek çaktı. Eşime dedim ki “odadan satırı getir”. Bir iki saniye içinde alıp geldi. Bu aşağılık adam iyice uyuşsun diye birkaç yumruk daha attım. Tüm komşular kapımıza doluşmaya başlamışlardı. İçlerinden bir çocuk “abi annem polisi aradı, hırsızı kaçırma”, dedi. “Annen ambulansı da arasın”, dedim. “Zaten onu da aradı”, dedi. Eşimin elindeki satırı aldım. Hırsız yarı baygındı. Tüm insanların gözü önünde sağ kolunu tuttum, yerdeki ahşap parke zemin üzerine yaydım. Nasıl vurdum satırı bende bilmiyorum. Adamın kolu beş altı santim öne fırladı. Adam bir çığlık attıysa da ardından bayıldı. Komşularım ve eşim ne yaptığıma bir anlam vermeye çalışırken de polis arkadaşlar geldiler. Sonrasını zaten biliyorsunuz.

—Ekleyeceğiniz başka bir şey var mı?

—Hayır yok.

—İmzala o zaman.



Monday, April 21, 2008

DI MESSAGE


Çeşitli teknik sebebplerden olayı uzun zamandan beri blogumu güncelleyemiyordum ama hasret son buldu, sitemkar kardeşlerimşu anda delicesine mesud ve bahtiyarlardır inanıyorum :P ... Çeşitli organlarda yayınlanmış yazılarım burada, teknik koşullar elverdiği sürece kısa aralıklarla eklemeye devam edeceğim. Bir şarkısınız siz, ömür boyu sürecek, dudaklarımdan günlerce düşmeyecek. Allah'a emanet olun, görüşmek dileğiyle.


özkan şahin


ÇEVİRMEN

Genellikle yaşam istediklerimizi sunmaz ya bize… Yaşam işte fırsat bulur bulmaz yapar hınzırlığını. Dikkat edin hayat demiyorum. Hayat kelimesinde insana dair bütün aydın ya da karanlık derinlikleri kapsayacak bir haşmet var. Benimkisi derinlikleri üç kuruşa feda olmuş ve şaşalı bir yanılsamaya dönüşmüş kısa, garip öykülerin toplamı! Budur yaşam dememin sebebi. Neyse…
Yayınevini bir gün önceden aradığımda Nevzat Bey “paranız hazır” demişti, o yüzden sabah evden çıkarken bizimkilere yerli yersiz vaatlerde bulundum. Vaat dediklerimde ne ki! Anneme “gözlüğünü tamir ettireceğim”, hanıma “kıyma getiririm”, toruna “oyuncak alacağım mutlaka”... Nevzat Bey ne anlasın halimden. O bunları vaatten bile saymıyordur belki de, koskoca yayınevi müdürü… Ama işte, malum biz sonuçta garipçe insanlarız, hayallerimiz de, hayalleri olanlarımıza vaatlerimizde dünyalarımız kadar önemsiz ve küçük. Hem parayı alabilsem botumun yarıklarını da diktirebilecektim. Hava yağmurlu olmasa, o romatizmalarımın başlangıç noktası lanet yarıklar bu kadar bela açmazlardı başıma. Önümüzde kış malum, üste başa bakıma yavaş yavaş başlamak gerek.
Nevzat Bey’le görüşmek istediğimi belirtince bana beklememi söyleyen sekreter kız halime acımış olmalı ki sıcak bir çay söyledi de kendime geldim. Çay nasıl bir içecek ki sıcağı gırtlağa değdiği anda ruhunuz boşluktan bile parıltı üretebildiği hissine kapılıyor. Bardak ince belliydi sekreter kızcağız gibi. Bizim gençliğimizdeki yayınevleri, dergiler, gazeteler nerede, burası nerede? Sülün gibi sekreter, alüminyum raflar, eli çantalı civan gibi çocuklar, kaba etleri çürütmeyen sandalyeler, bir koridor boyu onlarca oda ki zemin boydan boya halı. Duvarlarda bastıkları çeşit çeşit kitapların afişleri; nereden bulurlar ki böylesine renkli, böylesine canlı resimleri? Hatırlıyorum bizim Yaşar’ın -Allah rahmet eylesin- Ankara’da, Rüzgârlı Sokak’ta bir yayınevi vardı. İçeri girdiğimizde etraf mürekkep kuyusu gibi kokardı. Üstüne üstlük damağı kurutan kâğıt hamuruyla hemhal havası, azıcık ışık, sere serpe koliler, her noktada bir avuç toz… Bir babası vardı gözleri şaş ki okuma yok yazma yok! “Evladımın işletmesi” diye başköşeye kurulur, içi geçtikçe horul horul horlardı garipceğiz. İçeride yığın yığın kitap hepsi saman kâğıdından, kapakları aynı renk, her biri birbirine benzer… Bir çay ne haddine! Çoğu zaman Yaşar’ın elinde avucundakini ya kat sahibi, ya matbaacı alırdı da güzelim öğle yemeğini ekmek peynirle geçirirdi ki o da veresiye. Bizim hanım olsa atlardı hemen “o zamanlar tadı vardı her şeyin” diye ama o kadar basit değil. Şimdi ne kadar karmaşık, ne kadar birbirine girmişse her şey, o zamanda göksüz bir çöl gibi sadeydi yaşam. Öyle sadeydi ki bazen birbirimize besleyecek kin bulamazdık. Birine gönül düşürsek gönlünü edeceğimiz iki kelam gelmezdi dilimize. Şimdiki gençler âşık olmayı bile öğrendiler ki bu yüzden aşk romanları artık yazılmaz, yazılsa da satılmaz oldu.
Nevzat Bey beni biraz uzun süre bekletince işin ciddiyetine kanaat getirdim, herhalde paramı vereceklerdi. Koskoca müdür ödemememi yapmayacak olsa neden bekletsin beni o kadar süre. Sekreter kıza telefonla bildirip beni yanına çağırınca heyecanla ayağa dikildim. Bir acemi er edasındaydım ki kızcağız yadırgadı heyecanımı, tatlı dudaklarıyla tebessüm etti. Şimdiki kızlar gerçekten güzel. Haaa hakkını yemeyeyim bizim zamanımızın güzellerinin simaları daha güzeldi ama sadece sima ile biter mi iş? Şimdikilerin simaları güzel olduğu gibi, yürüyüşleri de bir ayrı asil, konuşmaları bir ayrı işveli, gülüşleri bir ayrı tatlı. Bunlar yaşamak, yaşamı tatmak için soluk alıp veriyorlar. Bizimkiler sadık bir koca, sağlıklı iki çocuk, iki göz oda, bir tabak çorba için yaşarlardı. Amacını güzelleştirince insan, yüzü bir ayrı parıldıyor demek ki.
