Thursday, January 10, 2013

GRİ VE TURKUVAZ; TAHRAN DEFTERİ (giriş bölümü)




           

 @sokakfilozofu
(Gri ve Turkuvaz, Tahran Defteri adlı kitabımın giriş bölümü)

        İran deyince aklımıza ne gelir? Farsça, hat sanatı, Sonati müziği, çeşitli baharatlarla çeşnilenmiş pilavlar, güzel gözlü insanlar, sıcakkanlılık, kıyasıya bir estetik tutkusu, şairler, hattatlar, nakkaşlar, Serçelerin çağıltısı filmi… Hayır hayır, akla gelecekleri söyleyeyim. Kara çarşaflı, şizoik bakışlı kadın yığınları, kapalı havalı, gri mi gri sokaklar, asık suratlı ve hapsedecek adam arayan kara sakallı mollalar, tiz ve uzun siren sesleri, silindir şapkaları ve yeşil üniformalarıyla koşuşturan askerler, Kızım Olmadan Asla ya da Persepolis filmi. Bu trajikomik kompozisyon birbirleri ile birbirlerinin bile farkında olmadığı kadar çok benzerlik gösteren iki ülkenin asla benzerliklerini aktif ve ilerletici bir potansiyel olarak kullanmamalı için çizildi. Amerikanların, İsraillilerin ve kimi zaman Avrupalıların çizdiği ve iletişim-bilişim imkanları ile geniş insan yığınlarının bilinçaltına çizilmiş bir kompozisyon.
            Ortağım kapalı bir kış günü heyecanla ofise girerek İran’a gidiyoruz diye bağırdığında heyecanlandım. Heyecanımın sebebi elbette ortağımın yerli yersiz kapıldığı yüksek karlılık hayallerinin tutarlılık ihtimali değildi tabi. Heyecanımın kaynağı birkaç günlüğüne bu kompozisyonun bir parçası olabilecek olmamdı. Aslında bu kompozisyonun diyerek ciddi bir hata yapıyorum. Evet, herhangi bir Türk olarak bu kara kompozisyonun sunulmuşluğundan payımı almıştım lakin bir Tarihçi olarak gideceğim yerde nelerle karşılaşabileceğimi az çok tahmin edebiliyordum. Üniversite birinci sınıfta Amin Maalouf’un ünlü romanı Semerkand’ı okuduğumdan beri İran, Mori Masaki’nin Yalınayak Gen adlı animasyonunu izlediğimden beri de Japonya temel ilgi alanlarımdandı. Bu iki ülkeye dair ne bulduysam okumuş, ne bulduysam izlemiş, hatta sahaflardan aldığım ve dilini bilmediğim birçok kitap, dergi ya da benzeri eşyayı da bir gün o dilleri öğrenir de içeriklerini incelerim umudu ile saklamıştım. Tabi İran konusunda Japonya konusunda olduğum gibi şanssız değildim. Elimde çok fazla done vardı ve bu donelerin İran’ı tanıma konusunda benim için nasıl sağlam bir bilgi kaynağı olduğunu gezim esnasında anladım.
            Daha önce ülkemde İran’a dair yayımlanmış birkaç gezi kitabı edinmiş ve incelemiştim. Çoğu klasik gezi kitapları gibi şurada şu var, şu otel şöyle, şu tarihi eserin temaşası, şurada şunu yedik nevinden bilindik ifadeler barındırıyordu. Oysa ben metinlerimin bir tarihçinin haysiyet ve hassasiyetini taşıyan bir derinlik taşımasını istiyorum.  Tabiki yabancı bir ülkede (İran bir Türk için ya da bir İranlı için Türkiye ne kadar yabancı bir ülkedir tartışılır) yaşanılan her türlü heyecan önemlidir ama benim derdim bu ülkelerin ruhunu anlamak. Dağlarının, kentlerinin, kalabalıklarının, şiirlerinin ardındaki, o ülkeyi o ülke yapan özün ne olduğuna dair bir fikir edinmek. Bir ülkeyi sevmek, bir ülkeyi karalamak, bir ülkenin lezzetlerini tatmak çok kolaydır lakin bir ülkeyi anlamak! Bir ülke derken milyonlarca insandan bahsediyoruz, milyonlarca geçmiş ve gelecekten. Bizler oryantalist değiliz ki toplumları global çıkarlar için kullanılabilir hale getirmek için kullanma kılavuzları hazırlayalım. Ülkeleri hakkında yazılmış çoğu kitap birer kullanma kılavuzu olan şair ruhlu ve kimsesiz modern çağ çaresizleriyiz. Bu çaresizliklerin paradoks zincirlerini zedeleme içgüdümüzden belki bu anlama ısrarları. Umarım ısrarlarımız; ya da en azından benim ısrarım bir mana bulur.
