Thursday, November 05, 2009

NURTEN’İN ŞAHSIMI GEREN ACILARI


Geceleri meme gibi emer şehir
Bebek değildir
Ama emer
Muhafazakar kaldırımlarında sinekler sevişirken
Polislere çatar travestiler
Ki ve bilakis
Babayiğit Lambalar
Geçip giden bahar kadar yorgundur

Kemik renkli bulutlar şehvetin dumanıdır
Kolej çocuklarında çikolata kokusu
Taksiciler eşlerinden bıkkın
Polisler beleşçi
Bozukluklar hain
İşte şimdi Nurten’in zamanıdır

Nurten: kaldırımda gül
Asfaltlarda it
Ankaralı kasıkların kaşındığı o vakit
Müşteriliyse ecelerden vakur
Zarardaysa uyuz bir soytarı
Nitekim
Daima ruhu durudur
Timsah tatlısı kızlık zarları gibi
Kuru fasulye kadar uysal
Az pilav üstü yirmi beş
Tam tekmil olursa bir sarı elli

Bir tatlı söze kanar aslında Nurten
Varsın ikinciden olan çocuğu
Alışkın zati
Bir gece daha aç yatsın
Kanmalıdır
Değil ki dudakları kiraz
Göbeği yufka ekmek
Artık
Nurten: Üzerine güvercin sıçmış
Bir portakal çiçeği
Simitçileri gobitli geğirtilerinden
Taksicileri göbeklerinden tanır
Kalfa aşçıların baharat kokan terleri
Sözleri kadar acıdır
Ki onlar
Hayıflanacaklar daima
Hayıflanır daima
Kepçeleri sıkı sıkı ellerinde tutanlar



Tüm şehir gırtlaklara düşman
Tüm nefisler birbirine efendi
İken
Nurten bir masal perisi kadar cömerttir
Bizatihi kendi cömertliğinden çekmektedir
Ha bir de o türküsel saflıktan ki
Hepsi Yemene, Galiçya'ya yakılmaz
Nurten: karınca ayağından bir türküdür
Hadi birinciyi sevmiştin be nurten
İkinciye neden verdin
Değer miydi dördüncü uğruna
Üçüncüyü tekmelemeye
Peki ya beşinci basuruna aldırmadan
Canına yetmiş bir orak gibi namusuna girerken
Bari içinde güller olan
Türküler söylemeseydin

Nurten sapı fildişinden bir balta
En keskin yeri doğurgan kalçalarıdır
Ne o metal heykeller
Ne bakanlık binaları
Ne de kör göze parmak minareler
Nurten: memeleri yaralı bir kuğu
Aklında yavrucağın tokluk hayali
Evinde boş tüpler, makat kremleri
Bahtı fıkıh kitabı kapları
Ya da
Zengin adam cüzdanları kadar karadır
Nurten’e her gün resmi bayram
Ve Nurten maalesef Ankaradır
...

Saturday, October 24, 2009

Tuesday, September 01, 2009

TUZ GÖLÜ


Tuz Gölü Dünya'nın en tuzlu göllerinden... Sanırım birincisi Lut Göl'ü, İsrailde, ikincisi bizimkisi... Bir litresinde yaklaşık 400 gram tuz barındıryor ve Türkiye'nin Tuz ihtiyacının yarısı buradan karşılanıyor. En derin yeri 4 metreyi geçmiyor. Faunasında muhteşem kuş türlerini barındırıyor ki benim üzerimden böyle bordoya yakın renkli bir Flamingo geçti. Şaşırdım. Ayrıca martıya benzeyen kuşlar da görünebiliyor. Garip bir dinginliği var gölün. İnsan üzerinde gezinirken, tabakaya yansıyan güneş gözlerine hücum ederken ayağının altında ezilen kristallerin şangırtısını hoş bir melodi addedip, yalnız ve umarsız bir klip içerisinde, eski aşklarından, okuduğu kitapların en güzel cümlelerine kadar her şeyi aklından geçiriyor. Uzaklaştıkça kimsesizleşiyorsunuz, uzaklaştıkça gölün sizin duyarsızlığınız, gölün duyarlılığına dönüşüyor. Göl bu yeryüzünde bulunması zor haliyle şiirlerimizi kasvete bulayan çölden bile daha masivalı, daha mutlak bir büyüye sahip. Cennetle Cehennem arasındaki Araf gibi... Huzur vermeyecek, doyurmayacak, neşelendirmeyecek kadar kasvetli ama yakmıyor, acıya boğmuyor, sadece uzun uzun düşündürüyor. İmkanım oldukça her senemin bir iki saatini ayıracağım orada. Hatta başka fotoğraf makineleri ile gideceğim, günün her saatini de çekmek isterim eğer sıkılganlığımla başedebilirsem.

Gölün yaşamı da tehlikede. Şu anda gölü besleyen en önemli su kaynağı Konya şehir kanalizasyonu... Sevgili Konyalıların malum atıkları, sanayileşme hızı yüksek olan Konya'nın snaayi atıklarıyla da beslenip güzelim gölün yüreğine yüreğine akıyor. Uzmanlar gölün ömrüne öyle asır masır biçmiyorlar. Konyalıların tıkınma oranı gölün yok olma sürecinin hızıyla doğru orantılı.

Elin Gavuru olsa burayı muhteşem bir turistik öge haline getirirdi elbette ama biz Müslümanların turizmden daha önemli işleri var. Bir gün Tuz ithal etmek zorunda kalmayalım da turizmden gelecek para şöyle dursun... Bu arada Konyalılara da yemeklerimize dolaylı olarak yaptıkları katkıdan ötürü teşekkürü bir borç bilir, mübarek şehirlerinin düzenli arasokaklarının aymazlıklarından öperiz...

Friday, August 14, 2009

YORGUNLUK


Ben senden daha yorgunum
Bilirsin
Parmaklarımı ezen taşların kıyısında
Bir heybem vardı üzerinde saksağan resimleri
İçinde çürük domates taze kusmuk
Ve kalem vardı ya hani
Durur durur gökyüzüne göz yaşları çizerdi
Ben senden defalarca daha yorgunum
Baltam dilimin düştüğü toprağa gömülüdür
Sapında baruttan bir gül işlemesi
O sap ki bir devin boşalmış damarıdır
Her yılımda bir yaprağı siner arı kanatlarına
Bilirsin
Benim her yılım bir çocuk ömürüdür
Ve ben yorgunluktan Allaha sığınırım

okuyanboga@hotmail.com

Wednesday, August 05, 2009

TÜRKİYE'DE RADİKAL İSLAM’IN İKİNCİ RAUNDU


İslamcılar, dini tanımada zayıf kalmış olduklarını anladıklarında, karşılarına çıkan ıssız çölden dolayı ne yapacaklarını düşünmeye başladılar.
Ali Şeriati
Mektuplar



Ankara’yı bir idari başkentten öte Türk irfanının bir merkezi yapan unsurlardan biri, Kızılay’ın uzak köşelerine dağılmış, çeşitli siyasal grupların buluşma merkezi olan kitabevleridir. ODTÜ’nün, SBF’nin ve diğer üniversitelerin idealist gençleri hem beyinlerindeki depoları doldurmak, hem de daha önceki çalkantılı dönemlerde tüm çabalarına rağmen “sistem” karşısında başarılı olamamış ağabeylerinin tecrübelerinden feyz almak için düzenli olarak bu kitabevlerini ziyaret ederler. Bu mekanlarda Türkiye elitlerinin politik yönelimleri ve arayışları hakkında gözlemlerde bulunabilirsiniz. Bu tavırlar her ne kadar ömürleri okuma ve anlama çabasıyla geçen heyecanlı öğrencilerin tavırları olsa da, bu tavır, toplumun ortak aklının akacağı (akabileceği) bir su yoludur.
Takip ettiğim bu kitapevlerinde son zamanlarda en dikkat çekici tartışmalardan biri, AKP ve kısa tarihinin eleştirel bir bakışla analizi ve önümüzdeki dönemde “Müslüman” seçmenin ne gibi bir yönelişe gireceği etrafında dönüyor.
Bundan hemen hemen on yıl önce milliyetçi-“demokratik solcu” koalisyonun tarihi değerdeki bir siyasal beceriksizlikle ekonominin ardından ülkenin tüm dengelerini sarsması üzerine AKP varolan bir çok krizi uzun vadede aşabilecek bir siyasal kudrete sahip olduğu görüntüsüyle ortaya çıkmıştı. Kurucuları olan 28 Şubat bakiyesi İslamcı politikacılar, birkaç yıl önceki sert ve gettocu tutumlarının aksine ülkedeki hemen bütün toplumsal grupların duyarlılığını okşayan bir dille konuşuyorlardı. Değişmiş olduklarını söylemeleri, merkez sağ unsurları bünyelerine katabilmeleri, Avrupa Birliği’ne yeni [pozitif] bakmaları, Amerika ile ilişkilerin ısısını artırmaları, burjuvaziye güler yüzle yaklaşmaları ile, laik-mürteci çekişmesini yaşamak istemeyen, ekonomik olarak çökmüş, hiçbir yerleşik politik kurumun umut vaat etmediği halk için sevimli bir alternatiftiler. Parti başkanı Tayyip Erdoğan genç, karizmatik (geçirdiği talihsiz hapishane macerasıyla mazlum kahraman) ve de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevindeki başarısıyla işletme tecrübesi olan bir siyasal karakter olarak görünüyordu. Üstelik, bu idealist politikacılar, gündelik yaşamlarında hâlâ dindar ve muhafazakardılar. Sistem için tehlike arz etmeyecek kadar yumuşamış olsalar da halkın din merkezli taleplerine kayıtsız kalmayacaklarını özellikle belirtiyorlar, söylemlerinde sadece Müslüman dindarlar için değil, Aleviler ve Kürtlerin de demokratik hakları için de ellerinden geleni yapacakları izlenimini veriyorlardı.
İktidarının ilk yıllarında gerek söylemi gerekse icraatlarıyla Norveç tipi sosyal demokrat bir parti görünümü veren AKP, yeniden canlandırdığı ülke ekonomisi ve laiklere pek çatmadan arkasındaki mutlak oy desteğine güvenle yürüttüğü icraatlarında toplumun ihtiyaçlarını ciddiye alan bir görüntü çizdi. Bu süreçte laik elitlerin başlıca korkusu olan Radikal İslam, yerini merkezinde liberalizmin oturduğu muhafazakar, light bir İslam algılayışına bırakmıştı. AKP hükümeti tabana güven verdikçe, birkaç yıl önce “Milli Görüşün ordusu” olarak kendini tanımlayan kitle, köklü bir değişim, bir İslam devrimi ya da mutlak iktidar sahibi olunmadan da işlerin yoluna girebileceğini kabullenmişti. Hem laiklerin, hem neo-İslamcıların gayet memnun oldukları bu ortamda işler kısa süre sonra tersine dönecekti. Önce ayyuka çıkan yolsuzluk iddiaları ve bu iddialara muhatap siyasilerin cüretkârlıkları, muhafazakar bir sermaye gücü oluşturma çabası ve astronomik oranlarda büyüyen şirketler, tedirginlik yarattığı gibi, Hukuk ve Medya yoluyla AKP’ye güç yetirilememesi de, başta CHP olmak üzeri laik elitleri kızdırmıştı. Yolsuzluklar, AKP’nin başörtüsü ve diğer İslami özgürlükler konusunda kıyasıya bir çabaya girmemesi, 28 Şubat’ın yardımcı aktörü laik medya patronları ile ‘düzeyli ilişkiler’, kısa süre sonra tekrar sarpa saran ekonomi 2007 genel seçimlerine kadar giden süreçte AKP’nin prestij kaybına sebep oldu. Fakat 2007 seçimleri öncesi CHP’nin siyasal küstahlıkları ve muhalefetin bir kesiminin demokratik teamüllere ve siyasal ahlaka uymayan örtülü darbe çağrıları karşısındaki tepki, AKP’yi gücüne güç katarak tekrar iktidara getirdi. Bu, geniş kitlelerin AKP’nin her türlü eksiğine rağmen CHP’nin çarpık modernizmine ve MHP’nin politik kısırlığına reel tepkisiydi. Daha da önemlisi AKP’nin ilk beş yılında ciddi bir muhalefetle karşılaşmayışı ve CHP, MHP gibi partilerin ilkel dürtü ve usullerle siyaset yapıyor olmaları AKP’yi toplum bilinçaltında alternatifsiz bırakıyordu.
AKP ikinci iktidar devresinde, gerek sandıkta kazandığı prestij gerekse oturmuş yapısına olan güveni sebebiyle muhaliflerine ve ilk süreçteki beklentileri devam eden tabana karşı ilk dönemine oranla daha kayıtsız bir tutum içerisine girdi. Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununa yaklaşımdaki “içtimai mefkûreci” söylemi, yolsuzluklar konusundaki kayıtsızlık, cüretkar küstahlık, vizyon yıpranmışlığı, ekonominin neredeyse AKP öncesi döneme gerilemesi ve bu gerileyişin yok sayılması, AKP’yi yıprattı. 2009 yerel seçimlerinde bu gerileyişin işaretlerini gördük.


