Sunday, January 17, 2010

KÜRESEL ŞOMAĞIZLILIĞIN ARKA PLANI







Yıllar önce okumuştum, Kırıkkale’de, nemli bir odada... Hatırlıyorum. Sol Yayınlarından çıkan, o baskılarına hayran olduğum kitaplardandı. Engels’in bir kitabı! O kitaptaki bir pasaj? Ah! Şimdi nasıl karıştırıyorum kütüphanemin raflarını, üstadın bütün eserleri önümde ama sayfalar gizlenmiş sanki, o pasajı bir türlü bulamıyorum. Aşure çorbası gibi kafam, odam, minik masamın üzeri. Neyse. Mealen Üstad-ı Muazzam şunu diyordu: Evet din çağımızın afyonudur. Onun negatif dinamiği insan gelişimini duraklatır, hatta bu ilerleyişi geriye doğru çevirir ama; göreceksiniz. Yakında, uzak olmayan bir gelecekte, bugün din adamının görevini bilim adamı, dinin görevini, dinin yıkıcılığını ise bilim yüklenecek. İşte, benlikleri ile bilimin arasında kalmış o insan yığınlarının kaderi öyle acınası ki! Evet! Engels’in kehaneti boş değilmiş, biz bu günün bol imkanlı angutları, bilimin yıkıcılığı ile benliğimiz arasındaki karanlıkta bocalıyoruz. Nasıl diyeceksiniz? Ne bilimi, ne benliği, ne bocalaması? Sanki hepimizin evinde laboratuar, hepimizin isminin önünde Prof. payesi varmış gibi konuşma! Öyle konuşmuyorum kardeşlerim. Bugün duyarsızlığın dibine vurmuş yığınlar olarak, fare mezbahası kentlerde, cinnet namlularında, varlık içinde yokluk, hikmet içinde bönlük yaşayarak, baskın bir pornocu, azimli bir obur, anlayışsız bir mankafa olduğumuz kentlerde çilelerimiz bilinçaltımızda o kadar yer etti ki, çözümsüzlüğümüz artık kendini her gün başka bir yapımcıya yardıran, dini ve milli mukaddesatlarımıza bağlı, götü yere yakın spikerlerin ekmek teknesi halini aldı. Artık kendisinden başka saltık gerçeğimiz olmayan o televizyon adlı kusmuk çukurunda sadece yengesini düzen civanların, çişini tutamayan alnı secdeli devlet adamlarının, Hadise’nin bızırının, kutu açıcıların acılarının peşinde koşmuyoruz. Yeni konseptimizin kahramanları sayın profesörler, doktorlar, ziraat uzmanları ve bilimum fare suratlı, akademik payeli sümüksü yaratık. Bu hayatlarında YÖK’ün bir kararına karşı gelmemiş, açlığa, garibanlığa, orospulara, alçaklığa, resmi ideolojiye, Avrupamerkezciliğe, kapı putlarına, kulaklarına fısıldayan şeytanlara bir kere bile karşı gelmemiş, gelememiş, karılarından korktukları kadar toplumlarından korkmayan hamam oğlanı kılıklı kravatlılar bu aşağılık topluma sabah akşam bilimsel delilli vaazlarını sunuyor. Çünkü bu vaazlar, bu öcü göstermeler, bu düşünceli safsatalar, hükümet tetikçisi, bakire düşkünü, kalp ilaçlarıyla sarhoş medya patronları için öylesi tatlı bir gelir mıknatısı ki! Karşılarında dört duvar ve bir kutulu camekan arasına sıkışmış, onurlarına, dizi yıldızlarının tuvalet kağıtları kadar değer vermeyen, tedirginlik tiryakisi bir insan yığını var. Bir ülke dolusu insan. Korkmuş sürüler ki onlar; Açlıktan korkmuyor da şişmanlamaktan korkuyorlar, yozlaşmaktan korkmuyorlar da kuşlarının ötmemesinden korkuyorlar, darbelerden, savaşlardan, okullarda eşeğe çevrilen yavrularının koşa koşa yürüdükleri cehennemden korkmuyorlar da kanser olmaktan korkuyorlar... Bedenlerinden başka tutunacak dalları, midelerinden başka sığınakları kalmamış yetmiş