            İran’da bulunduğum süre içerisinde birkaç günlük Tebriz ve bir günlük Kum gezimi saymazsak zamanımın tümü Tahran’da geçti. Gezim esnasında çantamdaki küçük deftere yazmaya değer gördüğüm her şeyi yazdım. Bu notların bir kısmını geceleri otele döndüğümde defterin boş sayfalarında geliştirerek temize çeksem de son yazışımda en olgun hallerini buldular. Metinlerimi bir günlük gibi zamansal ayrımlarla bölmedim lakin kronolojiye de dikkat etmezlik yapmadım.  Sonradan gereksizliğine inandığım kimi notları yok saysam da, bir kafede yazdığım bir kısa öykü ve gezim esnasında yine bir kafede yazdığım iki adet şiiri ve birkaç aforizma ile karalamayı da bu şehrin ruhundan beslenmiş metinler olduğundan kitabın içine koydum.

Tuesday, January 01, 2013

POLAT ALEMDAR YA DA PRODÜKSİYON İCAT OLDU MERTLİK BOZULDU



               twitter @sokakfilozofu

Atilla ve Cengiz Han’ın torunlayız; bunu bildiğimden canım toplumumun adalet ararken bile kabarttığı uçarılık, pespaye kabadayılığı ya da sönük şiddet gösterilerini kınamam, tam tersi bana hoş gelir, samimi gelir, genetik derinliklerinde hala o savaş sanatkârı yalın akıllı adamların öfkesini görürüm, sevinirim. İşte derim bozkırlı ayvazlığımız, sarkık bıyıklı, top göbekli aslanlığımız. İşte Çinli ve Lehli kızları mest eden şey! Evet o şey… Basit bir postane binasındaki kırık dökük, kübik sırada işini hızlı yapmayan memura duyulan öfkenin patladığı ya da yaşlılar, öğrenciler ve eli faturalı ev hanımlarıyla dolu bir devlet bankasının mermer koridorlarında “kitlenen bilgisayar sistemine” ayıp sayılmayacak küfürlerle gazaplanırken badem gözlerin dürüldüğü o an. Sonrasında değişmezliğe dair onlarca sitayiş, şikâyet… Ardından denizin çarşaflaşması, sesi en çok çıkan adamın Köroğlu gururu ile etrafa bakınması… Kahramanlarına saygıyla yaslanan banka, postane, otobüs halkı… Hiçbir kitaba girmeyecek kadar cılız olsa da tarihsel bir manzara.