Allah razı olsun Nevzat Bey odasına ne zaman girsem beni saygıyla karşılar. Sandalyeye oturunca halimi hatırımı sormadan lafa başlamaz. Çoğunlukla güleçtir yüzü. Modern yönetici işte, yüzü yumuşak işi sert! Bizim amirlerimiz barutu üzerinde gülle gibilerdi ki selam versen bir küfür, selam alsan yüz zehir.
—Hoş geldiniz hocam, nasılsınız görüşmeyeli?
—Teşekkürler evladım, seni sormalı!
—Geçinip gitmekteyiz işte hocam, iş güç, hır gür.
—Sebebi ziyaretim malum evladım. Oturup muhabbetini tatmak isterim ama şu benim ödemeyi bir zahmet yapsan da öğlen servisini kaçırmadan evime varsam.
—Aceleniz ne hocam, birer çay içelim öyle müsaade veririz.
Taa çocukluğumdan beri kötü huyumdur. Başkasının evinde, yurdunda, odasında, bir garip huzursuzluk çöker üzerime. Karşımdaki ablam, kardeşim olsa zerre fark etmez. Sanki çıplakmışım gibi utanır, yetim çocuklar gibi ezilir büzülürüm. Diyemedim de işte Nevzat Bey’e “neyime benim çay kahve”! Zaten öğleden sonra ayaz başlayacak. Hem nedense şimdiki gençlerin muhabbetleri pek açmaz beni. Böyle o kendine güvenleriyle kabarıp, hızlı hızlı, daha anlamını bilmediğim kelimelerle konuştuklarında sanki iki el boğazıma yapışır, göğsüm daralır, Firavun’un karşısındaki Musa Peygamber gibi olurum. O delicesine sevdiğim çay bile acır, tuzlanır. Pencere macunu gibi gırtlağıma yapışır.
—Hocam sizde mi altmış sekizlisiniz?
—Ne yaptın evladım. Ben kırk bir doğumluyum. O kadar genç gösteriyorsam teveccühün.
Bu gençler iyi hoşta, birde şu gevrek kahkahaları olmasa.
—Yok hocam yok. Yanlış anladınız. Yani hani altmış sekiz akımı var ya. Solcu muydunuz?
—Haaaa yok oğlum yok. Benim pek siyasetle işim olmadı. Evden okula okuldan eve…
—Durun hocam muhasebeyi arayayım. Ödememiz ne âlemde.
—Akıbeti belli değil mi oğlum paranın. Vereceğim demiştiniz.
—Müsaade ediniz hocam, soruyoruz.
—Hayır, bir durum olmasın da.
Zamane gençlerinin sevmediğim bir huyları da dengesizlikleri. Az önce bayram çocuğu gibi şakrak bu oğlan, şimdi nasıl çivi gibi bir topçu binbaşısına dönüştü. Bizim gençliğimizde ne haddimize büyüklerimize kaş çatmak, çene derimizi gerip, kelimelerin üzerine basmak! Yanlış bir şey mi söyledim ben yoksa!
—Ne gibi bir durum olmasını bekliyorsunuz.
—Yanlış anladınız evladım. Yani ben paramın üzerine yatacağınızı düşünmüyorum tabi.
—Yatmayız efendim yatmayız. Merak etmeyin siz.
—Hayır evladım, merakım yok. Ama devir kötü malum. Hangi yılan insanı neresinden sokacak belli olmuyor.
Hayatımda kendi başıma kendi dilimden belalı bir düşman daha görmedim. Ne gereği vardı şimdi içimdeki şüpheyi böyle açıklamanın. O kadar yıl bıraktım gerimde, yine de şu patavatsızlığımdan arınamadım.
—Efendim kızmayın ama amma da Çingen’mişsiniz?
—Anlamadım oğlum.
—Anlamayın anlamayın.
Ne yapıp bir çuval inciri ziyan ettim bilmem ama Nevzat Bey hışımla telefonunu kaldırıp sekreter kızı çağırdı. Benim çevirilerimi yayından çekmelerini istedi. Moralim öylesine bozuldu ki asaleti elden bırakmama adına bir laf söyleyemedim. Yani asalet dediysem ben öyle ağa paşa çocuğu değilim. Niğdeli bir garip marangozdu Saman Pazarı’nda gariban babam. Ama iyi kötü okumuş adamız, kötü bir laf çıkmasın, mütenezzil sanmasınlar şahsımı diye sustum. Sinirli müdürle konuşan sekreter kızın bakışları nokta nokta oldu yağdı üstüme. Nedense o an canım sıcacık bir bardak boza ile şöyle bir avuç sarı leblebi istedi. Beş dakika boyunca Nevzat Bey’in odasında bir şeycikler yapmadan oturduk. Ara sıra çerçevesiz gözlüklerinin altından sert sert bakıyordu “hadi kalk git dercesine” ama ne bileyim. Ben kararını değiştirir diye bekledim. Sonra sabredemedim.
—Oğlum ödeme olacak mı?
—Hocam, yayınevimiz prensipleri gereğince muhataplarından sadece mesleki değil sosyal liyakatte bekler.
—Ne güzel söylediniz oğlum.
—Bu yüzden sizinle çalışamayacağız. Çıkabilirsiniz.
—Ama çevirilerim.
—Merak etmeyin hepsi arşivimizden çıkartılarak tarafınıza kargo yoluyla iade edilecektir.
Ne diyeceğim bilemedim. Yine asaleti elden bırakmadım ağır ağır kalktım, “hayırlı günler” diledim ve çıktım.
Cebimde iki lira vardı. Biri dolmuş için, diğerinin akıbeti ne olacak nereden bileyim! Dolmuş, adından ziyade bomboştu. Yollar çamur, mırıl, pislik… Kim mecbur değilse çıkıp gezer bu havada. Bizim zamanımızda çamurdan her nokta derin bir bataklık halini alırdı. Şimdi çamur az ama nedir o ızgaralardan taşan sular öyle. Minik birer derecik hepsi… Ama bizim gençliğimizde at pisliği birer virgül gibi yapışırdı kaldırım kenarlarına. Hele geceyse ve görmediysen, bileğine kadar pislik... Neydi o öyle sarı sarı. Hatırlarım annem ne beddua ederdi dilinin kötü tarafıyla arabacılara… Ne küfürler ana avrat, ne küfürler hoyrat mı hoyrat. Şimdiki kadınların ağızlarına bu kelimeleri yakıştıramazsınız.