Radikaller ve Muhafazakarlar

Bilindiği üzere de Radikal İslamcı ya da Radikal Dinci tabirleri medya tarafından yobaz, bağnaz, mürteci gibi kınayıcı ithamlara koşut kullanılır. Öncelikle bu yazıda “Radikal İslamcı” tabirini, Türkiye’deki medyanın kullandığı anlamın aksine, geleneksel İslami yargıların ötesinde, İslam’ı fundamental bir usul ve devrimci kaygılarla almak ve İslam’a ve pratiğine enetelektüel bir bakış olarak ele aldığımı belirtmeliyim. (Radikal, Batı dillerindeki manasıyla: problemi bütün veçheleri ile kavramaya çalışan demektir.) İslam’ı bir inanç manzumesinin ötesinde algılayıp onu gerek gündelik gerekse politik yönleriyle yaşama hakim kılma isteği, Radikal İslamcı tanımının ölçüsüdür. Ayrıca gerek Sufi, gerek Selefi, gerekse modern temellerle İslam ele alınsın, üçüncü dünya romantizminin aşılıp, kaynak öncelikli ve hukuk hedefli somut bir algılayışı da radikallik kapsamına alabiliriz.
Radikal İslamcılar ile Muhafazakarlar, popüler dillerinin benzerliği, ortak argümanları ve en belirgin ortak paydaları olan dindarlıkları sebebiyle, bu konuda fazla derinleşmeyenlerce genellikle özdeş addedilir. Oysa iki farklı ideoloji söz konusudur.
Muhafazakarlar, demokratik bir siyasal ortamın dine ve dindarlığa yönelik özgürlüklerinin yeterli olduğuna inanagelmişlerdir; 28 Şubat’tan sonra bu kanaat pekişmiştir. Devlet mekanizmasının yapısalı, ruhu ve işleyişi açısından İslami bir restorasyon beklemedikleri ve yöntem olarak da sorunun ancak demokratik bir usulle çözülebileceğine inandıkları [ya da inanmak zorunda oldukları] bakımından, muhafazakarların tutumu sekülerdir. Oysa radikal İslamcılığın niyeti bir iyileştirmeye kavuşmaktan ötedir. Radikaller bizatihi devletin ve hukukun kendisini isterler, herhangi bir iyileştirme çabasına da razı gelmezler. Zaten evrensel İslami siyasi düşüncenin yeni [aykırı] politik yaklaşımı olan Radikal İslamcılık, 20. yüzyılın başında, özellikle de hilafetin Yeni Türkiye tarafından ilgası ile başlayan boşluğun ardında “İslam Devleti” fikrinin doğmasıyla başlamıştı. Hilafetin ilgasının ardından artan Batı mütecavizliği, Filistin sorunu, ardından gelişen İhvan hareketinin sindirilmesi, İran devrimi, Afganistan ve Irak işgalleri ve sonrasında [aslında İslam toplumu üzerindeki etkileri pek umursanmayan] karikatür krizi Radikal İslamcıların siyasal dirayetini hem kendilerine, hem de muhafazakarlık ve uyuşumculukta aradıklarını bulamayan gruplara ispatlamıştı.
Radikal İslamcılığın Türkiye ayağı açısından en önemli taban, Milli Görüş ideolojisinin, AKP’nin muhafazakar tabanı dışında kalan, 28 Şubat sonrası bakiyesiydi. Bu çizgi klasik Osmanlı Nakşibendiliğinin anti laik, sufi geleneği üzerine ulusalcılıkla perçinlenmiş bir modern Ortadoğu-İslam Siyasal İslam algılayışıyla beslenerek düşünce evrimini tamamlamıştı. Milli Görüşçülerin 28 Şubat’ın ardından AKP’ye yönelmelerinin temel sebebi, temsil bazında işlevsiz kalan Milli Görüş hareketinin dinamiğini AKP imkanlarıyla sürdürebilmekti. Aynı zamanda Milli Görüşçülerin 28 Şubat’ı bir yenilgi saymayan aydın ve tabanları, AKP kurmaylarının bilinçaltlarında hâlâ Milli Görüş’ü yaşattıklarına dair bir inanca sahiptiler. Onlara göre ilerleyen süreçte AKP anti-Batıcı tutumunu gösterecek, imam hatipler ve Kuran kurslarının kaybolan işlevini canlandıracak, Müslümanların bir an önce kurtulmak istedikleri türban yasağını kaldırıp dini özgürlükler konusunda diretecek, özellikle medyanın toplumsal etiğe karşı açtığı savaşta etiğin taraftarı olacak, yoksul halk kitlelerinin ekonomik durumunda iyileştirmeler yapacak, kısacası “Adil Düzen’e” giden yolda rayda kalan lokomotif AKP olacaktı. Oysa hiç biri olmadı. Geçen süreçte Radikal İslamcılar AKP’nin İslami bir duyarlılık ve İslami bir söylemle alakası olmayan, mutlak bir muhafazakarlığın yukarıda bahsettiğimiz sekülerizmini sindirmiş olduğunu gördüler. Müslümanların bir an önce çözüme kavuşmalarını istedikleri sorunlar özellikle partinin ikinci hükümet sürecinde, kitlenin içkin taleplerine dair yaptırımlar bir yana, bu talepler politik arenada, demokrasi ve hukuk bağlamında bile masaya yatırılmadı. Özellikle Türkiye İslamcılığının vazgeçilmez insan kaynakları kurumları olan ve 28 Şubat sürecinde en büyük mücadele konusunu oluşturan İmam Hatipler ve Kuran kursları konusunda AKP’nin herhangi bir iyileştirmeye kapı açmayıp, eğitim konusundaki bütün enerjisini YÖK ve üniversiteler meselesine harcaması partinin radikal İslamcı tabanında büyük bir memnuniyetsizlik yarattı. Ayrıca AKP’nin macerasına başlangıç sürecindeki demokratik söyleminin dernekler, sendikalar ve benzer sivil toplum örgütlerinin işlevlerine canlılık kazandırabileceği düşüncesi kısa sürede hayal kırıklığına dönüştü. Çünkü derneklerin gerek birikim, gerekse demografik olarak altyapısız oluşu ve AKP’nin başta türban olmak üzere diğer inanç sorunlarını da kısa sürede çözebileceğine olan inanç dernekleri işlevsiz hale getirdi. Kayda değer bir İslamcı hassasiyete sahip tek sendika diyebileceğimiz Hak-İş’in kimi zaman dikkat çeken işçici, sosyal adalete vurgu yapan, muhalif yönü ise maddi ve manevi güçleri astronomik derecede katlanan yeni muhafazakar sermaye altında kalarak, hükümet politikalarına muhalefet bir yana, tarafgir bir tabela kuruma dönüştü. Denizin hışmı, adeta adacıkları yutuyordu.
Tüm İslam dünyasında olduğu gibi Türkiye’de de Radikal İslam siyasal bakışının evrensel ayağını Batı ve ideolojilerine düşmanlıkla şekillendiriyordu. Son iki yüzyılda tüm İslam Alemini sömürgeleştiren, İslam ülkelerindeki seküler akım ve faaliyetleri destekleyen, tüm ümmet için bağlayıcı kurumlar olan Hilafet ve İslam hukukunu kaldıran, Ortadoğu’da İsrail’i var eden, Saddam’ı İran üzerine salan, Irak ve Afganistan’ı işgal edip yüz binlerce Müslüman’ı katleden Batı, bütün belaların arkasındaki emperyalist şeytan olarak addediliyordu. Tüm İslam dünyasında olduğu gibi Türkiyeli Radikal İslamcılar nezdinde de Batı sempatik bulunamaz ve onunla gerek kısa, gerekse uzun vadede ilişkiye girilmesi bir politik dirayetsizlikten ziyade kafirleşmişlik, temel İslami hedeflerden sapmışlık olarak görülürdü. Belki de Radikal İslamcılar açısından AKP’nin en antipatik bulunan tutumu, kısa süre önce söylem ve davranışlarıyla Radikal İslamcı bir Batı yaklaşımına sahip olan AKP kurmaylarının, Batıyla bir problemi olmayan merkez solcu ve merkez sağcı partilerden bile daha belirgin biçimde Batı’yla uyuşması oldu.
Bütün bu saydıklarımız Türkiyeli Radikal İslamcılar bünyesinde aslında var edici bir dinamizm oluşturacak şekli belirli bir demoralizasyonu doğuruyordu. AKP’ye alınan tavrın eylemsel dinamizmini belki de bu demoralizasyon oluşturuyordu. Olmuyordu, umut bağlanan AKP iktidar olup, cumhurbaşkanlığını dahi elde etse, akabinde laiklerin elindeki bir çok özel ve tüzel kurumda hakimiyet kursa bile bu, İslam’ın ya da İslam’ın mutlak değerlerini üzerinde barındıran bir ruhun ülke üzerindeki hakimiyetinin değil, AKP’nin [organik bağlarına ekonomik davranış özgürlüğü ve imkanlarını önceleyen] çarpık liberal anlayışının hakimiyeti oluyordu ki zaten İslamcıların yıllardır mücadelelerini sürdürdükleri CHP, demokratik sol, milliyetçiler ve merkez sağ AKP’nin şimdiki tutumlarından farklı tutumlar göstermemişti! Ayrıca Türkiye’de Radikal İslam’ı tarih boyunca dinamik kılan unsur, Müslümanların kendilerini laik elitler ve cumhuriyet karşısında benimsedikleri ve adeta İslamcıların literatürleri ve politik retoriklerinin en önemli parçası olan mazlumluktu. İslam’ın ana referanslarından kaynağını alan bu mazlum devrimcilik, AKP’nin gerek bu mazlumluğa uymayan siyasal dili ve manevraları ve gerekse bu mazlumluk imgesiyle taban tabana zıt sefih yaşam tarzı, Radikal İslamcılar ile AKP’nin çarpık liberalizmi arasındaki tüm bağları koparıyordu. 2009 yerel seçimlerinin sonrasında sohbet ettiğim eski AKP’li bir hukuk öğrencisi geçmişteki emeklerinden pişman bir tavırla şöyle diyordu: “Varoşlardakiler için ucuz yiyecekler kolileyip mehter marşları eşliğinde bu kolileri halkın üzerine saçmaktan başka projeleri olmadı. Kendileri her sabah pastırma yiyip, en pahalı jiplerle gezip, Türkiye’de okutamadıkları kızlarını Avrupa’daki üniversitelere gönderiyorlar. Zaten Allah buna karşı olun demiyor mu?”