milyonluk bir korku imparatorluğu. Hazzın imparator, hedonizmin resmi ideoloji olduğu bir imparatorluk. İmparatorluğun üzerinde öğlen kuşağı programlarından bulutlar. Tabi ki bu bulutlar iğreti yağmurlar getirecek. Koskoca bir imparatorluğun halkının kaderi tavsiye edilen bitki özlü ilaçlarla teskin edilecek, güle güle yüzümüze bitki kökleri uzatacaklar, çöpe çevrilmiş midemiz alışılmadık metalara kavuşacak ve elimizden ne gelecek? Hiçbir şey çünkü; bütün ellerden daha büyük bir korku gözlerimizin içine içine bakıyor. Ne diyorsanız boşa çıkıyor çünkü bir insan silinmeye, sinekleşmeye korkarak başlar. Bu işin sadece benlik ve bedenle ilgili kısmı... Asıl heyula, insan gözünde bütün değerleri hiçe indirgeyen heyulayı Deccal’in memleketinin sanallık endüstrisi kafalara kusmaya başladı. 2012, Marduk, bilmem ne virüsü, kuş gibi, domuz gribi... Neymiş efendim göktaşı gelecekmiş, kıyamet kopacakmış, ya da bir virüs gelecekmiş cümlemizin anası bellenecekmiş. Medeniyet diye bir şey kalmayacakmış dünyada! Siz kanser ilaçları ile cep telefonundan müteşekkil bir yaşamı medeni mi telakki ediyorsunuz? Yıllardır, doğduğumuz günden beri bizlere garip bir kıyametçiliği pompaladınız. Ha öldünüz, ha bitiyorsunuz, aman kölelikte diretin, zaten ömür bitti ne için düşünüp mücadele vereceksiniz? Bilmeyiz! Medya ve internet yoluyla insanlığa pompalanan bu renkli, ezoterik, grotesk, antik, gizemci, garabetin tek sebebi var. Zaten canı yanmış, güçsüzlüğünün farkına varmış, uyuşuk mu uyuşuk insan sürülerine ölümü gösterip sıtmaya razı etmek! Boş verin be güzel dünyaların hayallerini... Yeyin, boşaltın, sevişin, sapıklaşın. Porno filmlerde gördüklerinizi uygulamalı olarak deneyin, Amerikan sofraları kurun, sonra bilim adamlarımızı izleyip soğan suyunun basura ve meme kanserine iyi geldiğini öğrenin. Zaten dünyanın kaç günü kaldı? Daha da umursamaz bir şekilde geberin ey insanlar. Bizler yer altı tarikatlarımızla, tröstlerimizle, kukla hükümetlerimizle şeytanlarımıza hizmeti sürdürelim, yüzde beş üretip yüzde yirmi beş tüketelim, Irak’a girelim, İran’a yönelelim. Geçmişte, İncil verdikleri toplumlardan nasıl topraklarını aldılarsa, bugün, akademisyenleri ve homoseksüel tellallarını kullanarak bizlere korkular verip onurlarımızı satın almak istiyorlar. Alıyorlar da ama; bir avuç adam, birkaç adam, kölelerine oranı yüzde bilmem kaç bile olmayan bir avuç insan... Ne kalın kitapları uyuşturabilecek bizi, ne iktidarsızlık korkusu, ne da tepemize düşecek koskoca kuyruklu yıldızlar... Bizler İsrail’den, Amerika’dan, Avrupa’dan; tarihi hesaplarımızı görmeden ölmeyeceğiz. Sahte tanrılarınız yaratmadı ki bizi, gerçek saçmalıklarınız yok etsin! Göreceksiniz...

sokakfilozofu06@hotmail.com

Monday, January 11, 2010

ROMANIM: SAVAŞTAN ARTAKALAN'dan bir bölüm


Haksız değilim demek ki, uzatmıyorum, ceketimi alıp, ayakkabılarımı giyinip çıkıyorum. Kapıyı açar açmaz yüzüme gökyüzünden başka hakimi olmayan sokakların enginliği çarpıyor. O kahrolası sigaralarımdan birini yakıyorum, ciğerlerim körpe ve duyarsız. Hava karanlık, altın şamdanlarda kibrit alevleri hayal ediyorum, muhayyilemde kırgınlık, kediler saçmalığa dönüşse keşke...