10 Ocak İkibinsekiz

sokakfilozofu1@hotmail.com

JENOSİD MEYYALLİĞİ. ALMAN MİLLİYETÇİLİĞİNİN KÖKENİ VE KARAKTERİ




JENOSİD MEYYALLİĞİ
Alman Romantikleri modern Avrupa’nın akılcılığını boş, eklenti, yapay ve hatta bazen onursuzca görüyorlardı. Onlar şahsın yapıcı özünü usunda ve tasarımcılığında değil, şahsın sezgilerinde ve bilincin derinliklerinde kabalaşmış bir duygusallıkta aradılar. Onlara göre akıllı olmak, üretebilir olmak, düşünebilir olmak değil, tarihsel bir dayatmanın kökenindeki organizasyon şuurunun sindirilmişliği, Alman olabilmek bambaşka bir şeydi. Daha 1800’lerin başında Almanya’nın Avrupa için apayrılığını, seçkinliğini ve farklılığını felsefi zeminlerde iddiaya başlamış, Nasyonal Sosyalizminde bilinç taşlarını tarihsel zemine yerleştirmişlerdi. Bu zeminde “Almanlık” kavramı zamanla öyle özgün, nevi şahsına münhasır bir hal aldı ki, tarihsel, düşünsel, politik bir kuşatılmışlıkla sınırları aşırı belirgin biyolojik özlü bir milliyetçiliğe doğru yöneldi. Bu biyolojik özlü milliyetçilik Almanya’nın Avrupa demokrasisinin gelişim safhalarının birçoğundan beslenemeyerek gelecekte başına büyük işler açmasına sebep olacaktı.
Bu milliyetçilik prototipinin Almanlar bünyesinde tamamen içselleşmesi sonucunda, çeşitli kaygılarla Almanya’ya gelen yabancılara (1. Dünya Savaşı öncesinde Polonyalılar, 2. Dünya savaşı sonrasında Türkler) hep geçici, geri dönücü gözüyle bakıldı. Özellikle günümüzde Türklerin Almanya’ya bütün yönleriyle bağlanması ve demografik, ekonomik bir güç haline gelmesi, Alman milliyetçilerinin bilinçaltında, “Almanlığa dair bir nevi tarihsel onursuzluk olarak telakki edilmektedir.”
Tarihçiler 2. Dünya savaşının sonunda Nazizmin Almanya bünyesinden kazındığı inancıyla yeni Avrupa demokrasisi yeniden doğduğu konusunda yanıldılar. Oysa Nazizm, kendisini yaratmış olan Alman romantizminin eliyle yok edilerek tarihe gömülmemiş aksine, 2. Dünya Savaşı’nda müttefiklere karşı yenildiği, maddi ve manevi gücünü kaybettiği için Alman halkının bilinçaltına, yani başka bir söyleyişle Avrupa Tarihi’nin yeraltına çekilmişti. On beş yıl önce Solingen’de, geçtiğimiz aylarda ise Ludwigshafen’de gerçekleştirilen saldırı aslında birkaç aşırı milliyetçi (!) serserinin alkol-uyuşturucu etkisiyle gerçekleştirdiği istisnai saldırılar değil, yavaş yavaş başta Almanya olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde de görülen toplumu temizleme, geri dönmesi gerekenleri bir şekilde geri gönderme isteğine dair yapılacak faaliyetlerin ön provalarıdır.
SSCB’nin çöküşü, Yugoslavya’nın parçalanmasından sonraki süreçte çok büyük ekonomik ağırlıklar yüklenen Avrupa, 11 Eylül’le başlayan İslam temelli kimlik ve diğerleriyle ilişkiler problemlerini aşmada medeniyetinin birikimlerini kullanamayarak Emperyalist tutumlarını kör bir tavırla devam ettirdi. Başta karikatür olayı olmak üzere, benzeri birçok yüz kızartıcı krizde Avrupamerkezci bir güvenle suçluları kınama, yargılama gibi bir faaliyete girişmedi. Bu güven Avrupa’nın kendi tutumlarını iyi kötü demeden içselleştirerek, kendine yeni bir tarihi bir karakter pekiştirme gibi algılanırken kendi içindeki yabancı (!) unsurları bariz bir şekilde dışladı. Bu dışlamada yabancıları sindirme merkezli aykırı halk hareketlerine güven zemini oluşturdu. Bu zeminin oluştuğu tarihsel şartları bir kez tahlil etmek isteyenlerin yapacağı en iyi iş 1930’ların sonundaki Avrupa Tarihi’ni ve İkinci Dünya Savaşı öncesi ve esnasındaki Jenositleri incelemek olacaktır.

PARADOKS


Aslında umursanmaması gereken “sanatsal” kılıflı pespayelerin bilinçlere yılan yumurtaları yerleştirdiği ekran ve kitapevlerinde, umursanması gerekenler nankör bir kınama ile olabildiğince dışarı itilmekte. Herkesin gözünün içine girmesi gereken, film, kitap ve belgeseller üç beş entelektüel adamın dünyasından başka bir yerde kendisine yurt bulamıyor. Sadece kitaplar mı? Gözü kapalılığın ilahi cezası yabancılaşma, yozlaşma ve kemirilme bilinç tacının mücevherleri olması gereken birçok şeyi çakıllara feda etmiş. Etrafımızda işkence görmüş, tecrit edilmiş, horlanmış, savaşmış ve bunun ardından sapkınlaşan davranışlarının niteliklerini Freud’ların, Jung’ların bile betimleyemeyeceği bir güruh var. Çevresindeki gazilerin, işsizlerin, eğitimsizlerin, umutsuzların, asgari ücrete muhtaçların, her isteklerini bastırmış ve diken diken batan bir heyula içinde deliliklerini kanıksamışların kendilerinden farklı olmayana karşı biledikleri yalın bir savaş çığırtkanlığı… Sizde biliyorsunuz, bu çığırtkanlığın ardından bombalar patlayıp, ateşler yücelecek ve kan pıhtıları öbek öbek cici ayakkabılarımızı kirletecek. Sonrada dünyanın en bön bakışlarıyla acılı türküler oluşturup ne kadar güçlü bir edebiyata sahip olduğumuzu ve ne kadar enayi olduğumuzu ispatlayacağız. Sonra susacağız, bir sonraki nesil “milli tarih” kitaplarının verdiği gazla eskisinden daha iyi silahlarla, eskisinden daha zeki bir düşmanlık tipi oluşturacak. Ardından yine savaş, yine bombalar, (belki gelişen teknoloji sayesinde bu sefer kan bile görmeyeceğiz) ve ardından türküler… Bu kısır döngü, bu paradokstu belki de Âdem’in yasak meyvesi. Onu yedi ve hem kendini hem de çocuklarını, izleyen herkesin korkudan güleceği bir oyun içine soktu. Dünyanın fıtratı, içgüdüsü… Bazı adamlar hala babaları Âdem’in şaşkınlığıyla bir şeyler anlatmaktalar. Ama faydasız… Tanrı halimize acıyıp bu oyunu bitirene kadar şairler, sanatçılar, sosyal bilimciler, filozoflar kirli yastıklarıyla boğuşup, kuğu kılıklı defterleriyle sevişe sevişe ışıklı bir gelecek hayali kuracaklar. Parasızlıkları yüzünden en yakın yoldaşları olmuş üçüncü sınıf sigaralar kendilerine kalp krizleri, gırtlak kanserleri hediye ederken, ölüm döşeklerindeki son hayalleri içinde düşmanlığın ve onun doğurduklarının insan onurunun ayakları altında ezilmiş olduğu bir ütopya yazmak olacak.

KATHE MİLLETT İLE SARSINTI DEHLİZİNE YOLCULUK

Yalnız bir avuç lav serinletir dilimi
Ve bir tutam dikenle yenilenecek midem


Yarım kalmış bir şiirden


Yakın tarihinde çeşitli “insan haksızlıkları” durumlarıyla karşılaşan ve günümüzde varlıklarını umulmayan -veya umulan- anlarda tekrar belli eden, nitelik olarak birbirine benzer bu tip problemlere kerelerce muhatap bir toplumuz. Birikimleri darbeler, krizler ve üzerlerinde hala tartışılan toplumsal facialarla sık sık darmadağın edilmiş bir toplumun kaderine dair yadırganması abes, doğal bir sonuç bu. Bu sonuçların öncesi ve sonrasına dair kafa yoran çeşitli yazar, araştırmacı ve akademisyenler tarafından kriz dönemlerindeki çatlaklık durumları irdelendi. Azımsanmayacak miktarda araştırma, edebi eser, sinema ve belgesel filmleri hazırlanmış olsa da bu yapıtlar, ortak hafızasını acılara yurt etmekten korkan yığınların içindeki dünyayı hakkıyla titretemedi. Bunu bir duyarsızlık ya da ortak hafızasını bir acı mezarlığı yapmaktan kaçınma, umursamama yoluyla gelişimlerine devam etme eğilimi olarak tanımlayabiliriz. Peki, bu çıkarım sadece bizim toplumumuzun yaklaşımına mı dair ya da bu eğilimler sadece insanımızın yüreğinde mi filizleniyor? Elbette hayır… Gözlerimizi dünya üzerinde gezdirdiğimizde toplumların genelinin bu utanç mühürleri karşısında duyulanlara dair tepkilerin pek farklı olmadığını görüyoruz. Bu durumun kılavuzluğunu yapansa yalın bir tutarlılık ve itinalı bir tahlil düzleminde kendini okutan, sarsıcılığıyla alanındaki en önemlilerden olan Kate Millett’in, “Zulüm Politikaları” adlı eseri.