AKP’nin Aşk-ı Memnusu: Fethullahçılar

Bu ilişki başlı başına bir makale [hatta bir kitap] konusu olsa da Radikallerin huzursuzluğunun ve yeni yönelişlerinin şekil ve sınırlarını anlamamız açısından meseleye kısaca değinmekte fayda var.
Türkiye’de Laik Cumhuriyete karşı verilen hemen hemen bütün tepkilerin ardında karşımıza Nakşibendiliğin köklü kurumsallığı çıkar. Nakşibendiliğin bu muhalif tutumu özel olarak ele alınmış olmasa da, Şeyh Said’den, Said Nursi’ye, Milli Görüş hareketinin manevi önderi Mehmed Zahit Kotku’dan, Süleyman Hilmi Tunahan’a kadar [rejime muhalif] bir çok tarihi karakter Nakşi dergahlarından yetişmiştir. Zaten Türkiye’deki Laik-İslamcı çatışması, bir nevi “CHP ile Nakşibendiliğin kurumsallıklarının çatışmasıdır” dediğimizde zaman pek de hayret edilesi bir cümle kurmuş olmayız. Nakşiler siyasete karşıt bir tutum izlemedikleri için de Radikal İslamcı politikanın parti bazında veya popüler bazda şekillendiricileri olmuşlardır. Bu taban yapısının etkisiyledir ki, Necmettin Erbakan döneminde Milli Görüş diğer Nurcu gruplarla teması olsa da Fethullahçılarla siyasal bir ilişkiye girmemeye özen göstermiştir. Zaten bilindiği üzere Fethullahçılar da AKP kurulana kadar, seçimlerde Ecevit’in DSP’sini desteklemişlerdi.
Fethullahçılar’ın büyük üstatları Said Nursi’nin direktiflerini ikincilleştirip merkeze Fethullah Gülen’i ve fikirlerini koymaları diğer Nurcu gruplarla Fethullah Gülen ve ekibinin yollarını ayırmıştı. Radikal İslamcıların Fethullah Gülen ve ekibiyle olan problemlerinin kökeninde tabii ki Nurcu grupların kendi arasındaki çekişme yatmıyordu.
Fethullah Gülen’in soğuk savaş süresinde kararlı bir antikomünist olması ve soğuk savaşın ardından aldığı Amerikancı tavır, özellikle Kabe baskını esnasında, Arap tarihinin gelmiş geçmiş en şedit anti-Batıcısı olan Cüheyman’a karşı aldığı tavır Türkiyeli Radikal İslamcıların gözünden kaçmamıştı. 11 Eylül sonrasında İslam dünyasına karşı açık bir savaş ilan eden Amerika’nın alışılmadık teveccühü ve koruması, Papa ile Batılı bir devlet başkanının bile kuramayacağı yakın ilişki ve son olarak da gerek İslam’ın ana referanslarına, gerekse Radikal İslam’ın politik algılayışına ters bulunan, Yahudiler ve Hıristiyanlarla diyalog çabası, Fethullah Gülen ve ekibini bütün Radikal İslamcı grupların gözünde hoş olmayan bir konuma düşürmüştü. Garip bir tutumla Fethullah Gülen Amerika, Avrupa veya İsrail’in yıkıcı, uzlaşmaz, silahlı saldırılarına herhangi bir eleştiride bulunmazken, eleştiri oklarını İslam dünyasında Amerika ve İsrail’e karşı en sert politik söylemi barındıran Vahhabi ve Şiilere yöneltmesi, Afganistan işgali, Irak işgali, Hizbullah-İsrail savaşı, Gazze saldırıları gibi dünya Müslümanlarının modern çağdaki en büyük yıkımlarına yol açan durumlarda dahi Amerika ve İsrail politikalarına karşı kayıtsızlığı, Radikal İslamcı çevrelerde bir nefret uyandırmıştı. Bu nefreti perçinleyen önemli noktalardan biriyse cemaatin AKP’nin iktidar sürecinde ekonomik imkan ve birikimlerini birkaç kaç artırmış olmasıydı. Aslında bu ülkedeki zengin Müslüman, fakir Müslüman uçurumunun da tepkisiz kalmayacak aleni göstergelerinden birine dönüşüyordu; çünkü diğer İslamcı gruplar basit dergi ve gazeteler çıkaracak paraları zorlukla bulurlarken Fethullah Gülen ve cemaati, takipçileri milyonları bulan gazete, dergi ve televizyon kanalları, finans, eğitim kurumları, gıda, inşaat, ithalat ihracat firmaları v.s. sahipti. Daha da garibi Radikal İslamcıların sosyal adalet arayışı ve toplumun geneli için sınıfsal uçurumun azami derecede kapandığı model arayışları, kavrayış çabaları aksine Fethullahçılar ekonomik gidişatın sebep olduğu yıkımlara değinmedikleri gibi, AKP’nin ülkede “ekonomik açıdan her şeyin yolunda gittiği” tezini destekleyen medya anlayışlarıyla Radikal İslamcılar gözündeki iticiliklerini artırıyorlardı.
Bu tepkinin gölgesi, Fethullah Gülen ve ekibi AKP ile olan ahbaplığını derinleştirdikçe AKP karizmasının üzerine de çöktü. AKP’nin Fethullahçı grup ve kurumlarla olan açık ve sıcak ilişkisi ve Nakşi kökenli Milli Görüşçülerin zamanla itilip, iktidar nimetlerinin Fethullahçılara sunulması AKP’nin, Radikal İslamcılar gözünde köklerini Batının yıkıcı stratejilerinden alan bir kurum olduğu görüşünü somutlaştırdı ve AKP’nin Türkiyeli Müslümanlar için yapısal bir çözüme kapı açamayacağı inancını pekiştirdi. Fethullahçılar-AKP’liler ilişkisi, AKP’li eski Nakşilerin 28 Şubat tecrübelerine dayanarak, ordunun ve laisist cephenin herhangi bir taarruzuna karşı, sırasında Fethullahçıların hem ABD desteğinden, hem de birçok bürokratik kuruma oturmuş teknokrat potansiyelinden yararlanma refleksi olarak değerlendirebilir. Bu siyasal strateji manevrası belki AKP’nin işine yarıyor ama Fethullah Gülen’e olan antipati de AKP’nin İslamcı taban erozyonuna ivme kazandırıyor.


Radikal İslam ve Sosyal Adalet...