                Bu manzaranın daha literal, daha edebi, daha estetik hallerini o renkli kapakları kılıçlarla, kalkanlarla, atlarla, çöllerle, develerle süslü gazavatnamelerden okurduk. Birkaç kalitesiz film ve birkaç roman, uydurma masallar. Tüm zayıflıklarına rağmen öyle hayranlık duyulasılardı ki. Hani bir söz vardır ya Köroğlu’nun kendi dayak yer namı adam döver diye. O sayfalardaki, o tasvirlerdeki şahsı manevi bizi bizden alırdı. Mızrakları, kılıçları, gürzleri, topuzları bozuk devranlara giren pırlanta çomaklar olurdu. Karşılarında zalim dayanmazdı, nerede mazlum, garip, hakkı yenmiş, aç, açık, yetim varsa, bu adamlar onları kolları arasına alır, o güzelim adaleti, o adamı insan eden adaleti ihdas ederlerdi. Bilinçaltlarımızın en kaslı koltuklarında yer edinmişlerdi. Okullarda öğretmenlerimiz kafası kavuklu saray eli kanlılarını ve boyunbağlı vampir diktatörleri bizlere kahraman diye yutturmaya kalksalar da, beyinlerimize, biz ha doğmadan kazınmış bir şeyler gri duvar yalanlarına meyil vermezi salık verirdi. Bir Öküz Kağan, bir Kür Şad, bir Köroğlu, bir Pir Sultan adı duyar duymaz ‘işte’ derdik ‘bizimkilerden bahsediyorlar’. ‘Ezikliğimizi, yılgınlığımızı, çaresizliğimizi sahiplenecek adamlar geldi işte’. O an Bolu Beyleri, Hızır Paşalar yağmura tutulmuş birer sokak kedisi gibi pespaye, kudretsiz, namsızlaşırdı gözümüzde. Varlıkları zaferdi, insanlıkları bayrak. En garibanları Keloğlandı, Nasreddin Hocaydı. Kelimizin bile gözü padişah sarayıydı, içtiği kuru tarhana olsa da aklında filleri çukurlara doldurmak vardı. Hocamız aksakallı, boz eşekli bir yiğitti ki canı hakikate feda. Kellerimiz saç tohumu merkezlerine, hocalarımız da 657 de tabi hırslarıyla bir mevlüt fazla okuyup kredi kartı asgarisi derdine düşmeden önce böyle yiğitlerimiz vardı işte.            
                Ülkemizdeki bazı entelektüel vatandaşlar toplumların kahramancı kültlerini daima hakir gördüler ve bu onlar için toplumun zavallılığının yalın bir göstergesiydi. Varoluşsal bir düşünce bütünlüğü oluşturamayan geri kalmış kültürler hala kahramanlar üretiyor ve bunlara romantik bir duygusallıkla bağlanıyordu onlara göre. Çaresizliğe, sıkışmışlığa, umutsuzluğa dair en belirgin gösterge… Lakin doktoralarını yaptıkları Amerika’ların Süpermenlerini, böcek adamlarını, kedi avratlarını gözleri görmedi. Alamanların, İtalyanların Gamalı Haçlı Robin Hood ları onlar için modern ilerlemenin basit birer nüvesiydi, kınanmamalıydı. Aklı, bilimi, insan onurunun doruğunu simgeliyordu bu adamlar. Çarpık mı çarpık birer kişiliğe sahiplerdi ama olsun! Oysa zaman gösterdi ki kahramanlık kültü modernliğin ve onun inşa ettiği toplumların bile yok edemeyeceği bir güce sahipti. Açlık, sömürü, katliamlar, evrensel kahırlar devam ettikçe yeni yeni kahramanlar rücu ediyordu. Refah, bollu, düzen kimi diyarların her noktasını kaplasa da, bu diyarlar da kahramansız kalmıyordu. Güzel İnsanlık, bu kocaman yeryüzü ve koca koca milletlerin üç beş tane hanedanlı şizofrene teslim edilmeyeceğini bir yerden seziyordu. Her olumlu veya olumsuz sürecin acılarına dair bir refleksti bu kült ve ürünleri.
