Friday, May 29, 2009

İNZİVA




Elbetteki
Kolayanlaşılanbirroman
Gibi akmayacak canıma kelimeler

Elbetteki
Ölen bir oğlun boğaza taktığı düğümünden daha
Leziz bu acı

Hırslı bir bekleyiş
Abaza askerlerin kemirdikleri dikenli dallar gibi
Hınçlı bir titreyiş
Bir mavilik tutkusu
Bir kızıl bahar
Kumlaşmaya hasret akkanlı yollar gibi

Bir gelin gerdanı beyazlığında olmayacak bu planlı sadelik
Bir yoksul muşum gibi ağır aksak akmayacak kanım
Kefen kefen bakmayacak yüzüme bu kılıksız halılar
Bir lise defteri kıvamında semirip akmaz ya bu sabır

Hey yanılgı müzesi
Karmaşamızdan usanmış kopuk dilli canavar
Yokuş okşayıcı merhem çürütücü:
Tarih
Bir değer biçecek misin zehrime
Karşında bir göçmen olsam
Çatlar mısın bir olgun karpuz gibi
Hatırla savurmuştunsende kerkenez benlikleri
Yama zamanı gelmiş
Bir kırık topuz gibi

Elbette
Bir sevda masalı yalınlığından ırak
Bir yaralı zırıltısından farklı
Ama ne olursa olsun
Bir süresiz inziva işte
Diğerlerinden pek de farklı olmayacak

Saturday, May 23, 2009

DOĞA HIRPALAYICILIĞIN KÖKENİ


Geçenlerde termosumu kahve ile doldurdum, biraz fıstık, bir iki paket kek aldım. Çantamda defterim ve Macciocchi’nin o Mao’nun Çin Kültür Devrimi ile alakalı meşhur ve tuğla kalınlığında araştırması vardı. İçine kasaba dinginliği sinmiş dolmuşlardan birine binip Ankara’nın 20 km. doğusundaki bir piknik alanına gittim. Hafta sonu huzuruna doymuş tombul memurlar, tombul hanımları ve tombul çocuklarıyla birlikte mangal yakma telaşındaydılar. Kollarında sepetleri ile yanık yüzlü çingeneler bütün ihtiyaçlarını yanlarında getirmiş ailelere bir şey satabilme umuduyla çırpınırken, kentin beton ruhunu emmiş çocuklar doğaya olan yabancılıklarıyla ya ilk defa karşılaştıkları bir böcekten, bir sürüngenden korkarak ya da aşmaya alışkın olmadıkları bir tümsekte düşerek bas bas bağırıyorlardı. Et kokusundan mürekkep dumanlar sıkılgan hayaletler gibi başımın üzerinde dolaşırken özellikle çocukların içgüdüsel bir kinle doğa parçacıklarına saldırdıklarını gördüm. Bir dalı kırmak, bir köstebeği taşlayarak kovalamak, bir bisküvi paketi veya yağlı bir kağıdı umarsızca bir köşeye fırlatmak... Büyükler bu suçu biraz daha organize bir usulle işliyorlardı. Onlar dalları minik testerelerle kesip istifliyor ve mangal yakmakta kullanıyorlardı. Mangal kömürüne kıyamadıklarından herhalde! Onlar yedikleri etlerin, ekmeklerin paketlerini kaldırıp boşluğa savurmasalar da, bütün pisliklerini büyük torbalara koyuyor, torbaları da ormanın insan gözüne uzak boşluklarına savuruyorlardı. Çöp kutuları ağzına kadar doluydu ve kokan çöplerle, bakımdan sorumlu kurumların günlerdir ilgilenmediği anlaşılıyordu. En garibi de bazı babaların oğullarıyla birlikte, piknik alanına yaklaşık 50 metre uzaklıktaki minik bir dereye kurbağa avına çıkmasıydı. Takdire değer bir askeri incelikle kurbağalara karşı zafer de kazanıldı. Sapan taşlarının darmadağın ettiği yeşil bedenler, üzerine bomba yağmış düşman askerleri gibi bakanın içini parçalıyordu. Bir parça konfor ve bir parça eğlence için irili ufaklı insan yığınları doğanın bünyesine bütün yıkıcılıklarını kustular. Abartıyor muyum? Elbette abartıyorum! Basit bir hafta sonu eğlencesi için birkaç insanın doğaya karşı bilinçsiz tutumları doğaya zarar bile vermez. Her çocuk adam başı 3 kurbağa öldürse kurbağa nesli tükenmez. Her aile mangal ihtiyacı için birkaç dal kırmış ne olacak? Bisküvi paketleri, yağlı et kağıtları doğada göz açıp kapayana kadar eritir. Ne kadar azgın olsa da aslında lafı bile edilmeyecek azgın bir tahrip çabası! Sanayi devi ülkelerin ve onların kime karşı ürettikleri bile belli olmayan silahlarının kustuğu medeniyet bugün insanı yok oluşun olmasa bile, yaşam için evrensel bir ıkınmanın eşiğine getirdi. Bu yüzden edebiyat ve sinema artık ütopyaları değil heretopyaları, distopyaları ciddiye alıyor. İçgüdümüzün sesi herhalde “Aman elinizdekini koruyun!” diye kulaklarımıza fısıldıyor. Neyse!