Kentleşme, eğitim düzeyi ve kalitesi, yayıncılık gibi konulardaki ilerlemelerin topluma yansıması, dini bir ritüeller manzumesinden çıkarıp yaşamın tüm alanlarına hakim bir inanç, düşünüş ve yaşam usulü formuna sokan -Batılıların fundamentalizm dediği- kaynaklara dönüş hareketi toplumun İslam algılayışı üzerinde bir çok köklü değişim yaptı ve bu süreç hâlâ devam ediyor. Kuran mealleri, tefsirleri, hadis kitaplarının sayısında artış, internet olanaklarının artışı, tasavvufun ve kurumlarının zaaflarının belirginleşmesi müslüman tabanın dini anlama konusundaki çabasını yeni mecralara sevkediyor. Bu durumu Avrupa’daki reform süreci ile karşılaştırmamamız anakronik bir tutum olacak olsa da, iki sürecin tarihsel benzerlikleri mevcut. Özellikle her geçen gün derinleşen yoksulluğa İslami bir çözüm çabası, Radikal İslamcıların sosyal adalet konusundaki tutumlarını belirginleştiriyor.
Radikal İslamcılar İslam’ın ana referansları olan Kur’an ve Hadislere baktıklarında, özellikle muhafazakar [son on yılda muhafazakar liberal] İslamcılığa, bu çizginin köklerini gelenekten alan ve zenginlere refahı hayır için kullanmayı, yoksula ise züht ve katlanmayı öneren ideolojisiyle tezatlar içeren metinlerle karşılaşıyorlar. Kuran’da Tanrıya iman, ahret, cennet, cehennem, ibadetler, gibi iman meselesine dair soyut konuların ardından özellikle ifade buyurulan konu infak [ihtiyaç fazlası malların muhtaçlarla paylaşılması] meselesi; bu tespit özellikle genç aydınların yeni ekonomik tutumlarında etkisini gösterecek gibi görünüyor.
Hz. Muhammed birçok sözünde infakın İslam toplumunun varlık sebebinin temel unsuru olduğunu ifade etse de, peygamberin vefatıyla doğan siyasal ve sosyal karmaşa döneminde iktidarı ele geçiren Mekke asıllı tüccar sınıfın yönetim ideolojisini kökleştirirken, Emeviler ve Abbasiler döneminde infak, İslamın ana meselelerinden olmaktan çıkıp herhangi, ardıl bir mesele haline geldi. Bu İslam öncesi geleneklerine tekrar dönen İslam toplumunun bu ‘irticaından’ kaynaklanan bir problem olduğu gibi, artık zenginleşmiş ve emperyal özellikler kazanmış Arap-İslam imparatorluğun yönetici sınıfları için makul bir ideoloji olarak belirmişti. Günümüz İslam fıkhının da bu dönemlerde inşa olduğunu göz önüne alırsak, paylaşımcılığa ikincil, salik, bayağı bir yer veren bir din algılayışının günümüze kadar gelmesi doğaldır. Lakin özellikle hilafetin lağvından sonra başlayan ana kaynakçı, fıkıh üstü hareketlerde Seyyid Kutub, Ali Şeriati gibi etkileri hâlâ süren Müslüman ideologlar sosyal adalet ve infak meseleleri üzerine özellikle önemle durdular. Bu yönelim hem Kuran’a artık skolastik dışı aydınlarca yaklaşımıyla ortaya çıkan yeni dinamiklerin, hem de modern Müslüman ideologların üçüncü dünya Müslümanlarının yoksulluğunun nedenleri anlama konusundaki gayretlerinin bir sonucuydu. Radikal akımların etki sahalarını artırıp fıkıh üstü modern algılayışların sivrildiği dönemde, özellikle Soğuk Savaşın ardından, İslam ülkelerindeki sınıfsal uçurumların da kıyıcı bir şekilde derinleşmesiyle, Radikal İslamcı gruplar Sosyal Adalet meselesini birincil meselelerden biri addetmeye başladılar. Türkiyeli Milli Görüşçülerin Adil Düzen ütopyasının sacayaklarından biri de sınıfsal uçurumların dibinde kalmış ve paylaşımcılıktan nasibi alabildiğine azalmış toplum katmanlarına vurgu yapıyordu.
AKP’nin sosyal adalet konusundaki kısırlığının doğurduğu umutsuzluk ve kaçış, Radikal İslamcıların ekonomi ve sosyal güvenlik merkezli sorunlara eğilmesine yol açtı. Öğrenciler arasında sosyal adalet meselesi merkezli okumalar, kalem sahiplerinin bu konuya daha fazla eğilmesi, Radikal İslamcı siyasetçilerin bu konudaki alışkın olmayan beyanatları ve tabii aynı zamanda Türkiye solunun siyasal zaafiyeti, Sosyal Adalet [sosyal demokrasi] problemini siyasal ve toplumsal arenaya taşıtacak grupların Radikal İslamcı gruplar olabileceği izlenimini veriyor. Türkiyeli İslamcılar, ekonomi ve paylaşım sorununa akılcı bir söylem ve yöntemle eğilmenin kendilerine neler kazandıracağının farkında görünüyorlar. Radikal İslamcı sosyal adaletçilik toplumdaki bütün eşitsizlikleri giderecek bir derinlik barındırmasa da, sosyalizmin “dinsizliğinin” ve kaba sekülerizmin tatmin edemediği varoşlara uygun bir dil kullanmasıyla, sosyal adalet bağlamında tabanını genişletme potansiyeline yakın görünüyor.



Alternatif siyasal mecra

Radikal İslamcıların körpe idealizminin bir sonucu olan o kıyasıya eleştiri tutkusu, siyasal bir kuruma angaje olmalarını zorlaştırır; ama Türkiyeli Radikal İslamcıların enerjileri konusunda gösterdikleri ve duyarlılıkları, Arap ülkelerindeki gibi siyaset karşıtı bir tutumdan ziyade siyasal imkanları olabildiğince kullanmak şeklinde tecelli etmiştir. Unutulmaması gerekenlerden biri de 28 Şubat öncesi süreçte fikir dünyalarını salt İslami referanslarla beslemiş olan İslamcıların, o zamandan beri Marksizm’den Hayek Liberalizm’ine dek çeşitli Batılı referanslardan olabildiğince beslenmeleri... 28 Şubat öncesinde Yeşil Kuşak hezeyanlarının etkisiyle kıyasıya düşman oldukları Sosyalizm, Yeni Osmanlıcılığın üzerine eğilmeye mahal bırakmadığı demokrasi, paylaşım, ifade özgürlüğü, gibi meseleler artık İslamcı literatürün bizatihi parçaları. Bu kaynaklara hem başlarına gelenleri yorumlamakta muhtaç oldukları gibi, hem de toplum nezdinde politik konumlarını anlamlandırmak için başvuruyorlar.
Peki bu arayışın kurumsal sonucu olarak karşımıza Saadet Partisi mi çıkıyor? İlk izlenim öyle olsa da, Radikal İslamcı tabanın en büyük endişesi, Milli Görüş ekolünün son durağı olan bu partinin de ‘imkanlara’ kavuştuğu anda AKP tipi bir hayal kırıklığı yaratması. Lakin Radikal İslamcı tabanda gerek AKP’nin miadını yavaş yavaş doldurduğunu düşünenlerin, gerekse siyasal boykotun sadece var olan kaosu derinleştirdiğini düşünenlerin yönelebileceği, bünyesinde İslamcılığı, sosyal talepleri barındıran ve umut vaad eden bir siyasal retoriği olan başka da bir alternatif yok. Daha önemlisi Saadet Partisi Türkiye’de bütün partilerin paylaştığı tarihsel lider ideolojisini korumayı bildiği gibi bu ‘iç’ ideolojiyi ayak bağı olmaktan kurtarıp bir [ya da birkaç] adım ileriye götürmeyi başaran [denenmemiş] genç politikacılara sahip. Özellikle Saadet partisinin yürütücü kurmayları Numan Kurtulmuş, Mukadder Başeğmez ve gerek İslamcıların, gerekse İslamcı taleplere ilgisi olan fikir gruplarının aşinası olduğu, çeşitli süreçlerde dikkat çeken demokratik söylem ve davranışlarıyla önemli bir siyasal karakter haline gelen Mehmet Bekaroğlu, Saadet Partisinin vizyon kalitesini AKP’nin üzerine çıkarıyor. Ülkenin çeşitli bölgelerinde sayıları artan ve söylemleri yalın bir İslami Radikalizm barındıran dernekler artık bazı isteklerin daha yüksek sesle talep edileceğinin işaretini veriyorlar. Radikal İslamcı yazar ve ideologların internet imkanlarıyla fikirlerini geniş gruplara ulaştırmaları, fikir ve politika sanal kurumsallaşmalar, Radikal İslam’ın politik, sosyal bilimsel referanslarının satışı ve paralelindeki tartışmalarda artış önümüzdeki sürecin şekli hakkında ip uçları veriyor. Radikal İslamcılar Türkiye’deki toplumsal apolitizasyonun kurbanı mı olacaklar yoksa 28 Şubat ve sürecindeki tecrübelerden yararlanarak maçın ikinci raundunda siyasetin kurumsal imkanlarını ne kadar kullanacaklar, göreceğiz.
Şu esnada AKP’nin de en büyük endişesi olan iç parçalanma, Türkiye’nin geçmiş on yılındaki siyasal sürece farklı bir ivme kazandıracak güçte. Eğer AKP hükümeti en azından ekonomik reformlar konusunda ANAP-DYP çizgisindeki merkez sağcı ideolojiden bir parça farklı davransaydı yeniden şekillenen Radikal İslamcılığın güçlenmesine bir parça engel olabilirdi. “Davos çıkışına” işaretle bir itiraz yükseltenler olabilecekse de, toplum bu çıkışmanın AKP’nin değil, Tayyip Erdoğan’ın kişisel bir tavrı olduğunu zaten biliyordu; AKP’nin ana sermayesinin Tayyip Erdoğan’ın karizması olduğu bilindiği gibi.
Kitlesel memnuniyetsizlikleri sezen AKP’li kurmaylar yeni kabinede Radikal İslamcı tabana karşı Milli Görüş damarının partilerinde hâlâ [!] aktığını vurgulayan kozmetik yenileştirmeler getirseler de Radikal İslamcılar artık 28 Şubat öncesindeki gibi kozmetik stratejilere kanacak kadar birikimsiz görünmüyor.



Kaynaklar:
Hamid İnayet, Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1988
Bernard Lewis, İslam’ın Siyasal Söylemi, Phoenix Yayınları, Ankara, 2007
Seyyid Kutup, İslam’da Sosyal Adalet, Aslan yayınları, 1991
Ali Şeriati, Marksizm ve Diğer Batı Düşünceleri, Bir Yayıncılık, İstanbul, 1985
Abdullah Manaz, Dünyada ve Türkiye’de Siyasal İslamcılık, Ayraç Yay. Ankara, 2005
Davut Dursun, Ortadoğu Neresi?, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995
Editör Richard Tapper, Çağdaş Türkiye’de İslam, Sarmal Yayınları, İstanbul 1993
AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu, Hz. Bülent Duru, İlhan Uzgel, Phoenix Yay, Ankara 2008
www.aliseriati.com
www.muslumansol.com

(Bu yazı Sosyalist Birikim Dergisinin Temmuz 2009 sayısında yayımlanmıştır)