Dedelerimizin İtalyan malı fötrler giyip, sakallarına ustura vurarak hamam oğlanına döndükleri günlerde; Komünizm nedir, vatan-millet nedir, devletiydi demokrasisiydi ne menem şeylerdir, bilmediğimizden, ayaklarımız Kore, Kıbrıs yolları, midemiz süt tozu, kafamız bit ilacı, gerdanımız parfüm bilmediğinden, evliyaullahlarımız mebuslara dönüşmediğinden, Hz. Alilerle, Zal oğlu Rüstemlerle, Köroğlularla idare etmedeydik. Hala heyulalarımızdaki cenkler Allah içindi, karılarımızın, bacılarımızın namusu, Urum gavuruna köleleşmemek içindi. Modernite belası kahraman nedir, kahramanlık nedir sorularını henüz cevaplamadığından, hasat nasırıyla paralanmış avuçlarımıza yeni bir tanım tutuşturmadığından kafamız rahattı. Gün geldi; Sevgili milletimiz Cenk Hikayeleri, Hayber Kaleleri alması gereken paralarla, koca sinema salonlarında Cüneyit Filmleri izlemeye başladı o zaman Köroğlu’nun mezarına ilk avuç toprak atıldı. Modernlik kafamızdaki kahraman imajını o iğreti İngiliz sırıtışıyla çarpıtma faaliyetine girişti. Modernlik klasik usulüyle, Türkleri, Japonları, Arapları karikatürize ederek kendilerinden tiksindirirdi ya! Teni tenimize, saçı saçımıza benzemeyen, Arabistanlı Lawrence kılıklı bir adam Briyantinli saçları ve renkli gözleri ile altında etsiz bir sütçü beygiri, elinde yamuk bir kılıç, alacalı, veremli köy gariplerinden müteşekkil papaz elbiseli Urum ordularını doğruyordu. Bizim padişaha kafa tutan kahramanlarımız Fatihlerin, Yavuzların fedaisi bıyıksız şaklabanlara dönüşmüştü. Alnı secdeli, harama uçkur çözmeyen, peygamber aşığı yarı derviş kahramanlarımız artık Rum saraylarında aşk yaşamadık (!) dilber bırakmıyor, bir oturuşta bir testi şarap içiyor, elinden gelince de fazla değil yarım saatte, kırk beş dakikada İznikleri, Bursaları toplu kelimei şahadet törenleri ile Müslüman ediyordu. Tarkan’ımız bacağına dolanan uyuz bir itle, basit bir mağara adamı kıyafeti ile Adriyatik’ten Çin Seddi’ne dünyanın anasını ağlatıyordu. Keloğlan’ımız İstanbul varoşlarına yerleşip iş buluyor, yalı kızlarının peşinde topuk aşındırıyordu. Daha acısı bu milletin Kel Oğlanı porno film çeviriyor, İstanbullu boyalı dilberlerin koynunda tarihini sonlandırıyordu. Allah bize yine acı ki Nasreddin Hocaya banka kurdurup halka yüksek faizili kar payı verdirmedik, Hacıvat’ımızı, Karagöz’ümüzü namusundan edip Şişli ve Merter sokaklarına düşürmedik.
                Şükrümüz sadece bu kadar çünkü Modern kahırlar bütünü öyle bir oynadı ki bu masum dirayetimizle! Kahramanı maymunlaştırma süreci sadece Cüneyit ve Keloğlan filmlerinde kalsa karikatürize birer çarpık eser der bunu da aşardık. Zaman ilerleyip Batılı saygınlarımızın elimize tutuşturduğu vatanı, milleti, hukuku, parlementoyu, siyasi partileri, demokrasiyi suyu kandan ve hamaset dili salyalarından müteşekkil birer tarhanaya dönüştürüp kanmaz bir şekilde içerken bütün tanımlarımızı, hayatın zor yanlarına dair bütün tasarımlarımızı garabetlere dönüştürdük. Darbe darbe sindirdik tank paletindeki tepsilerde önümüze sunulan dikenli özgürlüğü, yeni yeni değerlerimiz oldu, yeni yeni yiğitlerimiz. Halden anlamaz, eli kanlı, her şeyi ile çarpık yiğitler! Köroğlu’nun, Zaloğlu’nun, Kiziroğlu’nun yaşasa peşlerine düşecekleri işkenceci, vatancı, milletçi, en büyük şerefleri insan doğramak, en büyük süsleri kan olan, İtalyan elbiseli, Amerikan cüzdanlı tipler! Yüzlerinde zerre nur olmayan, at hırsızından azcık hallice, eroinman bakışlarıyla artık gökdelenlerle bezenmiş şehirleri haraca kesen tipler. Nerede Bolu Beylerini devirmeye and içen Köroğulları, nerede uyuşturucu baronlarının, altın kolyeli pezevenklerin, kadın tüccarlarının yüzde üç beşleri ile ekmek yiyen, alınları secdeden değil el öpmekten aşınmış bu tipler. Halkın vatanını,  Allah’ın dinini, peygamberin misyonunu kimseye bırakmayan bu tipler! Evet, modern kahramanlarımızdan bahsediyorum. Yaklaşık on yıl önce yüreklerimizden yiğitliği taşırmış Deli Yüreklerimizden ve yıllardır kanallarımızın paylaşamadığı, yedi cihan dağlarına yiğitliğin resmini kazımış Polat Alemdar ve nursuz çetesinden ve türevlerinden.