Kitapla üzerine yazılmış bir makale ya da “insan haksızlıkları” meselesine emeğini ve zekâsını yoğunlaştırmış bir arkadaşımın tavsiyesiyle ulaşmadım. Kitap, kitapyurdu’ndan –amiyane tabirle- ucuz kitap düşürme çabalarımın herhangi birinin ardından elime geçti. Herhalde pek dikkat çekmediğinden yayınevinin (Metis) sarı etiket (kelepir) listesine girmişti. Elbette daha önce tecrit, hapishane ve işkenceye dair bazı filmler izleyip, bazı edebi eserler okumuştum ama asıl çarpıcı olup sarsıntısını hissetmem gerekenler sinema ve edebiyatın akıcı sürükleyiciliğinde kaynayıp gitmişti. Oysa Millett’in araştırmacılığındaki tahlil yeteneği kitaba daha ilk sayfalarda okuyucuyu empatiye zorlayan bir şuur katmış. Kitabın atmosferi etrafınızda soluklanmaya başlar başlamaz sayfalar iki güçlü el gibi yakanıza sarılıyor. Soljenitsin’in “İlk Çember’inin” kahramanı İnnokenti Volodin’in kapkara macerasıyla Stalin diktatörlüğünün telaşını paylaşıyoruz. Primo Levi “Bunlar da insan mı?” adlı tokadıyla Nazi kamp düzeninin utanç verici acımasızlığını bir avuç demir eriyiği yapıp yüzümüze akıtıyor. Henri Alleg’in başına gelenler; “Medeniyet’in beşiği!” Fransa’nın, Cezayir savaşı buhranıyla ne kadar barbarlaşabildiğini gözler önüne seriyor. Ardından Anglosakson ırkçılığının İrlanda ve Güney Afrika’da ne kadar cüretkârlaştığını görüp “Guantanamo ve Ebu Gureyb” kültürünün kökenlerinin nerede olduğunu acıyla kavrıyoruz.
Sarsıcı bir empatinin hediyesi bu kavrayış bize ne öğretiyor peki, Kate millett’in çabası neye mal oluyor? Zulümle tahakkümün, bir ideoloji ya da bir rejim meselesinden çok daha ayrı bir şey olduğunu öğreten kitapta, gücü eline almışların, hukuk ve toplumsal kontrolle terbiye edilmedikleri zaman kendi toplumlarının ve dünyanın başına ne gibi içler açacaklarını kanlı canlı örnekleriyle görüyoruz. Eğer vatandaşlık erklerinizi, şuurunuzu, aklınızı, tarihinizi ve geleceğinizi güç sarhoşu olmuş bir diktatör ve onun oligarklarına verdiğinizde koruyuculuğuna sığındığınız hukukun nasıl anlamını kaybedip bir benlik öğütecine dönüştüğüne şaşıyorsunuz. Başroldekilerin isimleri bazen Hitler, bazen Stalin olurken, bazen de karşımıza “kirli dünyada en medeni” olduğunu iddia eden bir devletin ismi karşımıza dikiliyor. Zulüm araçları dünyanın farklı bölgelerinde ve farklı toplumlarında boy gösterse de hepsinin karanlığı aynı ölçüde ürküntü veriyor. Zulmün bayrağının rengi olmadığına dair bilimsel bir ispat adeta bu kitap; insan şuuruna yerleştirilen soyut bir uyarı çipi… Eğer bu ve benzer çipleri “anlamak istemezliğin” alacakaranlığına sokarsak tanrı kılıklı canavarların bizim ve diğerlerinin yavrularını nasıl yediğini görüyor, tarihin nasıl rezil bir kemik çöplüğü haline geldiğini anlayarak utanıyoruz.
En garibi de şu. Bu gün Irak’ta, Çin’de, Afrika’da aynı zulmün bir devlet politikası hakkında devam ettiğinin farkındalığı üzerimizde ve bir parçasını paylaştığınız yeryüzünde, özdeş benliğe sahip olduğumuz başkalarının bu acıları hak edecek neler yapmış olduklarını düşünüyoruz. Şu anda birileri gulaglarda, kamplarda modern teknolojinin kendilerine sunmuş olduğu olanakları eline almış acımasız sorguçların karşısında, alçalıştan başka bir anlamı olmayan uğursuz bir işkenceye hazırlanıyor. Belki bu kitabın en büyük kazanımı verdiği bu şuur… Kendinizi kitabın içindeki kafeslerde hissederken, özgürlük ve yaşanasılığın kıymetini unutmuşlar için minik bir meblaya büyük bir sarsıntıyla yenileniyorsunuz.
Yeryüzünde daha çok zulmedilip, bunlar üzerine daha çok kitap yazılacak. Önemli olan bir insan olarak bu zulmün varlığından hicap duyup, kendinizin ve toplumunuzun bu zulme giden yolları kapama çabasını unutmamamız gerektiğinizi aklımızdan çıkarmamak. Karakterler o kadar canlı ki… Zulüm politikaları bireyin her an bir İnnokenti ya da Henri Alleg haline gelebileceğini öğretmesiyle güzel.

sokakfilozofu1@hotmail.com


http://www.futuristika.org/2008/02/02/kate-millet-ile-sarsinti-dehlizine-yolculuk/

TUZ






Ankara dudakları tuzlu bir fahişedir
Heybesinde keskin uçlu kaldırım kırıkları
Bazen yurdunu kaybetmiş bir dervişi andırsa da
Gülüşlere benzetilir hıçkırıkları
Elleri ceplerinde
Kaşlarına kar yağmış adamlarca

Ankara dudakları tuzlu bir fahişedir
Elektrik direkleri
Mızrak yağmurlarının artığı acı
En para eden yeri yanaklarıdır
Ki kışın kapkara soğuk mu soğuk
Yazın alımsız ama gürbüz
Ve pazarları suskundur gözleri
Cumaları ise huzura dair bir masal anlatırlar

Ankara dudakları tuzlu bir fahişedir
Düşleri öykülerinin en titrek cümleleri
Sırtını dayadığı kimsesiz kale
Paslı bir iğne olup batmıştır yüreğine
Avuçları toprak aruzlar bu halde bile
Alnından akan turuncu sirke
Bir çift dudak özeniyle sular
Kabukları gümüşten darağacı tohumlarını

Ankara dudakları tuzlu bir fahişedir
Kedilerdir gariban azametinin kursağına ekmek dizen
Kediler ki hamile sevecen tedirgin ve pespaye
Bir şairi vardır alt tarafı
Bir de yosun tutmuş patikaları
Bazen tebessümleri de görülmüştür
Mavi gökte kaybolan balon demetleri
Simit olup yağarken susam ağacı gölgelerine

Ankara dudakları tuzlu bir fahişedir
Yalan söylemiyorum gerçekten
İstanbul ne zaman elini uzatsa saçlarıma
Onun dudaklarının nemine sığınırım ben
Ceplerimde ne varsa göbeğine saçarım
Gülümser
Bir delinin ayyaşlığı kenetler canımızı
Cami avlularında çocukça sevişiriz
Korkmayız bile
Heyecanımıza sıçrayan bekçi düdüklerinden