mail&msn: sokakfilozofu06@hotmail.com, ozkansahin97@gmail.com

Saturday, July 11, 2009

EŞEKLİĞİN MODERNCESİ: KİŞİSEL GELİŞİM


Çalıştığım bir çok yayınevi batmaktan kişisel gelişim, kişiliği geliştirme, adam olma kitapları sayesinde kurtuldu. Ben de kıyasıya kınadığım bu kitapların, onlarca yayınevini ve onlarca yazarı ev bark sahibi ettiğini görerek şaşırdım. Benim gibi adamlar ne kadar sert bir dile sahip olsalar da topluma karşı babacan bir agucu guguculuk beslerler, hani gönül sevdiğine çatar hesabı. Bu lahmacun, kuru fasulye tutkunu, soysuz siyasetçi düşkünü, erdem kaçkını toplum bizim toplumumuzdur, bizde bu toplumun okula gitmiş, badem bıyıklı hocaları tarafından kulakları çekilmiş bireyleriyiz ne de olsa. İlk gençliğimizi ahlaksız medyatörlerimiz ve Amerikanların hayvan terbiye kılavuzlarından aşırılma bilgilerle harmanlanan milli eğitim mevzuatlarıyla heba ettik. Ama olsun yine de çoğumuz ilkokulu, liseyi, hatta üniversiteyi bitirdi... Şükür hemen hemen hepimiz işsiz olsak da çok azımız ipne, terörist, tarihi eser kaçakçısı, şeriatçı, komünist, godoş, hortumcu veya cani oldu. Devlet büyüklerimizden Allah razı olsun, Allah devlete millete zeval vermesin. Diktatörlerimiz rahat uyusun.
Geçenlerde bizim çıtkırıldım kariyer tutkunlarından biri kolumdan tutup götürmese ne işim var benim o kaşları tıraşlı beyler ve mini etekleri bacaklarına dar gelen dilberlerin içinde. Ben lokması, hırkası ve cinnetiyle mutlu bir Ankaralıyım. Bir zengin semtindeki, oturaklı bir derneğin şatafatlı binasının toplantı salonundaydık. Konuşmacı bitirdiği garip isimli üniversiteleri sayarken biz İngilizce’yi 20 yaşından sonra öğrenmiş faniler kötü yola düşmüş gibi bozuk bozum olduk zaten. Bu bozukluğu sezince sevgili konuşmacı horoz gibi kabardı. Kişiliğimizdeki zayıflığı yakalamıştı işte... Ah olmaz olasıca anamız babamız, bizi de öyle garip üniversitelere göndermediler ki! Sonra konuşmacının naif halleri ve tatlı diliyle azar işittik bir süre. Benim siyah tişörtüm üzerindeki eşek görünümlü geyiğe takan hanım bir de şişkin göz altı torbalarım ve sakallarıma takılınca bütün enerjim boşaldı. Lohusa bir fil gibi kalakaldım, gözlerimi bile kırpmaya mecalim kalmadı, o kadar şeker insan arasında ezildim, büzüldüm. Arından hanımefendi hazretleri Sonra kişiliğimizi geliştirmeye başladı. İlk ders: Görüşmelerinizi randevuyla yapacaksınız, dedi. O kadar okumuş adam zaten insanlara kör bayramın şaşı eşeği muamelesi yapmadığımızı, gittiğimiz yeri önceden kontörümüze kıyıp aradığımızı söyleyemedi. Ben de dahil hepimiz emme basma tulumba muamelesi yaptık kafalarımıza. Ardından konuşmacımız insanlarla konuşurken onları dinlememiz gerektiğini söyleyince bayağı şaşırdık. Biz de yıllardır insanlarla konuşurken neyi unutuyoruz, yüreğimizin bir parçasını söken eksiklik nedir diye düşünür dururduk. Konuşmalarımızda küfür kullanmamamız gerektiğini de duyunca açıkçası hicap duydum çünkü benim cümlelerim özne yüklem ana ve avrattan oluşur. Sonra konuşmacımız bir şeyler daha geveledi. Ardından ikram servisine yöneldik. Konuşmadaki tek ciddi şey temiz masa örtülerinin üzerine yığılmış kurabiyeler, içecekler ve yüzlerimize bir timsahın yüzüne bakar gibi bakan hayat yorgunu garsonlardı. Ardından mesel bitti. Konuşmacının bir buçuk saatlik zırvaları sonucunda 4000 dolar aldığını duyunca yazarlığı, editörlüğü bırakıp büyücü olmaya karar verdim.
Bu kişisel gelişim çılgınlığı hakkında bir tarihçi olarak çok bilmişlik etmekten çekinerek de şunları söyleyebilirim. Amerika’yı, Avrupa’yı bilmem, onlar ticaret toplumu, bir asırdan beri eşeğe binmiyorlar, kalçaları Mersedes koltuğuna alıştı, elbetteki yaşamlarının bütün dinamiği mal üretip, müşteri bulmalarına bağlı bu medeni yığınlar varlıkları için binlerce usul geliştirecekler.
Türklerin son üç yüzyıllık tarihi Avrupalı büyükler karşısında yenilmişliğin, efendilerin direttiği karaktere karşı, geleneksel karakterin de temel unsurlarını taşıyan, iki kutubun birleşerek edebi bir garabet haline geldiği karakterlerini var edebilmenin tarihi. Son asırların zinde değerlerinin kaynağını hepimiz biliyoruz... Biz Avrupalılardan daha çok yazar, şair, ruşenfekr kurban ettik ama bir sosyal bilim devrimimiz olmadı. Sebahattin Alilerimiz, Nazım Hikmetlerimiz, Mehmed Akiflerimiz mermilere ve sürgünlere kurban gittiler. Siyasetçilerimiz gölgesinde saklandıkları padişahla beraber tarihe gömüldüler, rütbelerini eve koyan çatık kaşlı generallerimiz yüreklerimizin yeni kutbül aktapları oldu. Tarihi boğmak, dili maymuna çevirmek için koca koca fakülteler açtık insanların eşek bokuna basa basa yürüdüğü bozkır şehirlerine. Muhalefet eden bütün din adamları yağlı ilmiklere ikram edildi ki ortalık Cübbeli, sümüklü, Amerikan yalayıcılarının asrı saadetine dönüşsün. Köyde davar gütmeyi beceremeyenler enstitülere doldurulup öğretmen edildi. Kıçını asma yaprağına silen çobanların cebi saatli maarif takvimi görmeden İlyada’yı, Odesa’yı gördü. İsyanıydı, darbesiydi, Star 1iydi derken dünyanın en sapık toplumunu el birliği ile inşa edildi. Hem Okul, hem cami, hem tarih, kucakta sevilen tanrı televizyon koca bir toplumun üzerine içi saçmalıktan kurtçuklarla dolu bir zehir kustu. Bütün değersizlikler övüldü, erdem hor görüldü. Bugün en basit muhalefetinizde kafanızı ceviz gibi kırmaya meyleden güruh cebinde otobüs kartı bile olmayan bir çelişki. Elde var olana, şükredilene, yarı açlığa bile hayret edilesi bir tamah. Bir gecede şapka giyen, bir gecede medeni alfabe kullanan, kanun ithal ederek bir gecede medenileşen bizler mutfak camına asılı bezimizdeki bir avuç kuru fasulyeyi dahi kaybedeceğiz diye korkuyoruz. İçtimai mefkureci hezeyanlarla devlet şiirleri yazdık, dünyanın en büyük ekonomik krizlerini gördük. 150 yılda bir tane Nobel’i anca hak ettik, ama gecelik ekonomik küçülmelerde Surinamı bile solladık. Bir yumurta kadar Türk, Bir düdüklü tencere kadar Müslüman, bir hasır sepet kadar medeni bir heyulayı kucakladık. Bir ülke insan tarih, politika ve ana kurumlar eliyle dünyanın en kişilik mahrumu yaratıkları haline geldi. Gazetecileri dangoz, akademisyenleri köylü, katilleri mağrur ve tüccarları açgözlü... Bugün tarihçilik 300 500 yıl geride kalmış değerleri bulup onu heybe suratlı İlber’in kırıtkan dilinden NTV’de sunma sanatı haline geldi. Sanat güneşi İpne, kahramanı Recep İvedik olan bir toplum elbetteki biriyle görüşmeye giderken randevu alması gerektiğini UZMANlardan öğrenecekti. Konuşurken küfür etmemesi gerektiğini de... Eh bunları öğreniyoruz şükür, gelişme tutkumuzu cebimizdeki para ile kanırtıyoruz. İnternette sürekli görüyoruz, 3 haftada 7 santimi garanti ediyor timsah gülüşlü, armut memeli lolitalar. Krizler bile yanımıza yanaşamıyor, her türlü belanın teğet geçtiği Allah’ın seçkin milletiyiz.
Bunların politikayla, tarihle ne alakası var diyeceksiniz. Bende “Onlarla alakalı olmayan var mı?” diyeceğim. Açlığa, yoksulluğa, yabancılaşmaya, kan içiciliğe karşı tepkisel olmadıktan sonra kişiliğin neyi gelişmiş sayılır. Ve bir insan sırf iyi satış yapacağım ya da aldığı diplomaların yaşamın gerçekliğinin saçtığı strese dayanıksızlığını yüzüne geğirtiler zırvalayanlardan mı öğrenmeye çalışır. Uğur Kaymaz’ın kim olduğunu bilmeyenin, bir fahişenin ruhundaki dağınıklık hakkında iki dakika tefekkür etmemiş adamın, ulan bu insan neden böyle canavar diye düşünmemiş adamın kişiliği olsa nolur olmasa nolur... Yine de biz yürürken adım atmayı unutmayalım. Dişlerimizi fırçalarken diş fırçası kullanalım ve Cuma namazlarına koşarken, namaz esnasında osurmanın namazımızı bozacağını aklımızdan çıkarmayalım.

Saturday, June 13, 2009

TOPLU ÇILDIRMA






http://www.hurriyet.com.tr/gundem/11776543.asp?gid=229

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/11778636.asp?gid=229

http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=11751529


Tamam, vatandaşlarımızın kitap okumaya gereksinim duymayacak kadar çok şey bildiğini, üst düzey bir zeka ve insan ötesi bir algılayış, yorumlayış kabiliyetine sahip olduğunu hepimiz biliyoruz... Ama bir zahmet ansiklopediye mi bakarsınız, gogıl’dan mı ararsınız, şu William Wunt’un Almanya’da ilk psikoloji deneyhanesini hangi ihtiyaç için kurduğunu, psikolojinin bir bilim olarak doğduğu süreci bir inceleyin. İlk görünen şey psikolojinin azıtmış bir sosyopatlığın yok oluşa götürdüğü toplum unsurlarının davranış kökenlerini incelemek olduğunu göreceksiniz. Bu insanların davranışları neden değişmiştir, bu anormalliğin sebebi nedir, bu insanları bu hale getiren faktörler kişiden mi yoksa gündelik ya da evrensel sorunlardan mı kaynaklanmaktadır? Tamam bir bireyin psikolojik rahatsızlığının hususiyetleri araştırılır, görülür, ayrı; ama ya toplum mutlak bir cinnet sürecindeyse? Böylece psikoloji toplumsal cinnetin köklerini, birey üzerinden hareket ederek çözmeye çalışan bir bilim olmuştur. Ablasının ırzına geçen ortaokul çocukları, annesinin başını kesip pencereden aşağı atan hayırlı evlat, komşusunun oğlunun kıçına bahçe demiri sokan zatı aliler...

Tamam, bizim tarihimizi öyle kurban olunası devrimler de şekillendirmedi; şiddetin, hatta sapıkça bir şiddetin tarihi süreçte Türk halkının ortak bilinçaltında işlene işlene, yine aynı halkın gündeliğinde bir gurur vesilesi haline getirildiğini biliyoruz. Sonuçta tarihçileri Kuyucu Murat hayranı, gazetecilerinin iyi okullardan mezun angut, akademisyenlerinin Türkçe cümle kuramadığı, köylerinde amcalarına dayılarına bok yedirilmiş, dört tane darbe görmüş, başörtülü olduğu için kalçasına tekme yemiş (ki 4 metre kadar uzağımda oldu, bizzat gördüm), kendilerini yenen takımın taraftarının Maçka parkında ırzına geçmiş bireylerden müteşekkil bir toplumun cani olmayan bireyleri de nasiplerini çeşitli şekillerde alacaktı, şükür yaratana, neşvü nemalarına kavuştuk milletçe gururluyuz.