                Uzun zamandır tarihin kahraman kavramını nasıl bu şekilde evrilttiğini düşünüyorum. Geçenlerde Japon bir tarihçi arkadaşım ile internet üzerinden bu konu hakkında konuşuryorken “Bizim Samuraylarımızın yerini Porno starları aldı” cümlesinin ardından konuya dair ilk düşüncelerim belirginleşti. Zaten kendi tarihimizde bir konunun flulaştığını, işaretlerin kaybolduğunu görünce Japon tarihçilerle konuşurum; onlarla özdeş çelişkilere sahibizdir çünkü. Modernizm iki toplumun onuruylada aynı şekilde oynamış, iki toplumu da aynı şekilde dönüştürmüştür. Onların yiğitleri Porno Starlara, Bizim yiğitlerimiz, Celalilerimiz de eli kanlı mafya babalarına dönüşmüş işte. Defterler açılsa başka neler çıkacak ama kısmet!               
                Peki toplumlar bu dönüşümü neden böylesine alışılmadık bir fanatiklikle benimsemişti? Ahlak vurgunu bu yığınların, Mevlana ve Yunus Emre’nin çocuklarının bu tiplere meyyalliği neredendi?
               
                Türkiye’de şehirleşme, büyük insan yığınlarının kentlere doluşması onların Modernlikle olan alakalarını kabalaştıran süreçti. Şehre gelmeleri ile tüm tarihsel benliklerinden sıyrıldıkları bir mecradaydılar ve bunun geri dönüşü olmayacaktı. Kültürleri, dinleri, inançları terk ettikleri yerelliğe dair birer nostaljik unsur olacaktı ve Keloğlanları, Köroğluları, Yunus Emreleri kent için ayrıksı, yabancı, kent için hiçbir şey ifade etmeyen balçıktan birer doneydi. Bu donelerin hiçbir özelliği şehirde para etmiyordu. Yiğitlik davasının ekmek davası yanında esamesinin bile okunmadığı bu ortamda kahraman ihtiyaçlarını Modern kültürü halka yayma aracı olan Medya karşılayacaktı. Sinema salonları ve aç gözlü prodüktörlerin görevini zamanla televizyon kanalları ve yapımcılar aldı.              