Piknikçilerin aymazlığı bir konuda dikkatimi çekti. Onların o anda içlerinde bulundukları doğa parçasına karşı giriştikleri umursamazlığın tek sebebi kısa süre oradan ayrılacak olmalarıydı. Bu yüzden piknik alanına bir köy, bir yerleşke, bir konut muamelesi yapamadılar. Göçmenlerin o kısa vadeli hesapsızlıklarının bir göstergesiydi işledikleri suçlar. Hadi bunlar göçmendi, biraz sonra çekip gülistan gibi baktıkları, içlerini döşeme uğruna gençlikler hiç ettikleri evlerine gideceklerdi. Peki ya az önce bahsini ettiğim büyük güçler! Hatta büyük güçlerin birer kötü kopyası olmak için daha vahşi ve daha usulsüz bir azgınlıkla doğasına saldıran toplumlar, ülkeler. Beton parmaklıkların gölgesinde, denize sahip ama yüzemeyen, toprağı verimsizleşmiş, tavanı delinmiş milyarlarca insan. Orman bir piknik alanı artık, deniz sadece emlakçıların karını artıran bir görsel argüman. Güçlüsü ve güçsüzü, bütün insan yığınları kendi coğrafyasına karşı muazzam bir savaş veriyor. Bunun kökeninde ne olabilir ki? İnsan kendisini bir parçası hissettiği bir olguya bu şekilde saldırgan olamaz ya da saldırılışına karşı böylesine sessiz kalamaz. Sebep!
Adem’in hikayesini gerek mitolojik metinlerden ve gerekse kutsal kitaplardan defalarca okudum. Tanrı, insan ve muhtevası hakkındaki en can alıcı hikaye olan bu hikayede insanın aslında yeryüzünün en yabancı varlığı olduğu vurgulanır. Çok uzak ve bilinmeyen bir dünyadan kovulmuş ve bir nevi cezaevi sayabileceğimiz bu yurda sürülmüşüzdür. Ruhlarımız bedenlere, bedenlerimizde yeryüzüne mahkumdur. Hep böyle apansız bir çıkma çabasıyla, sürüldüğümüz yurdun konforuna, tasasızlığına yanar, aklımızı ve bedenimizi bütün gücüyle zorlar sürüldüğümüz anayurdumuzu taklide zorlarız. Ama olmaz! Nere erişirsek erişelim, hangi konforu elde edersek edelim, her şey batıcıdır, huzursuzluk kaynağıdır. Durur durur yine okları, mızrakları nükleer bombalara, savaş uçaklarına çevirir birbirimizi yok ederiz. Birbirimizle hesabımız bitti mi gözümüz hemen doğaya döner. Belki bir yüzyıl sonra hırpalayacağımız bir doğa parçası da kalmayacak. Aklımız ve gerine gerine övündüğümüz teknolojinin gücü ne insanı yaşatmaya ve ne de yıktıklarımızı tamir etmeye yetecek.

Bu katliamın kökeninde yine göç mü var? Bence evet! Çünkü insan beyni ölüme programlanmış ve insan içindeki yapıcı ve yıkıcı dinamizmin sonsuza kadar sürmeyeceğini biliyor. 50, 60, 70 hadi bilemedin 100 yıllık bir yaşam süreci. Eninde sonunda insan kafasının içindeki bütün birikimle hakkında çok az bilgisi olduğu bir gaybı kucaklıyor. Böylece, burada, bayağı uzun kalacak bir piknikçiden bir farkı kalmıyor. Ortak bilinç, içgüdü, fıtrat adı neyse, hepsi kanser haberi almış bir mirasyedi gibi elindekini bir an önce yok etmeye çalışıyor. Bu bencil hedonizme karşı, yağmacı ruha en güzel eleştiriyi belki de o “yeryüzünü çocuklarından emanet aldıklarını” söyleyen kızılderili bilgeler yapmış. Bu eleştiri bir konarın medeniliği ile yeryüzünü okşamayı bilen birkaç kişinin merhametini artırmıştır şüphesiz ama... Kim bilir, belki de geldiğimiz harikalar diyarından uzaklaşmışlığın ve tekrar ulaşamamanın cinnetiyle tabiat ananın etini dişliyoruz!