Türk toplumu son on yıldır kişisel bütün tutumlarının, yaşam felsefesinin, televizyon eliyle belirlendiği bir toplum... Bir vatandaş günde on saat eşşek gibi çalışır ki bu eşekliğin karşısında aldığı ücret asgari(!) düzeyde yaşayabileceği, yani amiyane tabirle gebermeden sağ kalacağı bir ücrettir. Kuruyemiş gibi, çikolata gibi, gezip tozma gibi lüksler ne haddine! Eve geldiğinde tüm kasları tutulmuştur, bütün zihinsel faaliyetleri durur, aklında yarın çekeceği çilelerden ve gelecek kaygısından başka bir şey yoktur. Biyolojik yeterliliğini ispatlamak için doğurduğu çocukların gürültüsü ve beslendiği medya kültürüyle kendisine sürekli baskı yapan yakın akrabalardan başka bir çevresi yoktur. Aydınları onun semtindeki bir kahveye bile uğramazlar, aydınları dört gün sonra bu garibanın oy vereceği parti başkanlarıyla bir yemekte ya da İstanbullu homoseksüel şairlerden herhangi biriyle edebiyat muhabbetindedir. Bu zavallı asgari yaşam düzeyine mahkum vatandaşa televizyondan başka bir eğlence kalmamıştır. Yorgunluktan cinsel hayatı bile kalmamış (Bir ankette okumuştum Tr’deki kadınların %75’i hayatlarında orgazm dahi yaşamamışlar... Hemen altında Türkler’in iktidarsızlığını bahane etmeye çalışıyorlardı. Günde eşşekler gibi 10 saat çalışın bakalım iktidar kalıyor mu?)yaşamsal zenginliğe, estetiğe muhtaç bu yaratığa televizyondan başka bir keyif aracı sunulmamıştır. Evet artık, fesat evindedir. Bu fesatla dimağını şekillendirir.

Bu fesatla neler öğrendi Türk halkı?

Hadi cinsel sapkınlığı geçelim, tüketim kültürünü geçelim, apolitizasyonu geçelim... O türküleri yazan bir toplumun çocukları böylesine katil bir ruha nasıl büründüler? Öncelikle televizyon, bünyesinde barındırdığı mutlak şiddetle, şiddeti toplumun günlük görüngesi içerisinde olağan bir eylem altyapısı olarak gösterdi. Yani komşumuzun kızının ırzına geçmek ya da arabamıza çarpan adamın kalbine bıçak saplamak toplum tarafından olağan birer gündelik davranış gibi algılandı. Kişi bireyleşmeyi cinsel gücüyle, parasıyla, kas gücüyle, hışmıyla, kafasını puştluğa çalıştırabilmesiyle menkul bir yolculuk olarak algıladı. Beyinsizlik, kaba kuvvet ve çok yiyip çok sıçabilme kudreti medya tarafından pohpohlanan ve toplumun gündelik ideolojisine süratle sirayet etti; birer pozitif yapıcılık olarak algılandı. Devletin de bu algıyı yok etme babında herhangi bir biliçsel yaptırımı olmayınca (Çünkü bürokratlarımız hayatlarında bir Tarkowsky filmi bile izlememişlerdir, bir düdüklü tencere ne kadar entelektüelse bir bürokratta o kadar entelektüeldir, medyatik argümanlarının toplumsal kıyıcılığı tetiklediğini bile göremez, giyinir, kuşanır şeref tribününde maça giderler) sevgili medyamız ticari değeri olan her şeyi toplumun gözüne sokmaktan haz aldı. Zaten İstanbullu ruhu, İstanbul’un ticari ruhu, ticarette etiği yadırgıyordu. Böylece; gidin yüzde on beşi homoseksüel olan Fransa’da, bekaret yaşının dokuz olduğu Hollanda’da bile televizyonlarda bu kadar çıplak kadını bir anda göremezsiniz. Bugün Türk kanallarını izleyin, en şirin yaratıklar ipneler, orospular ve kredi kartlarıdır. (ardından sırayı muhafazakarlarımız ve tuvalet kağıdı reklamlarında oynayan çocuklar alır)... Bugün önümüzde daha çok yiyemediği için, daha çok çalamadığı için, aşkı memnudaki kart horoz gibi onsekizlik dilberleri düzemediği için dellenen, bu deliliğini bir süre kredi kartlarıyla engelleyen ama sonunda dostuyla birleşip oğlunu geberten, komşusunun kızını sobada yakan, ailesinden 8 kişinin kafasına sıkan, sapıtan, manyayan, beyninin, ruhunun ırzına geçilmiş bir sapıklar sürüsü var. Peki çözüm ne? Çözümü herkes biliyor ama çözüm Mehmet Ali Ebil’in işine kadar gelirse, sevgili AKP’lilerimizin de, CHP’lilerimizinde, 101. Türk büyüğü Fatih Üerek’in de işine o kadar geliyor.

Friday, May 29, 2009

İNZİVA




Elbetteki
Kolayanlaşılanbirroman
Gibi akmayacak canıma kelimeler

Elbetteki
Ölen bir oğlun boğaza taktığı düğümünden daha
Leziz bu acı

Hırslı bir bekleyiş
Abaza askerlerin kemirdikleri dikenli dallar gibi
Hınçlı bir titreyiş
Bir mavilik tutkusu
Bir kızıl bahar
Kumlaşmaya hasret akkanlı yollar gibi

Bir gelin gerdanı beyazlığında olmayacak bu planlı sadelik
Bir yoksul muşum gibi ağır aksak akmayacak kanım
Kefen kefen bakmayacak yüzüme bu kılıksız halılar
Bir lise defteri kıvamında semirip akmaz ya bu sabır

Hey yanılgı müzesi
Karmaşamızdan usanmış kopuk dilli canavar
Yokuş okşayıcı merhem çürütücü:
Tarih
Bir değer biçecek misin zehrime
Karşında bir göçmen olsam
Çatlar mısın bir olgun karpuz gibi
Hatırla savurmuştunsende kerkenez benlikleri
Yama zamanı gelmiş
Bir kırık topuz gibi

Elbette
Bir sevda masalı yalınlığından ırak
Bir yaralı zırıltısından farklı
Ama ne olursa olsun
Bir süresiz inziva işte
Diğerlerinden pek de farklı olmayacak

Saturday, May 23, 2009

DOĞA HIRPALAYICILIĞIN KÖKENİ


Geçenlerde termosumu kahve ile doldurdum, biraz fıstık, bir iki paket kek aldım. Çantamda defterim ve Macciocchi’nin o Mao’nun Çin Kültür Devrimi ile alakalı meşhur ve tuğla kalınlığında araştırması vardı. İçine kasaba dinginliği sinmiş dolmuşlardan birine binip Ankara’nın 20 km. doğusundaki bir piknik alanına gittim. Hafta sonu huzuruna doymuş tombul memurlar, tombul hanımları ve tombul çocuklarıyla birlikte mangal yakma telaşındaydılar. Kollarında sepetleri ile yanık yüzlü çingeneler bütün ihtiyaçlarını yanlarında getirmiş ailelere bir şey satabilme umuduyla çırpınırken, kentin beton ruhunu emmiş çocuklar doğaya olan yabancılıklarıyla ya ilk defa karşılaştıkları bir böcekten, bir sürüngenden korkarak ya da aşmaya alışkın olmadıkları bir tümsekte düşerek bas bas bağırıyorlardı. Et kokusundan mürekkep dumanlar sıkılgan hayaletler gibi başımın üzerinde dolaşırken özellikle çocukların içgüdüsel bir kinle doğa parçacıklarına saldırdıklarını gördüm. Bir dalı kırmak, bir köstebeği taşlayarak kovalamak, bir bisküvi paketi veya yağlı bir kağıdı umarsızca bir köşeye fırlatmak... Büyükler bu suçu biraz daha organize bir usulle işliyorlardı. Onlar dalları minik testerelerle kesip istifliyor ve mangal yakmakta kullanıyorlardı. Mangal kömürüne kıyamadıklarından herhalde! Onlar yedikleri etlerin, ekmeklerin paketlerini kaldırıp boşluğa savurmasalar da, bütün pisliklerini büyük torbalara koyuyor, torbaları da ormanın insan gözüne uzak boşluklarına savuruyorlardı. Çöp kutuları ağzına kadar doluydu ve kokan çöplerle, bakımdan sorumlu kurumların günlerdir ilgilenmediği anlaşılıyordu. En garibi de bazı babaların oğullarıyla birlikte, piknik alanına yaklaşık 50 metre uzaklıktaki minik bir dereye kurbağa avına çıkmasıydı. Takdire değer bir askeri incelikle kurbağalara karşı zafer de kazanıldı. Sapan taşlarının darmadağın ettiği yeşil bedenler, üzerine bomba yağmış düşman askerleri gibi bakanın içini parçalıyordu. Bir parça konfor ve bir parça eğlence için irili ufaklı insan yığınları doğanın bünyesine bütün yıkıcılıklarını kustular. Abartıyor muyum? Elbette abartıyorum! Basit bir hafta sonu eğlencesi için birkaç insanın doğaya karşı bilinçsiz tutumları doğaya zarar bile vermez. Her çocuk adam başı 3 kurbağa öldürse kurbağa nesli tükenmez. Her aile mangal ihtiyacı için birkaç dal kırmış ne olacak? Bisküvi paketleri, yağlı et kağıtları doğada göz açıp kapayana kadar eritir. Ne kadar azgın olsa da aslında lafı bile edilmeyecek azgın bir tahrip çabası! Sanayi devi ülkelerin ve onların kime karşı ürettikleri bile belli olmayan silahlarının kustuğu medeniyet bugün insanı yok oluşun olmasa bile, yaşam için evrensel bir ıkınmanın eşiğine getirdi. Bu yüzden edebiyat ve sinema artık ütopyaları değil heretopyaları, distopyaları ciddiye alıyor. İçgüdümüzün sesi herhalde “Aman elinizdekini koruyun!” diye kulaklarımıza fısıldıyor. Neyse!