Ankara’nın en yaşanası saatleri. Ve bozkırın gırtlağına çökmüş soğuk, kaldırımların deliliğine delil ay ışığı lekeleri, dudaklarımın ucundaki alev topundan yükselen duman silik mi silik bir süse dönüşüyor. Adımlarım hızlanır şimdi, kalbim uyanır, lafı bile edilmeyecek bir macera etrafımda gezinirken ısınırım. Donukluk, sadelik, renksizlik üzerinde anıların film çevirdiği beyaz bir perdeye dönüşür. İstanbul, İzmir cıvıl cıvıldır herhalde bu saatte. Eli bastonlu ihtiyarlarından, akılları bir karış havada serseri gençlerine herkes biraz daha yaşamak istiyordur. Ankara uykuda! Memurlar mesai yapacak erkenden, çocuklar okula gidecek, taksiciler, dolmuşçular hanımlarının pişirdikleri kestaneleri soyarak pineklemektedirler. Okumuş yazmış adamlar ödeyemedikleri elektrik faturaları yüzünden mum ışığında garip, tozlu, anlaşılmaz kitaplar okumaktadırlar. Ve birileri uyuyakalacaktır, mum ateşi önce masa örtüsünden başlayacak, sonra masaya, ardından duvarlara yılışacak, evini yakacaktır. Yazılmamış onlarca roman, sürülmemiş bir sürü keyif ve defterler dolusu şiir, öykü... hepsi sonsuzluğa kanatlanırken, gazeteciler üzüntüler uyduracaklardır. Bilmem, abartıyor muyum? Sanmam. Üşüyorum, aceleci, geniş adımlarım yetmiyor ısınmama. İnsan en çok böyle kıyan soğukların eline düşmüşken bir aile arzuluyor. Basit bir ev, zayıf, gariban çocuklar ve makarna yüzünden, patates oturtması yüzünden değirmentaşına dönmüş bir hanım. Sarılıp uyuyacaksın, ısınacaksın, yorganlar paket gibi kaplayacak bedenin her noktasını. Kör hayal! Bunları mı istiyorum gerçekten. Savaştan geldim ben, ayaklarım var, üşüyebilen bir tenim, aklım yerinde ve kimsesizliğim. Canım istiyor çıkıyorum evimden, canım istiyor, sigaramı tutuyorum, parmaklarım var. Bir savaş alt tarafı lan Özgür, neyini bu kadar abartıyorsun? Bir tek sen miydin! Bak daha pis buradaki savaş, herkes fareye dönüşmüş, herkes timsaha... bir korkuluktan başkası olmayacak bu oyundaki rolün. Olmazsa olmazsın. İzmaritimi savuruyorum, çöpleri eşeleyen kediler zemine dağılan kıvılcımdan korkup kaçıyorlar. Bir sigara daha yakıyorum, ağzımda hala çay tadı, ilk nefes, kahrolası kükürt kokusu. Tıp fakültesinin o karanlık köşesinde taksiciler... Orta yaşlı bir memurun elinde kuruyemiş dolu kesekağıdı. Yüzüme bir şeytanın yüzüne bakar gibi dengesiz bir kinle bakıyor ve korkuyor. Cani gibi miyim, manyak gibi mi? Oysa ben it gibi titrerken anladığım her şeyden kaçmak istiyorum. Karşısına dikilip bağıracaksın “Lan memur, ben senden daha korkağım, görmüyor musun?” Canım bilmediğim ülkelerde gezinmek istiyor, kirli bir zeytinyağı tenekesinin dibinden çöp suyu sızıyor. Kana bastım ben, yuvalarından fırlamış gözlere bastım. Çöp suyuna basmışım ne olacak? Bilmediğim ülkeler ki ucuz olmalı, savurgan davranacak kadar zengin değilim ben. Kapıda vize diye de süründürmemeliler, hemen kabul etmeliler iyi kötü tüm unsurlarıyla benliğimi. Bosna olmalı, Azerbaycan olmalı... ya da bir Afrika ülkesi olmalı ki ölüm gördü oralar, çocuklara bile acımadılar, köpeklere, koyunlara bile. Gezmek, uzak, ucuz, görülecek doğru dürüst bir şeyleri olmayan ülkelerde. Anlamamak, anlamlandıramamak. Buralardan daha ucuzdur oralar, buralardan daha az karmaşıktır. Bütün değerleri sürgün olmuştur, değersizlikleri donuktur. Cebeci Postanesinin önünde koca bir biraz şişesini sömürmekte olan dişsiz bir berduş yanıma yanaşıyor. Dur diyorum durmuyor, pis pis gülümsüyor, tiksiniyorum.