                Bu ihtiyaç önem olarak aslında yiyecek ve taşıt kadar önemli bir ihtiyaçtı çünkü eski köylü yeni şehirliler aşağılık komplekslerini bastırmak zorundalardı. Kendini bu tip adamların varlığı ile güçlü hissetmek, bilinçaltlarındaki kahramanlık güdüsüne bir kılıf bulmak zorundaydı. Muhayyilesindeki güç ve güçlü kavramlarının tanımı için hiç olmazsa görselleşecek kadar somut bir unsura muhtaçlardı çünkü artık edebiyat yapma, edebi eser oluşturma gibi bir yetenekleri, bir olanakları da kalmamıştı. Şehirde karşılaştığı canavar ruhuna ve bu ruhun tahakkümüne karşı çaresizliğin doğuracağı ahlaksızlığı haklı çıkaracak girift ilişkileri tanımlamaya muhtaçtı. Ahlak terk edilen yerele ait bir değer olduğu için ve artık kahramanın ahlaklı olması gibi bir gerekliliği kalmadığından onun içtimai mefkureci değerlere sadakati neo kahramanımıza ahlak olarak yetiyor artıyordu bile. Adil sıfatını hak etmesi için etrafındaki çakal sürüsünü doyurması ve zeki sayılabilmesi için de rakiplerini bir şekilde katakulliye getirip alt etmesi yeterliydi. Kahramanın “savunucu” imajı onu bir koruyucu melek seviyesine çıkarıyordu. Vatanı savunmak için yaptığı tek şey çetesi ile oraya buraya mermi yağdırmaktı, dini savunuyor ama alnı secdeye bir kez bile gelmiyor, üstüne üstlük açık saçık hatunlarla yatıp kalkıyordu ama olsun. Sorunlarını çözmek için şiddetten başka bir yol bilmese de ara sıra kitabın ortasından konuşması yetiyor, onu hikmetinden sual olmaz bir bilgeye çeviriyordu. Gayesine ulaşmak için kumarhane kralları ya da uyuşturucu baronları ile hep el eleydi ama olsun sonuçta vatanı, milleti, dini savunuyordu. Ve garibi ölmüyordu. Yıllar süren bölümler boyunca Ürdün ordusuna muadil miktarda adam öldürmüştü, binlerce çatışmaya girmiş, çetesinden onlarca şehit (!) vermişti ama kendisine bir tane mermi isabet etmiyordu. Yunan tanrısı gibi bir şeydi bu sinekkaydı adamlar. Toplumumuzda böylesi adamlar varken sırtımız yere gelir miydi? Yunan’dan, Ermeni’den neden korkacaktık ki? Uyuşturucu baronlarından, kumarhanecilerden, kaçakçılardan, pezevenklerden çekinmemize ne hacet… Aslanlarımızın kudreti bizi bir şekilde kötülüklerden koruyordu.
                Acı çok acı. Tarihimizin o aslan tavırlı yiğitlerini yerlerine bu adamları koyarak ihanet etmemeliydik. Kahramansız kalmak, tarihin kuytularında birer unutulmuş olarak onları bırakmak, yüz çevirmek ama yerlerine başkasını koymamak, en azından onların nezdinde adımızı haine çıkarmazdı. Kardeşlerim, Polat Alemdar ve türevleri Türkün Modernizmle imtihanının kanserli bilinçaltı. Üzerlerindeki takım elbise aklını kaçırmış, irfanını farelere yem etmiş koca bir millete giydirilmiş deli gömleği. Bu neo kahramanların hiçbir zaman ahlakı olmadı, hiçbir zaman mert bir yüzleri, kahraman bir tarihleri olmadı. Ellerine bir kere kalem almadılar, aldıklarında da pavyon şarkıcılarının bestelemeye tenezzül etmeyecekleri şiirler yazdılar. Nerede bir insan, nerede bir yücelik görseler kurt iştahlarıyla bu güzelliklerin üzerlerine atladılar. Ne İslam, ne insan, ne vatan mücadeleleri oldu. 6 7 Eylül olaylarında Rum kızların ırzına tasallut edip, kaçmaya çabalayan ailelerin bavullarını yağmaladılar… 6. Filoyu protesto edenlere bu gariban toplumun en hürmetli nidaları ile saldırdılar, Zalimliğin babası olan Amerikan Ordusuna karşı Karaköy kevaşelerinin gösterdiği dirayeti göstermediler. Bir tane cami yaptırma dernekleri olmadı, en namlı kumarhaneleri, en namlı hayali ihracat şirketlerini inşa ettiler. Maraş’ta, Çorum’da çoluk çocuğu doğrayanlar bunlardı, gecekondu mahallelerinde bahçelere dalan çocukların ellerine 14 lüleri tutuşturanlar bunlar… Prodüksiyondan olmayan tarihlerinde bir tane garibanın elinden tutmadılar, bir tane mazlumun ekmek veren eli olmadılar. Ne halkçıydılar, ne ulusçuydular, ne de İslamcı. Konu mahallede göz koydukları kız olduğunda halkçı oluyorlardı. Birkaç esnaf haraç vermeyi reddettiğinde Anti Moskof ve ara ara, cumadan cumaya da Müslümanlıkları tutuyordu. Bu zavallı bozkırlıların basit bir siyasi görüşü bile olmadı, olamadı, üretemediler.