Piknikçilerin aymazlığı bir konuda dikkatimi çekti. Onların o anda içlerinde bulundukları doğa parçasına karşı giriştikleri umursamazlığın tek sebebi kısa süre oradan ayrılacak olmalarıydı. Bu yüzden piknik alanına bir köy, bir yerleşke, bir konut muamelesi yapamadılar. Göçmenlerin o kısa vadeli hesapsızlıklarının bir göstergesiydi işledikleri suçlar. Hadi bunlar göçmendi, biraz sonra çekip gülistan gibi baktıkları, içlerini döşeme uğruna gençlikler hiç ettikleri evlerine gideceklerdi. Peki ya az önce bahsini ettiğim büyük güçler! Hatta büyük güçlerin birer kötü kopyası olmak için daha vahşi ve daha usulsüz bir azgınlıkla doğasına saldıran toplumlar, ülkeler. Beton parmaklıkların gölgesinde, denize sahip ama yüzemeyen, toprağı verimsizleşmiş, tavanı delinmiş milyarlarca insan. Orman bir piknik alanı artık, deniz sadece emlakçıların karını artıran bir görsel argüman. Güçlüsü ve güçsüzü, bütün insan yığınları kendi coğrafyasına karşı muazzam bir savaş veriyor. Bunun kökeninde ne olabilir ki? İnsan kendisini bir parçası hissettiği bir olguya bu şekilde saldırgan olamaz ya da saldırılışına karşı böylesine sessiz kalamaz. Sebep!
Adem’in hikayesini gerek mitolojik metinlerden ve gerekse kutsal kitaplardan defalarca okudum. Tanrı, insan ve muhtevası hakkındaki en can alıcı hikaye olan bu hikayede insanın aslında yeryüzünün en yabancı varlığı olduğu vurgulanır. Çok uzak ve bilinmeyen bir dünyadan kovulmuş ve bir nevi cezaevi sayabileceğimiz bu yurda sürülmüşüzdür. Ruhlarımız bedenlere, bedenlerimizde yeryüzüne mahkumdur. Hep böyle apansız bir çıkma çabasıyla, sürüldüğümüz yurdun konforuna, tasasızlığına yanar, aklımızı ve bedenimizi bütün gücüyle zorlar sürüldüğümüz anayurdumuzu taklide zorlarız. Ama olmaz! Nere erişirsek erişelim, hangi konforu elde edersek edelim, her şey batıcıdır, huzursuzluk kaynağıdır. Durur durur yine okları, mızrakları nükleer bombalara, savaş uçaklarına çevirir birbirimizi yok ederiz. Birbirimizle hesabımız bitti mi gözümüz hemen doğaya döner. Belki bir yüzyıl sonra hırpalayacağımız bir doğa parçası da kalmayacak. Aklımız ve gerine gerine övündüğümüz teknolojinin gücü ne insanı yaşatmaya ve ne de yıktıklarımızı tamir etmeye yetecek.

Bu katliamın kökeninde yine göç mü var? Bence evet! Çünkü insan beyni ölüme programlanmış ve insan içindeki yapıcı ve yıkıcı dinamizmin sonsuza kadar sürmeyeceğini biliyor. 50, 60, 70 hadi bilemedin 100 yıllık bir yaşam süreci. Eninde sonunda insan kafasının içindeki bütün birikimle hakkında çok az bilgisi olduğu bir gaybı kucaklıyor. Böylece, burada, bayağı uzun kalacak bir piknikçiden bir farkı kalmıyor. Ortak bilinç, içgüdü, fıtrat adı neyse, hepsi kanser haberi almış bir mirasyedi gibi elindekini bir an önce yok etmeye çalışıyor. Bu bencil hedonizme karşı, yağmacı ruha en güzel eleştiriyi belki de o “yeryüzünü çocuklarından emanet aldıklarını” söyleyen kızılderili bilgeler yapmış. Bu eleştiri bir konarın medeniliği ile yeryüzünü okşamayı bilen birkaç kişinin merhametini artırmıştır şüphesiz ama... Kim bilir, belki de geldiğimiz harikalar diyarından uzaklaşmışlığın ve tekrar ulaşamamanın cinnetiyle tabiat ananın etini dişliyoruz!

Tuesday, May 19, 2009

VEDA



Git ama;
Yine Gel!
Hatta
Şimdi
Ben
Ruhunun
En kırılgan yerinden öpüyorum
Seni
Dudaklarımın sıcağı
Kanayışına merhem olur
Belki


Belli
Ki.




Wednesday, May 13, 2009

KAPİTALİZMİN SUÇ TARİHİ




WERNER BIERMAN
ARNO KLÖNNE


Altın ve Gümüş Açgözlülüğü
Şeker, Kölelik, Ticari Sermaye
Çin ile Uyuşturucu Ticareti
Silah Ensütrisi
İçindekilerden

Keşiflerin, o insanı insanlığından utandıran süreçlerini okumak, Avrupalı açgözlülüğünün sınırsızlığını, medeniyet denen beladan kahır kılıklı çocuklar peydahlamamış –ki Avrupalı barbarlar karşısında tek günahları bu kutlu kısırlıktı- yerlilerin maruz kaldıklarını okumak tarihçiliğe dair en sadist zevkleri tattırmıştı şahsıma. Özellikle Raymond Luraghi’nin “Sömürgeciliğin Tarihi” ile başlayan yolculuk keşifler ve sömürgeler tarihine dair aslında rahatlıkla anlamlandırabildiğim bir ilgiyi başlatmıştı. Bu tarihin dimağdaki çalkantısını, hele de Frantz Fanon, Sartre, Ali Şeriati gibi, Batı -Emperyalizm-Kapitalizm karşısına, 3. dünya ve koloniciliğin acılarını dikebilen filozofların fikirleri ile şekillendirdiğinizde, ezilen toplumların herhangi bir bireyi olarak kişisel safınızı daha belirgin kılıyordunuz.

Kapitalizm zaten insanlık tarihindeki en organize şebekenin ideolojisinin adıdır. Bu ideolojiyi en kafalı yazarlarla, akademisyenlerle, televizyoncularla haklı kılar ve uçsuz kaynaklarla insan için geçerliğini ispata yeltenirler. Başarısı, kepazeliğini ihtişam olarak göstermekte yatar. Kucağına düşen insan ya onursuz bir akademisyen olacaktır, ya eli kalemli bir hasta ruh... Okumamışlardansanız onun elinde en fazla yarı aç yarı tok yaşayan bir kalfa, işsiz bir depresif ya da müşteri bulamadığı için hayıfla sokak sokak gezinen bir fahişe olursunuz. Ne dini, ne ahlakı, ne sevecenliği olan, kırmızı başlık takmış bir Godzilla’dır. Onun için değerli olan tek şey ya kafa çalıştıramayıp silah geliştirememiş gariplerin ülkelerindeki madenler, ya da işsiz güçsüz kalıpta emeğinizi boğaz tokluğuna sunacağınız hayalet tepsilerdir. Onun taptığı tek şey kara dönüştürebileceği güçsüzlük ve onursuzluktur. “Kapitalizmin Suç Tarihi” bu utandırıcı çılgınlığı en ince hatlarına kadar inceliyor ve çoğumuzun herhangi birer tarihi olay sandığı unsurları yürek delici birer tarihi belge olarak kullanıyor. Yerlilerin kanının nasıl altına dönüştüğünü, köle ticareti denen şeyin insanın yeryüzünün her noktasını kara anıtlarla donatmasına yetecek kadar büyük bir utanca yetip artacağını görüyoruz. Koskoca Çin’in üç tane tüccarın açgözlülüğüyle afyon manyağı yapıldığını, petrol denen şeyler uğruna tasarlananları görünce “keşke hep ilk çağda kalsaydık!” diyoruz.
Elbetteki Kapitalizmin suçları basit bir kitaba sığacak kadar masum değil ki baktığımız yerde bu suçların herhangi birini görebiliriz. Ama kendi elimizle emzirdiğimiz katilimizin kimliği hakkında hap bilgiler sunması açısından çok değerli olan kitap Phoenix Yayınlarınca yayımlanmış. Özellikle de dünyanın artık bir şekilde değişmesi gerektiğine inanlar için minik bir kılavuz niteliğinde. Okunup, tartışılması dileğiyle.

Susarsam


Ne zaman susarsam
Kenarları sigara külünden
Ortasındaysa leylak moru bulunan
Şiirli bir kâğıt savur avuçlarıma
Sonra da gözlerimi sil
Canım horoz şekeri isterken
Ya da vişneler ezilirken anılarımın ceplerinde
Evet
O anlarda bir yüce filozof oluyorum ya güya
Sende biliyorsun demi
Çaktırma
Yalnızca susarak anlamlanır bu köhne dünya…

Tuesday, April 21, 2009

ŞEMS'İN CESEDİNDEN CELALEDDİN'E SON SİTEM






-ilknur'a-




Ayparçam
Dudaklarında kar tadı
Ve her gülüşün kayıp hicranlar sunar pırlanta tepsilerde
Aklında yarım bir gazel sıtmalı aya
Gözlerimde şair kanından bir tutam perçem
Ve o parmakları yiyen susuzluk telaşıyla
Külleşirken tutunduğum son parçam

Gelin sevinçleriyle çıkılmalı karaya...

Monday, April 06, 2009

ENGEREK


Olsa olsa
Başına güneş geçmiş bir Eskimo
Yatırır başımı nemlenmiş dizlerine
Burnumun kenarından tahta bir uçak geçer
Bir kedi bıyıklarıma bakıp da ah çekerken
Serzenen bulutumun bahtı bir çiçek açar

Dökülür sırtımın kaşağı dikenler dallarından
Yetim çocuklar gibi şaşkın
Sarhoşlaşırım
Ve her sevinçli haberi tarihime sanırım
Dilim saman zarflara yaşasın diye koşar

Ben kaldırım çocuğuyum sağ mememde acı kan
Ve altında paslanmış tenekeden bir yürek
Ve bir yavrucuğum var kıyasıya acıkan
Göbek adı umuttur resmi adı engerek

Ne olacak
Buzdan bir kıymık batacak gözlerime
Şeytan alıp götürecek taştan mızraklarımı
Sol avucumda bir incir ağacı göverecek
Sağ kolumu kadife kurtçuklar kemirecek

Belki de
Bir meleğin kesesinde sızlayacak düşlerim
Başımda taç olacak bir narin anlamsızlık
Bulantı
Gözleme
Madımalak çorbası
Belki kaldırımları gülecek Ankara’nın
Bir adamın bakışına sinerken gülüşlerim
Şu perişan toprağa dökülecek kaşlarım

O zaman
Kim bilir
Bir şelale iklimi salınır zirvelere
O zaman tebessümler ve birde sepet gerek
Sonra nasırlı eller kiraz dalları için
Ama şimdi bir yavrum var kıyasıya acıkan
Göbek adı umuttur resmi adı engerek
mail&msn: sokakfilozofu06@hotmail.com