Tuesday, May 19, 2009

VEDA



Git ama;
Yine Gel!
Hatta
Şimdi
Ben
Ruhunun
En kırılgan yerinden öpüyorum
Seni
Dudaklarımın sıcağı
Kanayışına merhem olur
Belki


Belli
Ki.




Wednesday, May 13, 2009

KAPİTALİZMİN SUÇ TARİHİ




WERNER BIERMAN
ARNO KLÖNNE


Altın ve Gümüş Açgözlülüğü
Şeker, Kölelik, Ticari Sermaye
Çin ile Uyuşturucu Ticareti
Silah Ensütrisi
İçindekilerden

Keşiflerin, o insanı insanlığından utandıran süreçlerini okumak, Avrupalı açgözlülüğünün sınırsızlığını, medeniyet denen beladan kahır kılıklı çocuklar peydahlamamış –ki Avrupalı barbarlar karşısında tek günahları bu kutlu kısırlıktı- yerlilerin maruz kaldıklarını okumak tarihçiliğe dair en sadist zevkleri tattırmıştı şahsıma. Özellikle Raymond Luraghi’nin “Sömürgeciliğin Tarihi” ile başlayan yolculuk keşifler ve sömürgeler tarihine dair aslında rahatlıkla anlamlandırabildiğim bir ilgiyi başlatmıştı. Bu tarihin dimağdaki çalkantısını, hele de Frantz Fanon, Sartre, Ali Şeriati gibi, Batı -Emperyalizm-Kapitalizm karşısına, 3. dünya ve koloniciliğin acılarını dikebilen filozofların fikirleri ile şekillendirdiğinizde, ezilen toplumların herhangi bir bireyi olarak kişisel safınızı daha belirgin kılıyordunuz.

Kapitalizm zaten insanlık tarihindeki en organize şebekenin ideolojisinin adıdır. Bu ideolojiyi en kafalı yazarlarla, akademisyenlerle, televizyoncularla haklı kılar ve uçsuz kaynaklarla insan için geçerliğini ispata yeltenirler. Başarısı, kepazeliğini ihtişam olarak göstermekte yatar. Kucağına düşen insan ya onursuz bir akademisyen olacaktır, ya eli kalemli bir hasta ruh... Okumamışlardansanız onun elinde en fazla yarı aç yarı tok yaşayan bir kalfa, işsiz bir depresif ya da müşteri bulamadığı için hayıfla sokak sokak gezinen bir fahişe olursunuz. Ne dini, ne ahlakı, ne sevecenliği olan, kırmızı başlık takmış bir Godzilla’dır. Onun için değerli olan tek şey ya kafa çalıştıramayıp silah geliştirememiş gariplerin ülkelerindeki madenler, ya da işsiz güçsüz kalıpta emeğinizi boğaz tokluğuna sunacağınız hayalet tepsilerdir. Onun taptığı tek şey kara dönüştürebileceği güçsüzlük ve onursuzluktur. “Kapitalizmin Suç Tarihi” bu utandırıcı çılgınlığı en ince hatlarına kadar inceliyor ve çoğumuzun herhangi birer tarihi olay sandığı unsurları yürek delici birer tarihi belge olarak kullanıyor. Yerlilerin kanının nasıl altına dönüştüğünü, köle ticareti denen şeyin insanın yeryüzünün her noktasını kara anıtlarla donatmasına yetecek kadar büyük bir utanca yetip artacağını görüyoruz. Koskoca Çin’in üç tane tüccarın açgözlülüğüyle afyon manyağı yapıldığını, petrol denen şeyler uğruna tasarlananları görünce “keşke hep ilk çağda kalsaydık!” diyoruz.
Elbetteki Kapitalizmin suçları basit bir kitaba sığacak kadar masum değil ki baktığımız yerde bu suçların herhangi birini görebiliriz. Ama kendi elimizle emzirdiğimiz katilimizin kimliği hakkında hap bilgiler sunması açısından çok değerli olan kitap Phoenix Yayınlarınca yayımlanmış. Özellikle de dünyanın artık bir şekilde değişmesi gerektiğine inanlar için minik bir kılavuz niteliğinde. Okunup, tartışılması dileğiyle.

Susarsam


Ne zaman susarsam
Kenarları sigara külünden
Ortasındaysa leylak moru bulunan
Şiirli bir kâğıt savur avuçlarıma
Sonra da gözlerimi sil
Canım horoz şekeri isterken
Ya da vişneler ezilirken anılarımın ceplerinde
Evet
O anlarda bir yüce filozof oluyorum ya güya
Sende biliyorsun demi
Çaktırma
Yalnızca susarak anlamlanır bu köhne dünya…