Ankara dudakları tuzlu bir fahişedir
Allahım
Ne olur hiç şeker yağmasın ellerine
O elleri ki birer minik bozkırdır
O dudaklar ki susuzluğuyla makbul
Bir tek benim mürekkebim sinmeli yüreğine
Allahım
Ne olur hiç şeker yağdırma ellerine

Ankara dudakları tuzlu bir fahişedir
Kayalar gibi asil
Yuvalar gibi sıcak
Gerçekten
Siz onu kırıtkan bir bürokrat sanırsınız
O dudaklarında tuzdan yaralar bir kraliçedir
Gerçekten.
......



sokakfilozofu1@hotmail.com

Sunday, April 20, 2008

NASIL SİNEMA YAZARI OLUNUR -1-


Yazar sokağa çıktığında, atölyesine giren adamdır


Son yıllarda gelişim sürecinin çılgınlık dozunu artıran teknoloji, aynı zamanda ekonomik bir sektör olan sinemanın imalat ve tüketim çemberini çok geniş bir alana yaydı. Bu yayılım kentli elitlerden tutun da, taşralı çiftçilere kadar herkesin sinema ve türevlerine karşı yükselen ilgisini gündelik bir bağlılık haline getirdi. Politika, Psikoloji, Tarih ve Ekonomi temelli disiplinlerin altyapılarını somut veriler üzerinde bünyesinde eritince daha farklı, insanlık için vazgeçilmez evrensel bir sanat tasarımı olarak tarihteki konumunu sağlamlaştırdı.

Beyaz perde ve televizyon bu gün herhangi bir gündelik eğlenceden ziyade nitelikleri belirgin bir yaşam tarzı… Eğer hobi kelimesi için “gündelik tekdüzeliğin stresinden sıyrılmak için vakit harcanan meşgale” gibi basit bir tanım yaparsak, bahsini ettiğimiz görsel-yarı canlı dünyanın gündelik ruhun bizatihi kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Yapılan çeşitli araştırmalar modern dünyanın ortalama bir günde dört-beş saat televizyon izlediğini söylüyor. Uyku ve çalışma dışındaki saati çıkarırsak, önümüzde duran istatistiksel sonuç verilecek onlarca örnekten daha çarpıcı olur. Takdir edersiniz ki bu gün toplumun hayatından medya temelli ürünleri çıkarırsak etrafımızda ne gibi toplu depresyonlar görebileceğimiz açıktır.

Beyaz perde ve ekran bazlı bu küresel çılgınlık elbette muazzam bir ekonomi evreninin içerisinde kendisini var kılıyor. Otursak sayılarını hesaplamaya gücümüzün yetmeyeceği bir perde-ekran emekçileri ordusu bu sektörün olanaklarıyla ekmek yemekte; artık bu sanal-görsel ürünler markette ulaşabildiğimiz herhangi tüketim malzemeleri gibi stresli bir ar-ge ve imal sürecinin ardından ekranlardaki yerini alıyor. Sektörün teknik ve içerik ihtiyaçları için dünyanın en modern ülkelerinde akademiler kurulmuş ve sektörün evrimi iletişim-bilişim devriminin süreğenliğinde her geçen saat farklı bir ilerleyici unsurla birikimine birikim katıyor. Tıpkı bir insan bünyesi gibi beden ve ruhtan oluşan bu birikimin teknik nitelikleri hakkında pek konuşmayacağız. Bu yazı, bu birikimin ruhunu inşa etmeye çalışan insanların yapısallarıyla alakalı. Konumuz sinema yazarlığı!



Yaratıcılığın dört yapıtaşı

(Aykırılık ve Empati)


Sokakta karşılaştığımız birçok insan “hayatının bir roman veya film olacak kadar ilginç” olduğunu kerelerce ifade etmiş ve birçoğu bunları somut düzlemlere taşımaya da çalışmıştır. Birçok insan da nasıl oluşturulduklarına dair herhangi bir şey bilmeksizin karşılarındaki yazınsal ürünleri acımasız eleştirilere maruz bırakmışlardır.

İnsanların çoğu yazı yazmanın dünyadaki en kolay işlerden biri olduğunu düşünür (Böyle düşünenlere verilecek en iyi cevap ellerine birer kâğıt kalem vererek bir mektup yazmalarını istemek olacaktır). Bu bağlamda, yaşamlarının ilginçliğini ve yazıcılığın kolaylığı fikrini kanıksamış insanlar donandıkları kırtasiye malzemeleri ile yazmaya girişir. Ülkemizde yayıncı ve yapımcı raflarının tonlarca tozlu dosyayla dolmuşluğunun sebebi budur.

Birçok yayıncı ve yönetmen arkadaşım kendilerine ulaştırılan dosya sayısının çok fazla olmasına rağmen bunların niteliksizliklerinden yakınmaktalar. Artık katılaşmış bir taklit kültürünün ürünleri ve oluşturma konusundaki zaaf yapımcıları strese sokarken, farklı görünümlerde kendilerini tekrar eden eserler izleyiciyi de usandırmakta. Peki, çözüm ne? Biz ne zaman ve nasıl akıldan silinmeyecek eserler üretmiş yazarlara kavuşup komplekslerimizden kurtulacağız.

Öncelikle şunu dürüstçe ifade edelim ki sinema metni oluşturma süreci için mutlaka birilerinin biyografisine ihtiyacımız yoktur ve zaten aramızda çok roman okumuş, çok film izlemiş arkadaşlar bilir ki sokaktaki onlarca insanın hayatını toplasak -toplumun aradığı manada- bir film bile çıkaramayız. Fakat “hayatımı yazsam” saplantısı, içerisinde yazarlığa ait en büyük formülü taşır ve bu formül hala birçok yetenek tarafından bile çözülememiştir. Fikri, formül etrafında biraz devşirirsek şöyle bir çıkarıma ulaşabiliriz. “Bir romancı veya senarist -metin sanatçısı- olmak istiyorsanız hayatınızı bir roman veya bir film şekline sokmalısınız”. Hani büyük yazar Yusuf Atılgan’a “neden çok az eseriniz var” diye sorarlar. “Benim yaşamım en büyük edebi eserimdir” der. Yaşamını bir eser formuna sokamayanlar için sadece basit bir gündelik hobi olarak kalır yazarlık.
Peki, sanatçıyı var eden bu aykırılık köklerini nereden alır? Aykırılık deyince elbette bir insanın saçlarını yeşile boyamasından, çantasında yavru bir yılan beslemesinden ya da Ankara’da bir kış günü yalın ayak gezmesini kastetmiyoruz ki maalesef hala birçok insan tarafından “aykırılık” dediğimiz olgu şekli birkaç sıra dışılığın içine sıkıştırılmış, postmodern bir bireyselleşme çabasının tezahürü olarak algılanmaktadır. Eğer yeni bir tanım yapmak gerekirse “sanatçının aykırılığı diğerlerine normal gelenlerin farklı yönlerini saptama çabasının sonucunda açığa çıkan irdeleme saplantısıdır”. İşte bu saplantı gariban Moskovalı genç Raskolinkov’a cinayet işletirken, Roma genelkurmay başkanı İberyalı Maksimus’u basit bir gladyatör olarak ringlere sürer. Eserin sarsıcılığı eserin içindeki unsurların birbirine bağlanışının garipliği ve nerede yakanızdan tutacağını bilmediğiniz bir beklenmediklikle makbuldür.