-Abi be bir şişe birası nolur?
Çorba parası derlerdi eskiden, evde kömür yok derlerdi.
-Nolur be abi, ciğerlerim yanıyor
-Adın ne senin?
-Aşur be abi, Aşurum ben. Buz gibi suyla yıkadılar beni be, söyle dediler, söyleyemedim be abi.
-Bira mı alacaksın?
-Belki de şarap alırım be abi. Ciğerlerim yanıyor.
Elimi cebime atıyorum, ayyaş dua edercesine ellerini açıyor. Elimi cebime atıyorum, beş altı banknotluk bir tomar. En değersiz banknotu ayyaşa veriyorum, alıyor. Az önceki yalvaran adamın aksine, kibirle arkasını dönüyor... Sanki ben dilenenim de o bahşeden. Kızılay bu saatlerde kitabi bir durgunluk taşımaz, çığlık ve gürültü içindedir. Ulus’a giden yola giriyorum. Birkaç dolmuş kavşağa park etmiş, trafik ışıkları kendi kendine gelin güvey. Bir beyaz eşya dükkanının kepenklerini kapıyor genç bir çift. Tesettürlü bir kadın, başı önde, elinde koca poşetlerle yürüyor. Tabelalardaki yüzeysellikleri birleştiriyorum, ortaya nihilist bir şiir çıkıyor. Cebeci istasyonuna bakan köprünün üzerinde duruyorum, ay tam üzerimde, ışığı varlığını ele veriyor, bulutlar kendilerini gizlemiş, yıldızlar uykuda, yarın hava açık olacak galiba. Bir köpek istasyon merdivenlerinden çıkıyor, ağzına ölü bir güvercin, tren bekleyen bir çift öğrenci çekingence öpüşüyor. Dudakları ıslandıkça, ısındıkça kayıyor omuzlarından aşağı çantaları. Banliyö treni açlıktan kudurmuş bir piton maketi gibi süzülüyor... taaa Kayaş’a kadar gidecek şimdi, ardından ver elini gerisin geriye Sincan. Kayalıklarla bozkır arasında ucuz işçi beklentilerine boyanmış bir koşu. Gölgeli kasvetlerden sıkılıyorum, nasırlarım, adımlarım. Bir şehir bu kadar muhteşem olur, ben de bir şehre bu kadar ait. İnsan özdeşlikten kudurur mu? Eski model araçlarda Ankara havaları, ağzı küfürlü mahalle çocukları. Ankara Hastanesine açılan kavşağın başında iki ayyaş bir taksiciyle ağız dalaşında. Mahalle müttehaitleri... ve evlilik vad ederek bacaklarını okşadıkları varoş kızları pastanelerin en kuytu masalarında ucuz yağdan yapılan yaş pastaları çatallıyor. Diz çökmek istiyorum, karanlık bile olsa, pasaklı bile olsa, soysuz bile olsa benim bu caddeler, soluklarımı uzun zamandır tanıyorlar. İmkanım olsa alıp getireceğim dağlarımı, barut kokumu, güzel gözlü Kürt çocuklara şekerden, çikolatadan evler yapacağım. Diğerleri de gelmeli, yeniden var olmalı kana karışmış bütün kuyrukları kopmuş biçemler. İmgeler ayaklarıma dolansa ne olur. Kahrolsun kısırlık. Karısıyla hırsla sevişmeliydi Said bu saatlerde, diğerleri de. Çocuklar yapmalılardı, çocuklar şair olmak isterlerdi belki, ressam olmak isterlerdi, bakınca tüfeğe benzeyen sazlar yaparlardı ki en yakıcı nota bile insanı öldürmez...