Sunday, March 08, 2009

FATMA





Önemli olan sevgiyi doğuran davranıştır.
Karen Horney


Bir erkek ve bir dişi yalnızsa, üçüncüleri muhakkak şeytandır… Bir zamanlar bir parçaları olmak için çırpındığım cemaatlerin kent merkezine bayağı uzak varoşlardaki gizli kapaklı toplantılarında, daha otuzlarında kocamış ve dünya zevklerinden yılandan kaçar gibi kaçan hocaların sohbetlerinde ve cinsler arası münasebet konulu kitaplarda en çok kullanılan hadislerdendi bu hadis. Kaçımız bu güzelim hadisin uyarısını dikkate alırdık bilmem. Herkes dikkate alır gibi görünür, varlıklarına cephe almak kendileri için önemsiz işlerden olan kahramanlar gibi cüretle kasılırdı ama bu kasılışlar yapmacıktı tabi ki! Her erkek, inançlı ya da inançsız, dirayetli ya da şehvetperest ömrünün bir yerinde bir dişiyle mutlaka beraber kalır, akabinde de şeytanla. Belki benim çilemin çekilmezliği bedeninden ziyade ruhuna sahip olmak istediğim birisiyle yalnız kalmamda. Bu aslında bir çileden ziyade bir şans; istediğim şeyi elde etmemde bana bilinmeyen kapıları açacak bir anahtar ama bilmiyorum. Bilemiyorum. O daha sıcak ve yakın, ben daha açık ve güçlü olsam her şey daha bir güzel belki. Olmuyor ve eksiklik bende; beteri de eksiklik ne onu dahi bilmiyorum. Ne zaman ikimizi karşılaştırsam “neden olmasın?” diyor dilimdeki alaycı ünlem. Sonra başımı öne eğiyor, avuçlarımda soru işareti cesetleri görüyorum. Ellerimi silkelediğimde gözlerimde noktalar uçuşuyor.
Şimdi o, ben ve iki erkek kardeşi ülkedeki insanların çoğunun içinde yaşamayı hayal bile edemeyecekleri bu güzelim evde, sırtlarına yerküreler yüklenmiş köle çobanlar çökük, bir şeyler bekler vaziyette yapayalnızız. Kuyumcusunu bekleyen kehribarlara benzeyen gözlerini benden kaçırıp kelimelerini kardeşlerine sundukça, bana en kısa zamanda olabildiğince uzaklaşmak zorunda kaldığı bir liman muamelesi yapınca iki göğsümün arasında benliğimi utandıran zehirli bir sıkıntı hissediyorum. Tarafıma hiç bakmasa, beni hiç umursamayıp, bir masaymışım, varlığının bir anlam ifa etmediği mermer bir heykelmişim gibi davransa anlayacağım ama yalnız gerçekten seven bir insan onun gibi umursamadan duramaz. Yanılıyor muyum? Ne kadar dirense de nefsine, bir bakar, bir başını çevirir, bir laf atar.
—Çay içer misin Mustafa, demleyeyim mi?
Sesi… Kadife bir yastığın üzerine inciler dökülürken çıkan sesin aynısı. Dudakları en bakire pınarların suladığı tarlalardan bir tutam çilek ve gözleri… Hep maviye, hep yeşile mısralar düzecek kadar diğer renklere duyarsız şairleri utanca boğacak kadar nadide bir kahverengiyle rüyalarımın başrol oyuncusu.
—İçerim Fatma.
Senin elinden lav bile içerim Fatma ki yegane isteğim bağrımı yakıp çıkan ateşin gözlerinde yaşa dönüşmesi olur.
—Yanında ne getireyim, bir şeyler ister misiniz?
Eğer ellerin renginde bir tevazu varsa bu dünyada tepsiler üzerinde ikram edilebilecek; onu getir.
—Bilmem ki bisküvi filan işte, biraz midem kazındı söylemesi ayıp.
En küçük kardeşi Tarık televizyondaki renklere dalmışken Ahmet elindeki birkaç günlük gazetenin sayfalarıyla boğuşuyor. Ben elimdeki kitabı okuyor gibi yapıyorum, oysa işim onu izlemek. Karnı doymuş bir kuzucuk gibi esnerken ağzından yükselen nefesi ciğerlerime çektiğimi düşünüyorum. İçimde ne varsa tazeleniyor, hayali böyleyse gerçeği nasıldır? Gözleri yaşarmış, bazen esnemelerden sonra olur ya! Sol gözünün sonundaki çukurluktan ıslak bir nokta kayarken başörtüsünün ucuyla o noktayı öldürüyor. Yüzünde bebeksi bir huzur, ben yeniden esneyecek zannediyorum o yüzünü yüzüme dönüyor.
—Ne okuyorsun Mustafa.
Ne cevap vereceğim bilemiyorum, oysa cevabım elimde…
—Şey…
Elimdeki kitabın ön yüzünü gözlerine doğru uzatıyorum.
—Bunu!
Gözlerini kısıp kitabın kapağında kendini şaşırtacak bir şey arıyor sanki.
—Nasıl, güzel mi?
—Bilmem.
Cevabımın hemen ardından karşısındaki palyaço kıç üstü düşen uçarı bir çocuk gibi kahkaha atıyor.
—Şaşkın, nasıl bilmezsin?
Keyfimden şaşkınım sanki Fatma, senin yüzünden, hepsi senin yüzünden.
—Nasıl desem, bir roman işte ama pek anlaşılır değil.
Erkek kardeşlerine bakıyor, saçmalıyor olmalıyım ki kardeşleri de bana bakıyor.
—Şu insanlar anlamadıkları şeyleri neden okurlar ki?
—Onu da bilmiyorum.
Büyük kardeşi Ahmet’in bakışları incitici! Ancak kendini var etmeye çalışırken rezil eden bir geri zekâlıya böyle bakılır. Ahmet ve bakışları umurumda değil, ben ölesiye Fatma’yı düşünüyorum. O gökleri özleyen bir kuğu gibi zarif, ağır ağır yürüyor, menzili mutfak… Bedeni salondan ayrılır ayrılmaz etraf yüreğimden kabaran yalnızlık ve sıkıntıyı emiyor. Sanki avizenin kenarında yağmur bulutları; Ahmet ayağa kalkıyor.
—Ben çay olana kadar bir duş alacağım.
Tarık, Ahmet’in kalktığı üçlü koltuğa minik bedenini yayıyor. Aptal ve güzel kadınlarla dolu bir film var televizyonda. Hiçbiri onun kadar asil değil. Tenlerindeki tüm çekiciliğe rağmen gözle görünmeyen bir kir var her yerlerinde, bunu hissediyorum. Fatma’nın halıya düşen saçları olamaz onlar. Fatma mutfağın şu anda ışığa kesmiş coğrafyasında süzüle süzüle çay hazırlıyor. Dayanamıyorum, Tarık’ın kahkahaları gerimde kalırken mutfağa doğru yürüyorum. Banyodan zemine çarpan suyun şıkırtısı, mutfaktan Fatma’nın pamuk parmaklarına değme şerefine erişen bisküvi poşetlerinin çıtırtısı geliyor.
—Kolay gelsin.
Ensesinde namlu soğukluğu hisseden bir haydut gibi irkiliyor. Neden irkiliyorsun canım, neden incir çekirdeğim. Benim gücüm seni sevmekten başka neye yeter ki.
—Ay sen misin Mustafa, film bitti mi?
—Korkuttum mu seni?
—Film bitti mi?
Bu sorunun gerisinde “neden buradasın” ya da “niye geldin” var. Bilmez miyim? Hem benim filmle ne alakam vardı Fatma, ben kitap okumaktaydım. Neden bana karşı bu ilgisizlik.
—Çay birkaç dakikaya hazır!
Buysa “hadi git içeri” demek. Gidemem Fatma. Ben bir hurda yığıntısıyım, sense parıl parıl kocaman bir mıknatıs. Elmastan, inciden, şekerden, pamuktan bir mıknatıs ama… Sen nereye gitsen, ben oradayım.
—Bu bisküvileri seviyorsun değil mi?
—Ben seni seviyorum Fatma. Allah dünyadaki tüm bisküvilerin belasını versin.
İçimdekileri kendisine açmama alışkın, şaşırmıyor ama gerisinde kin olan bir korku doluyor gözlerine.
—Sus Mustafa, ne olur git.
—Seni seviyorum ben Fatma.
—Ne olur bak, ne olur çek git, başımız belaya girecek.
Yüreğim sabah akşam yanaklarından, gerdanından gözüme yansıyan nuru pompalarken vücuduma, canım kanım sen olmuşken, nasıl beni belan olarak görüyorsun ki Fatma. Hayır, bu nankörlük değil. Çekince seninki, korku seninki… Asaletinden kaynaklanıyor bu da, saygından.
—Seni ben seviyorum Fatma.
—Robot musun kardeşim? Başımdan gitsene dedim sana ya.
Üzerine doğru yürüyorum, arkasında balkon duvarı, sağında buzdolabı. Gözlerindeki çaresizlik dudaklarına titreyiş olarak inerken köşeye sıkışıyor. Dudaklarım alnına değse ne olur. Kötü olur. En iyisi ellerim ellerinde tazelensin. Parmakları garip bir şekilde avucuma batıyor. Öyle bakma Fatma, bir fare ya da bir kipri değil ki içi seninle dolup taşmış bu baş.
—Seni çok seviyorum Fatma.
—Ben seni sevmiyorum.
İnanmıyorum.
—Sevmesen ne işi var elinin elimde Fatma.
Kendinden beklenmeyecek bir güçle çekiyor elini avucumdan, sertliğinden utanıyorum.
—Uzak dur benden.
—Peki kimi seviyorsun Fatma?
—Kimseyi, Mustafa git başımdan.
Fatma bana yalan söylüyor.
—O herifi seviyorsun değil mi?
—Sana ne ya, cehennem ol git. Defol başımdan.
—O herifi seviyorsun değil mi?
—Kibar olsana ya, herif deme ona.
Elim bir anda şiddetli bir yağmurun kırıp toprağa yapıştırdığı eflatun bir leylak dalı gibi hafifleşip yorgunlaşıyor. Bir kadın ancak gerçekten sevdiği bir adamı böyle saçma sapan bir şekilde savunur. Elini itiyorum. Şu anda ona olan tüm sevgim ve o adama olan tüm nefretimle kabarmış dudaklarını öpmek, kanatana kadar ısırmak istiyorum.
—Onunla evleneceksin de, değil mi?
Yüzüme birkaç saniye öncesinin aksine derin bir gururla bakıyor. Yalnız bir kadın nasıl bu kadar güçlü olur?
—Sana ne. Onun, benim ve ailemin arasındaki bir mesele.
—Bizler amca çocuğuyuz, bende aileden sayılırım.
Fatma benden iğreniyor.
—İnsan elini avucunu tutmak için amcasının kızının peşinde dolanmaz Mustafa.
Bende kendimden iğreniyorum.
—O adamı neden seviyorsun?
Fatma susuyor. Kadınlar neden kendilerine layık olmayan adamlara bağlılık ve tutku konusunda bu kadar ısrarcıdır ki! Herhalde onlar babamın dediği gibi yarım akıllılar. O herifi biliyorum. Hatta Fatma’nın ailesi de biliyor. İşsiz, güçsüz, çirkin bir adam… Bir serseri. Yazarmış, ne yazıyorsa? Eminim Fatma’nın onu sevdiği kadar o Fatma’yı sevmiyordur. Belki de tam tersi ama burada ben dururken… İşim var, param var, geleceğim var, yakışıklıyım da. Bilmiyorum, o adam geberip gitse keşke. Eğer öyle olsa ne kalır ki Fatma ile aramda. Fatma seni deli gibi seviyorum. Sevgi kitaplarda anlatıldığı kadar kutsal mı? Hayır değil. Tam tersi sevgi yıkıcı ve azgın, tanımadığım adamlara bile beni düşman ediyor. Sebebi kim peki, sebebi ne?



Mayıs-2008 Ankara