Şahsen ben sonradan aykırı olunabileceğine inanmayan bir insanım ki nacizane tecrübelerim bunun doğuştan gelen bir vasıf olduğuna beni inandırdı ama insan sonraki çabalarıyla da ciddiye alınabilecek bir mesafe alabilir. Sanatçı adayına yaşantının neler sunduğu belli olmaz, yoğunlaşmış bir çaba insan alnına yeni bir göz hediye edebilir. Eğer etrafınızda sirke ile balı karıştırdığında nasıl bir tat elde edebileceğini merak eden ya da eline tutuşturduğunuz kâğıt kalemle kuştan, böcekten ve evden başka şeyler çizen bir çocuk görürseniz onun ileride hangi mesleğe yöneleceğini tahmin edebilirsiniz!

Şimdi gelelim yaratıcılığın ikinci yapıtaşı empatiye:
Unutmamamız gereken şu ki aykırılığın kağıt üzerinde bıraktığı boşlukları ıslah edecek tek tutum empatidir çünkü empati eserin ana unsuru olan insanın içsel yapısalını bütün yönleriyle anlamlandırabilme problemini çözmemize yardım eder. Eğer içgüdüsel bir empatik değerlendirme tutumunuz yoksa bir katil tipi oluşturmak için adam öldürmeli, bir savaş sahnesi yazmak için Irak’a gitmelisiniz. Eğer Süpermen tipi bir kahraman doğurmak istiyorsanız hiç kalkışmamanız daha yerinde olur! Oluşturduğunuz kahramanlar ve bunların maceraları güdüklükleriyle sizi hiçbir yapımcıya beğendirmez… Bir yapımcıyı kandırabilseniz dahi sonrasında eleştirmenlerin anlayışsızlıklarından dolayı sokağa dahi çıkamazsınız. Dolayısıyla yazar kişisel karakterini şubelere bölmüş ve gerektiğince her birini belirli sürelerde kendi bedeninde yaşatan adamdır. Empati yetisini geliştirmek için insan sokaktaki gerçek insanları, film ve kitaplardaki kahramanları tanımaktan çekinmez. Bu çekinmeme durumu o kadar içselleşmelidir ki yazım sürecinde hikâyesini anlattığınız adamların “yoksa siz mi” olduğunu sanacak kadar şaşkınlaşmalısınız.
*Bir kadını korkutmanın püs noktaları neler olabilir?
*Bir doberman kolunuzu dişlerken ne düşünürsünüz?
*Deşifre olan bir ajanın ilk hissi ne olur?
*Hitler intihar ederken ağlamış mıdır?
Bu sorulara yanıt düşünecek kadar, soruların içindeki unsurlarla duygudaş bağlar kurabildiniz mi mesela?
Empati yetisi ruhun veri kutularından sızan tanımaya, yaşamaya yönelik sorularla geliştirilir ve diğer yazımızda bahsedeceğimiz birikim ve değer katma kaygısının üzerine bina edileceği temeldir.



TENCERE


İçerisi haşlanmış lahana kokan salonda -Handan hariç- oturan aile bireyleri en büyük eğlenceleri olan “Benim Olacaksın” adlı yerli dizi filmi izlerken, bu şirin ailenin hamarat annesi Zehra Hanım, demir çerçeveli gözlüklerinin ardından dikkat kesilmiş gözleriyle sarma yapmaktaydı. Baba Selahattin Bey huzurlu aile manzarasının mimarlığının kıvancı ve aile huzuru bulmuş köy soylu bir esnafın klasik edalarıyla kaskın, orta parmak uzunluğundaki sigarasını tüttürüyordu. Ailenin ninesi Gülizar kucağındaki kedinin sıcacık ensesini okşuyorken, evin Antropoloji öğrencisi genç oğlu Cüneyt hem çayını yudumluyor, hem de genç kızlarınki gibi uzun ve düzgün parmaklara sahip ellerini önündeki kuru üzüm ve leblebi kâsesine uzatıyordu. Evin büyük kızı Saliha soymakta olduğu dudaklarının üzerine kurulmuş aşağılayan bakışlarıyla kocası Süleyman’ı süzerken Süleyman, yüreğinde kabarmış şehvetin tüm vahşiliğiyle dizinin içindeki güzelim kızları kolunda hayal ediyordu. Herkesin dizideki hareketliliğin etkisiyle sessizleştiği bir anda evin kapısı çaldı. Zehra sarma içiyle yağlanmış ellerini tepsinin kenarındaki bir bezle silerek kapıya yöneldi. Kapıyı çalan alt kattaki komşuları Abide Hanım’ın küçük kızı Funda’ydı.
—Zehra Teyze, eğer mümkünse annem birazcık toz fındık istedi. Pasta yapıyor da!
Zehra kıza herhangi bir cevap vermeden -bekle bile demeden- geniş koridordan geçerek mutfağa yöneldi. Küçük kız aralı kapıdan hepsi aynı işle meşgul aile bireylerine bakarken Zehra yaklaşık yarım dakika sonra bir çay bardağı fındık tozuyla döndü. Sevimli kız “iyi akşamlar” deyip merdivenlere yönelirken -sana da bile demeden- kapıyı örttü. Sarma tepsisinin başına tekrar döndüğünde suratı o kadar sıktı ki biraz daha asılsa belki bir ayakkabının tabanına dönüşebilirdi. Bu dönüşümden kurtulmak için sevgili ailesine içini dökmeliydi.

Zehra’nın dediği:
Daha iki gün önce güzelim düdüklü tencereyi istemişti canı çıkası. Hani… Daha onu geri göndermeden sıpasını kapıma yollatıp toz fındık istetiyor birde. Utanmazlar anam utanmaz… Köyden çıkıp şehirde ev kurunca ne olacak. Sanki aldın da ne oldu tencereyi… Kocanın önüne bir tabak nohut mu koyabildin? Ya yaktı tenceremi, ya lastiğini eritti, ya düdüğünü bozdu. Kesin başına bir iş geldi de göndermiyor tenceremi. Allah’tan korkmaz mendeburlar.

Gülizar’ın dediği:
Bunun kaynanası da böyleydi kızım kaynanası da. Sanki kocasının eli kör, gözü dikenli miydi? O adam da eşek gibi çalışır eve taşırdı ama cimriydi anam bunlar cimri cimri… Paraya kıyar da bir tencere mi sokar mutfağına mendebur nalet. Yakında kızı da kendine benzer. Baksana üç kuruşa kıyıp bir tutam fındık alamıyor da çocuğu alıştırıyor onun bunun kapısında ağız yüz eğdirmeye. Canları çamura düşesiceler. Bizim soyumuzda, köyümüzde yok şükür böyle sırtlan yürekliler. Allah gözlerini doyursun.

Damat’ın dediği:
Yahu anam ne çok çeneniz varmış be! Ne oldu, alt tarafı bir tencere. Unutmuştur ya da işi bitmemiştir. Komşu komşunun külüne muhtaç değil mi hem? Bu gün ona yarın sana. Hem vermese ne olur, bu kadar laf söylenir mi? İhtiyacın olduğunda hatırlatırsın, eşek değiller ya çıkarır verirler. Bir televizyon izletmiyorsunuz adama. Cüneyt ne oldu şimdi, kaçırdım, anlatsana!