Hamamönü’nde eski, dökük, içinde tinerci çocukların aile hayali kurdukları eski Ankara evleri. Yüreklerini kanser dağlamış ölümü bekleyen hasta devler gibi çaresizliklerine şükrediyorlar. Hayal kuruyorlar belli ki ancak hayal kurarken bir varlık böylesi bilinçsiz bakar. Rumlar vardı eskiden, Ermeniler vardı... Siyah cübbeleri, beyaz sakalları ve takunya takırtılarıyla dev gibi papazlar şu yokuştan salına salına Samanpazarı’na çıkarlardı. Tarihçiyim ben, yaşamadım ama görüyorum. Kim bilir kaç kızın, kaç erkeğin gözleri yandı kornaların titrettiği şu kıymıklı pencerelerde. O zaman yaşasaydım kesin bir Rum kıza vurulurdum, bir Ermeni kıza. Gözlerinden, tenlerinden ziyade duyup anlayamadığım dilleri aşık olunası gelirdi bana. Geceleri erkenden yatardım ki annem bir şeyler dikerken ben gavur sevdiceğimi daha sıcak bir şehvetle düşleyeyim. Tarihçi olmazdım o zaman, rençper olurdum, Mamak açıklarında bir tarlamız olurdu, ya da ne bileyim, bakırcı olurdum, nohut fasulye satardım at, eşek pisliğine batmış pazar yerlerinde. Hayır hayır; bu evlerin yapıldıkları yıllarda savaşlar olmaktaydı, kaplan pençesinde koçtu insanlık. Büyüklerim sürerdi beni Yemen çöllerine, yana yana dolaşırdım. Bir bardak su hayali kurmaktan gavur sevdiceklerimin memeleri gelmezdi aklıma. Kara suratlı bir Arap isyancı mıhlardı beni anlımın ortasından, Annem ardımdan Türkü yakardı. Ya da donardım işte Sarıkamış’ta. Canı sıkkın bir paşa ufak bir stratejik hata yapardı, bir bakardım ki bilmediğim bir karanlıkta, beynimin kovukları sıcak mı sıcak tarhana çorbasıyla dolmuş. Uykum gelmiş, uyumuşum. Bana yar olmazdı gavur sevgililerim, kimseye yar olmazlardı. Kulaklarından tutuldukları gibi çıkarılırdı evlerinden, güçsüzlüğümüzün çilesini onlardan çıkarırdık. Bu kıymıklı evleri hayal ede ede ölürlerdi, orada öleceklerini tahmin bile edemeden. Kim bilir ne yoğurtçular çıngırak çaldı bu sokaklarda, kaç katır toynağını eskitti ve kaç yenilginin ahıyla titretti gırtlaklar pencereleri. Her adımımda Çankaya tepeleri belli oluyor. Lüks oteller, barlar, ihale dosyaları. Kocatepe Camii, hemen önümdeki Tacettin camiinden daha küçük, daha manasız. Keşke kulağımda o Hintli bağrı yanıklardan birinin sesi olsa, sitar sesi ve dümbelek. Neden aramaktan, beklemekten, istemekten usanmıyorum. En sarp yokuşlardan indim ben, bacaklarım çelik sütunlar gibi, yorulmuyorum...
-Baaak hele!
Karşıda, Hacettepe kavşağında dizili kadınlar. Birkaçı araba camlarına eğilmiş. Yanlış duydum sanıyorum, bana seslenmediler. Dikkatle bakıyorum, tekrar aynı hitap, yolun karşı tarafında tombul mu tombul bir gölge bana el sallıyor. “Ne var?” dercesine elimi kaldırıyorum. “Dur” dercesine ayasını gözüme dürtüyor tombul mu tombul gölge. Geçmekte olan birkaç arabayı bekleyip şişmanlıktan zıplayamayan bir kanguru sanki. Sürünen adımlarla yanıma ulaşıyor. Yüzünü bile seçemiyorum, çekiniyorum, bedenime değecek kadar yanaşmadan kim olduğunu öğrenmek istiyorum.
-Ne istiyorsun?
Cevaplamıyor. Her adımında biraz daha görünür oluyor, komik bir görüntüsü var, ayağındaki yeşil, çirkin ayakkabının topukları kırıldı kırılacak. Bacaklarında ucuz siyah külotlu çoraplar, kırmızı eteği dizi üstünde. İçi su dolu, boğumları kat kat olmuş bir balona benziyor. Boyu bir ellinin biraz üstünde ama benden bile daha ağırdır. Nereden buldu bu kadar yiyeceği. Üzerinde siyah bir bluz, göğüsleri, göbeği, gerdanı dalgalı uzun siyah saçlarının örtemediği belirgin birer ayrıntı. İnce etsiz dudakları, elmacık kemiklerine doğru yayılan burnu ve derin mi derin bakan gözleriyle klasik bir bozkırlı kadın.
-Ne istiyorsun dedim?
-Ne işin var bu saatte burada?
-Sana ne?
-Bi sigaran var mı?