                Şimdi, bir de utanmadan, kendi ülkelerini kan gölüne dönüştüren bu kara suratlılar Global kahramanlığa soyundular, İslam beldelerinde erkeklik gösterilerine giriştiler. Güya Irak’ı, Filistin’i kurtardı Polatlarımız, aslanlarımız. Tarihimizin en modern, en kokuşmuş “Cenk Hikayeleri” bunların çektikleri filmler oldu. Erkekliğimizi, zalime düşmanlık bilincimizi bilediğimiz o hikâyelerin yerinde, hiçbir tarihi mesnedi olmayan, olmamış, olmayacak ama bizlere olmuştan beter bir gerçeklikle sunulan sanallıklarla bu sefer zalime olan hıncımızı bilediler. Irakta, Amerikan askerleri kız kardeşlerimizle annelerimizle adaş onlarca kadını canlı yayında kirletti, bunlar koşa koşa alnımızdaki bu lekeyi bomba efektleriyle, oraya buraya zıplayan nursuz figüranlarla kazıdı. İsrail’de adaşımız onlarca insan her gün vahşice katlediliyor, insanlığımızı simgelesinler diye denizlere revan ettiğimiz gemilere dünyanın en profesyonel saldırısı gerçekleşti, gazeteci fotoğrafçı ağabeylerimiz öldü, tam hınçlanıyoruz derken sayın abimiz koşa koşa İsrail kışlalarını bastı. Normalde onlara hizmet için yaratılmış bu süfli timsahlar, asla ve kat’a yanına yanaşamayacakları İsrailli subayları sözüm ona alt edip gönlümüzü ferahlattılar. Şimdi en güncel görevleri dünyanın o en güzel, en yaşanılası ülkesi Suriye’de kahramanlıklarını (!) gösteriyorlar. Gün gelecek “Bolu Beylerine” sadakat adına gösterilen mazlum hedefe karşı başka bir karton yiğitlik, sanal erkeklik gösterecekler. Kahramanlık dediğimiz şeyin ahir zaman çarkları arasında dağılacak, adalete muhtaç, erliğe tutkun o bizi biz yapan tüm bozkırlılığımızı üç tane hainin elinde maymun edeceğiz. Ağaları, Amerikaları, Siyonistleri, Liboşları, Merkez Sağcıları, insanlık defterlerinde ne kadar pislik varsa bu sanal kahramanlıklarla insan derisinden sayfaları temize çekecekler. Kaldırım köşelerine kestane kabuğu birkaç yiğit F tiplerinde, kahvelerde, kurtlu kitapevlerinde olmayacak geleceklerin hayalleriyle kızgınken kimileri utanacak, kimileri de ellerinde çay buharından sararmış birer kumanda bu utançlarla övünecek. Bizim de bu utançla övünmemiz lazım aslında, kafaları fazla kurcalamak boş. Hz. Aliler, Köroğulları, şunlar bunlar basit birer ölü şimdi. Irzı kirletilen kızlarımız esmer tenli birer şişme kadın, Irak’ımız, Suriye’miz aslında bize varlığı inandırılmış birer masal şehri. Ölen yiğitlerimiz odundan, sömürülen kaynaklarımız ottan çöpten başka bir şey değil. Bir gün nükleer namlular bize dönerse de kafaya takmamak gerek. Cüneyit’le Polat’ı birbirlerine monte eder, dünyanın en güçlü ordusunu oluşturur, Cümle Cahanın anasını ağlatırız! Gazavatnamelerimiz gavatnamelere dönüşmüştür ama hayat; bedelsiz bir şey yok şu yalan dünyada…

SU GİBİ AZİZ......