Selahattin’in dediği:
Tabi damat bey babanın tenceresi değil ya at uzaktan kurşunu… Aile dediğin hiçbir ihtiyacı için oraya buraya ağız yüz eğmez. Bir kıçı kırık tencereye, bir tutam fındığa kalmışsa ailen intihar et intihar. Erkeğim diye kasılma sokaklarda. Biz öyle miyiz biz! Tırnaklarımla var etim eşimi, işimi, gücümü. Yemedim içmedim çabaladım eşekler gibi nedeeen? Babamız adamdı babamız… Ana babam seni kaç kere göndermiştir onun bunun kapısına git bir tutam tuz iste diye? Aile dediğinde dirayet olmalı dirayet, güç olmalı, bağlılık olmalı, sevgi olmalı. Kazık gibi sabah akşam yatmamalı insan dediğin. Çalışmalı, çalışmalı, çalışmalı…




Cüneyt’in dediği:
Aslında komşularımızın yaptığı bu saygısızlığı bilimsel bir yaklaşımla da anlayabiliriz. Öncelikle tarihsel kökenlerimizi biraz bilmeliyiz… Atlı, göçebe bir yaşam ve yağmacı, talancı bir üretim biçiminin günümüze sirayet etmiş görüntüleri bunlar. Toplumumuz ne kadar bu tip özelliklerini bir nebze aşmış ve kentli bir sanayi toplumu görünümü yakalamış olsa da kökenlerimizin bilinçaltı işaretlerine dair çok güzel bir örnek bu mesele. Şimdi komşularımız varlığını bize unutturmaya çalıştıkları bu tencereyi bir ekonomik kar olarak addediyorlar. Bu unutturmaya çalışma eylemi önemli çünkü toplumun tarihsel süreçte bir azcık da olsa hukuku sindirebilmişliğinin göstergesi. Eğer bu sindirebilmişlik olmasaydı kaba kuvvet etken olurdu ve eğer güçleri yetiyorsa bizden izin dahi almadan kapılarımızı kırarak tenceremizi alır, evlerinde kullanır ve bu tencere hakkındaki bütün tasarruflarını kendi şiddetperestlikleriyle…

Hep bir ağızdan dedikleri:
Amma da uzattın be Cüneyt. Aaaaaaa yeter.

Kedi’nin düşündükleri:
Şu insanlarda bir kuşun tırnağı kadar akıl varsa köpek olayım. Ne tenceresi ya hu ne fındığı? Kıvrılın sıcak bir köşeye, alın birer tabak yiyecek ohhhh gel keyfim gel. Bizim kedi milleti bile kırk kat akıllı bunlardan. Kaşınıyor bunlar kaşınıyor.

Saliha’nın dediği:
Offff aman off. Ne tencereymiş ki sizi bir saat konuşturdu. Bu kadar lafı nereden buluyorsunuz Allah aşkına. Benim canım pıt pıt istedi. Patlatayım mı siz de yer misiniz?


Saliha salondan çıkıp mutfağa girdiğinde ve mermer taşlığa konan tencerenin takırtısı duyulduğunda evin Handan soğuktan kıpkırmızı olmuş suratıyla evin dış kapısını açtı. Eşikte botlarını çıkarıyorken herkese “iyi akşamlar” diledi. Paltosu, atkısı ve beresini vestiyere astıktan sonra ellerini ovuşturarak içeri girdi. “Of be canım annem, yarın lahana sarması yedireceksin yavru kuşlarına ha” deyip kızarmış yüzünü annesinin sol yanağına dayadı. Annesi kızının tenindeki soğukla irkilirken çiğ sarmadan bir tane aldı ve abisinin yanındaki boş koltuğa oturdu. Cam kâsedeki leblebi ve üzümlerden alıp ağzına attı. Ağzındakileri gevelerken “Haa anne unutmadan Abide Teyze dün sabah tam ben evden çıkarken tencereyi getirdi. Ayakkabılarımı giyindiğimden tekrar çıkarıp mutfağa götürmeye üşendim. Tencere vestiyerin üstündeki boş dolapta” dedi. Salondaki herkes -Handan hariç- birbirlerinin ekşimiş yüzlerine bakarken Handan kâseyi bir daha avuçladı. Mutfaktan patlamaya başlamış mısırların ritimli patırtıları duyuluyordu.

sokakfilozofu1@hotmail.com

SİNEMA TARİHİNİN KISA ANALİZİ


Bugün bir sinema filminin 110 dakika olduğunu kabul edelim. 110 dakikada bir roman okuyamaz, bir biyografi inceleyemeyiz. Yine aynı sürede tarihi belgelerle dolu bir arşive girip bir savaş, bir anlaşma, bir doğal felaket hakkında araştırma yapamaz, yeryüzünün bilmediğimiz bir köşesine ait doğal platformları, bir şehir ya da bir siyasal sistemi tanıma olanağı bulamayız. İşte insanoğlunun Sinema’ya karşı evrensel teveccühünün kökeninde, Sinema’nın kısacık bir sürede ona bildiği veya bilmediği unsurların niteliklerine dair yepyeni bir dünya hediye edebilme imkânı vardır. Bu dünya, edebi metinlerdeki gibi tamamen sözsel ve kurgusal, resimdeki gibi sadece renksel, müzikteki gibi yalnızca armonik, sessel öğeleri taşımaz. Onu büyülü kılan büyük özelliklerinden biri de kendi içsel evriminde insanın evrensel birikimini oluşturan bütün sanat türlerini ortak bir bünyede kullanabilme yeteneği olmuştur. Bu yetenek zamanla insanın gerek kişisel, gerekse toplumsal düşünce standardının kalitesini var olan halinden birkaç kat daha artırmıştır.
19. yüzyılda bilimin ve sanatların popülaritesini artırmasıyla zirveye ulaşan bilinç evrimi sanatlarda yeni akımlar, bilimsel disiplinlerde yeni yaklaşım teknikleri oluştururken, Sinema bu süreçte bizzat başlı başına bir “sanat türü” olarak kendisini var etti. Bu doğuşun alt yapısında, insanoğlunun edebiyatı görsellikle somutlaştırma tutkusunu besleyen felsefi bir “aşırı gerçekçilik” vardı.
Doğum sürecinde (1832’de phenakistoscope’un kullanılmasından 1895’de Paris’te Auguste ve Louis Lumiere kardeşlerin sinematografi adlı aygıtla ilk gösterimlerini yapmaları) fotoğraf tabanlı görüntü serileme çabaları bilimsel-teknolojik altyapıdan da beslenen bir merakın sürükleyiciliğinde çok kısa sürede teknik ve kurgusal bazda büyük atılımlar yaptı ve ilk örnekler “sessiz sinema” dediğimiz süreci başlattı. Sessiz sinema sürecinde çekilen filmler gerek filmin imalatçıları ve gerekse filmlerin türleri açısından büyük bir çeşitlilik sergilemekteydi. Filmin konusu kimi zaman sirk ve vodvil görüntüleriyken, kimi zamanda dünyanın çeşitli yerlerine gönderilmiş kameramanların saptadıkları haber ve belgeseller oluyordu. İdeolojik olarak herhangi bir tutumun belirmemesinin sebebi devrimler çağı olan 1900’lere yeni girilmiş ve tarihin en sarsıcı olaylarıyla karşılaşılmamış olmasıydı. Aynı zamanda sinemanın ilk mucitleri sayabileceğimiz önderler ellerindeki yeni sanatsal olanağa bir çocuğun uzun zamandır sahip olmak istediği bir oyuncağı sahiplenişinin heyecanıyla yaklaşıyorlardı. Yani kurguları belirleyecek konuları tasnif edebilecek sosyal bilim tabanlı kaygılar henüz üretme heyecanının altında kalmaktaydı. Bu ideolojik dinginlik sinemayı politik etkilerden uzak tutuyor sadece kitlelerin sinematik ürün açlığını yatıştırıyordu.
Devrimler çağının ilk büyük felaketi olan Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, savaşın yıktığı Almanya’da Sinema adına büyük atılımlar yapıldı. Filmlerin geneli tarihi temalar üzerine, kostümlü ve gösterişli siyasal-ideolojik öğeler yerleştirilmesiyle oluştu. Filmleri kostüm ve tarihi argümanlarla besleme eyleminin ardında yeniden dinamize olmaya çalışan Alman ulusçuluğunun, savaşın sonundaki yenilgi bunalımıyla yeni ve eskisine oranla daha katı bir milliyetçilik modeline yönelmiş olmasıydı. Bu dönemde yapımcılar arasında görülen ekonomik kıtlıklar -ki Almanya o dönemde Birinci Dünya Savaşının yaralarını sararken tarihinin en büyük ekonomik krizine de girmişti- birçok Alman sinemacının birçok Amerikan yapımcıyla yeni anlaşmalar yaparak Amerika yolunu tutmasına sebep oldu. Bu sinemacılar zamanla Hollywood’da Amerikan sinemasının estetik temellerini atan adamlar olacaklardı. Belki böyle olmasaydı bu beyin göçünden kısa süre sonra iktidara gelecek Hitler, propaganda için kendine Sinema temelli muazzam bir araç edinmiş olacaktı. Alman sineması 1920’lerde tarihi filmlerden biraz uzaklaşıp savaşın sebep olduğu sosyal yıkımın acıları açığa çıktıkça dışavurumcu temalardan uzaklaşıp yaşamı olduğu gibi aktaran gerçekçi filmlere yöneldiler. Bu yöneliş Alman halkının utancının sorgulanmasının bir şekliydi ve örtülü olarak Hitler propagandistliğine hizmet edecekti. Amiyane tabirle Alman halkının acılı yaşamı adeta bir film olmuştu.
Aynı dönemde SSCB Ajitasyon ve propaganda amacıyla dünyanın ilk sinema okulu VGİK’i kurdu. İlk etapta çekilen filmler kıt olanaklar sebebiyle çarlık döneminde çekilen filmlerin yeniden düzenlenerek Komünist propagandaya uygun hale getirilmesiyle oluşturuldu. VGİK’nin yetiştirdiği sinemacılar Sinema Tarihi’ne geçecek örnekler vermeye başladıklarında artık sinema Avrupa’da salt bir propaganda aracına dönüşmeye başlıyordu.
Aynı dönemde savaştan yara almadan çıkan Amerika’da Sinema Klasik Amerikan Liberalizmi’nin gölgesinde gelişirken özellikle komedi revaçtaydı. Hala filmleri çok izlenen ve bir efsane haline gelmiş Charlie Chaplin bu sürecin bir ürünüydü ve aynı dönemde bir haftada otuz milyondan fazla Amerikan Sinemaya uğruyordu. Liberalizmin özgürcü rahatlığıyla, maddeciliğin ve cinsel serbestinin kendini göstermeye başlaması muhafazakâr kişi ve kurumlarca filmlerin kontrolü konusundaki talepleri doğurdu. Almanya ve SSCB’de bizatihi etkin kurumlarca ortaya konan muhafazakârlık ABD’de halk tepkisiyle sinemada özgürcülüğün hareket alanını kısıtlamaya çalışıyordu.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde “sese” kavuşan sinema izleyici oranını olağanüstü ölçüde artırdı. Kurgu, görüntü ve sesle asıl niteliklerine ulaşan Sinema daha da belirginleştirdiği gerçeklik duygusuyla yalın toplumsal gerçeklikleri konu edinen yapımların yolunu açtı. Kent argosunun ve çatışma sahnelerinin gerçeğe uygun biçimleriyle kullanıldığı aksiyon filmleri, biyografi filmleri ve hareketi baz alan komediden ziyade etkileyiciliğini diyaloglarla sağlamaya çalışan söze dayalı komediler ileri derecede ilgi gördü.
İkinci Dünya Savaşının ardından derinleşen toplumsal krizler, evrensel depresyon ve iki kutup alan dünyada sinema insan gerçekliğine fazlasıyla eğilme fırsatı buldu. Amerika’da antikomünist tutumlar yüzünden birçok yapımcı ve yönetmen istedikleri gibi çalışıp üretme şansından mahrum kaldılar. Ekonomik olanakların azalıp, televizyonun hayata girmesiyle yapımcılar siyah beyaz, küçük bütçeli gerçekçi filmler yapmaya başladılar. Zamanla Sovyet-Amerikan gerginliği tırmandıkça bizzat devlet desteğiyle birçok yapımcı komünist akımlara karşı, Amerikan Liberalizminin adaleti, toplumsala sunduğu refah ve Amerika’daki toplumsal mutluluk üzerine filmler yapacaklardı.
Savaşın acılarıyla boğuşan Avrupalılar ise tarihin en büyük savaşının ardındaki boşluğun gölgesinde tarihi ve çağdaş toplumu irdeleyen filmler yaptılar. Gayeleri bu kadar acının, böylesine vahşi kavgaların ve toplumların tarihsel acımasızlığının kökenlerini bilme babında bir gayretti elbette. Savaşın ardından konu devlet-kahraman ekseninden sokaktaki kişi eksenine kaydı.
Stalin sonrasında da totaliter tutumlarından vazgeçmeyen Sovyet sineması kayda değer bir şeyler üretemedi. Sovyetlerin resmi ideolojiyi koruma adına verdikleri savaş derin bir bilinç donukluğundan başka bir şey oluşturmuyordu ve bu donukluğun izleri tüm sanatları, en çok da sinemayı vurdu.
Günümüze baktığımızda özellikle Sinema sanatının önderi konumundaki toplumlarda İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki sokaktaki insan gerçekliğine doymuşluğun izlerini görürüz. Amerikan Sineması bugün hem kendi yakın tarihindeki toplumu bütün yönleriyle irdelerken, hem de 11 Eylül sonrası fark etmeye başladığı evrensel ruha ve insan birikimine yabancılaşmışlığın düğümlerini çözmeye çalışıyor. Bir yandan da kapalı toplum olma özelliğinin doğurduğu postmodern mezheplerin fantastik düzlemlerinde dünyanın şanına yakışır bir son telakki etmeye çalışıyor. Avrupa sinemasıyla milenyumun başında artık yükünü kaldıramadığı toplumsal çatlaklıkların ve etik yozlaşmayı başka açılardan izlerken, Doğudan ve Güneyden gelen tarihsel barbar istilalarına karşı nasıl bir cephe alacağının bilinçaltı savaşını kurguluyor.
3. Dünya ülkelerine baktığımız zamanda sömürge dönemlerinin acılarından sıyrılmaya çalışma çabası ve toplumlarını bütün yönleriyle yeniden var etmeye dair bir tutku görüyoruz. Bu tutku kimi zaman tarihi argümanlarla süslü kahraman mitosları önderliğinde oluşturulmaya çalışırken, bazen İran ve Hindistan örneklerinde olduğu gibi insan derinliğinin ve duygusalın kıyamete kadar yaşayacak canlılığı kullanarak eser verme şeklinde gözümüze çarpıyor.
Gerçekten Sinema tüm insanlık için Tarihin en yakın dostu olma yolunda ilerliyor. Sadece belgesel nitelikli filmlerle değil, insan gerçeğini konu edinen temalarıyla da sinema özellikle popüler tarihçilik için en gerçek, en soyut arşivsel birikimin varlığına varlık katıyor. İnsanlık gelecekte geçmişin gizemlerini ele almak için fazla uğraşmayacaksa bu konuda kendilerine en başat hizmetkârlığı sinema yapacak.