Thursday, January 02, 2014

Modern ve Gelenek Arasında Said-i Nursi ve Usulüne Bir Bakış – Özkan Şahin ile Söyleşi



Uzun bir metin ama doyurucu olduğuna, daha önce yaklaşılmamış bazı hususlara yaklaşıldığına inanıyorum. Sosyal bilimciliğimin çıraklık devresinden çıktığım dönem ve kalfalık dönemimin ilk sorgusu diyebilirim. Söyleşimi dinleyen ve kabul eden emek ve adalet dostlarına ayrı teşekkürler ederken, söyleşimin özellikle geleneğin tasviri açısından önemli olduğuna inanıyorum. Ayrıca  yazımın günümüz nurcularının tavırlarıyla Said Nursi'nin tavırları arasında sağlama yapabilecek bir foya taşı konumunda olduğunun da farkında olarak söyleşimi beğeninize sunuyorum.
...

Özkan Şahin’le Said-i Nursi ve Risale-i Nur bağlamında gelenek meselesine dair Mart ayı ortasında gerçekleştirdiğimiz ilginç sohbetin dökümü aşağıdadır. Döküm Özkan Şahin tarafından gözden geçirilmiş ve düzenlenmiştir.   

Modern ve Gelenek Arasında Said-i Nursi ve Usulüne Bir Bakış – Özkan Şahin ile Söyleşi
Said-i Nursi ve Eseri üzerine yapılan çalışmalar her geçen gün artıyor, bu çalışmalar arttıkça eseri ve kendisi hakkındaki olumlu ve olumsuz yorumlar ciddi bir tartışmanın parçalarını oluşturuyor. Şahsının ve eserinin etkisi, gerek sokakta gerekse akademide tazeliğini sürekli koruyan karizması, çağdaşı kişi ve eserlere göre çok üstün olan öğreti, söylem, anlam ve kavram üretebilme gücü, Said-i Nursi ve eserini bir kuruma dönüştürüyor. Modernite karşısında her geçen gün geleneksel refleksleri zayıflayan ve bunun ardından gelen krizle ciddi bir bunalıma düşen insan yığınlarına surları gelenekten bir kale öneriyor. Bizler bu konuşmamızda gelenek ve Modernite arasındaki krizin ortasında Said-i Nursi ve eseri ne öneriyor, bizim ne anlamamız gerekiyor bunu konuşacağız.
Said-i Nursi’yi tanımak için önce çağdaşlarını bir saysak iyi olur. Ziya Gökalp, Mustafa Kemal, Abdülhamit, Mehmet Akif Ersoy, Abdullah Cevdet var. Dışarıda Stalin ve Hitler var… Sartre var, Seyyid Kutub var… Sayabileceğimiz onlarca şahıs daha var ve listemizdeki kişilerin hepsinin hatıratlarına, eserlerine ulaşabiliyoruz. Böylece bu adamların çağlarından ne anladıklarını, ne gibi dertleri olduğunu ve bu adamların bu dertlerden hareketle toplumlarıyla ne şekilde yüzleşmiş olduklarını görebiliyoruz. Çağdaşların hepsinin amaçları toplumlarına ideal olanı anlatmak ve bunu da sadece anlatmakla kalmamak! Söylemin gerisinde ciddi bir eylem amacı ve tutkusu var, birçoğu başarılı da oluyor. Başarılı oluyor derken, söylemlerini eylem olarak gerçekleştirme fırsatı buluyorlar. Uygulamalar ayrı bir tartışma konusu ama şu açık ki bütün çağdaşlar kendilerini bir kriz ortamında görüyorlar. Çok ateşli tartışmalar sürüyor ve hepsinde Modernitenin sunduğu bilinç imkanları; bilme, anlama ve değiştirme tutkusunun kalemlerden taştığı ve kocaman toplumların deneklere, uçsuz bucaksız ülkelerin söylem ve ideal laboratuarlarına dönüşeceği tehlikelerin kol gezdiği bir evrensel ortam!
Önümüzde hadise şu: Geleneğin imkânlarını her geçen gün kaybettiği ve Modernizmin artık gündelik ve evrensel Osmanlı düşüncesinin katalizörü olmaya başladığı, bir krizle yüz yüze olduğunu bilen lakin bu krizi ne şekilde alt edeceğini bilemeyen bir aydın güruhunun acı ve umut arasında ülkelerini yenidünyaya uydurma serüveni… Avrupa’daki bütün örnekler krizlerini modernitenin farklı imkanlarıyla aşmaya çalışıyorlar ve bunu kısmen de beceriyorlar. Bu beceri Avrupalıya krizi savacak ve eski krizin etkilerini olabildiğince azaltacak yeni krizler üretme gücünü veriyor ve bu güç süreci şimdide bile sürmekte. Avrupa’da aşılmış ve amiyane tabirle hiç edilmiş bir gelenek var ve geleneğin Moderne verecek hiçbir cevabı yok. Osmanlı aydını bu cevapsızlığı Modernizmin ışıltılı gücü sanıyor, Premodern geleneğin zayıflığı hakkında sağlam bir düşünce serüveni olmamış ve her geçen gün Osmanlı topraklarında etkisini artıran Pozitivistler, Modernite karşısında söylem üretebilen İslam geleneğinin de Avrupa Hıristiyanlığının Modernite karşısındaki rolüne bürünmesini bekliyorlar. Modernite önce Lale Devri ile yönetici sınıfı dünyevileştiriyor, sonra bu dünyevileşmeye ideolojik tavır da koyabilen ve geleneğin aslında bir nevi kılıcı olan Yeniçeri ocağını yok ediyor. Ardından sıra İslam’a geliyor çünkü sürecin evrildiği noktada Modernite sonuna kadar açık bir imkan arenası buluyor. Bu sefer karşısına geleneği gelenek yapan temel kurumu, İslam’ı alıyor.
Aslında bu başlı başına ayrı bir tartışma konusu lakin biz bir cümle ile şunu belirtelim ki bizim Gelenekten kastımız İslam ve onun 1400 yıllık sürecinde oluşturduğu Kuran, Sünnet, Ehli Beyt, Âlimler ve bunların ardılındaki bütün kurumların İlahi manayı anlama konusunda ortaya koydukları vahiy merkezli bütün donelerdir. Böyle bir geleneğe sahip olan iki din var yeryüzünde. Yahudilik ve İslam! Bu yüzden Modern bütün tavırlara karşı refleks oluşturabiliyorlar, hayatın her yönünü kapsayan bir din. Özellikle İslam evrensel bir din olması sebebiyle Modernizmin insana dair bütün politik söylemlerine de karşı söylem oluşturabilecek güçte devasa bir geleneğe sahip. Osmanlı aydınları -ki çoğu dini eğitim almıştı- sadece Avrupa’daki tarihsel sürecin gelişimini Hıristiyanlık merkezinde okudular ve aslında bir geleneğe imkan oluşturamamış Hıristiyanlığın Modernite karşısındaki yenilgisini “dinin Modernite karşısında yenilgisi” olarak algıladılar. Oysa İslam ile Modernite karşılaştığında süreç farklı bir yöne evrilecekti. Dinle bağın kopmamasını savunan, ama Modernitenin de bir evrensel yetkinlik, insani kemalat muvazenesi olarak gören grupların bilinçaltında ise Modernizmin teknik oluşturma konusundaki gücü yatmaktaydı. Oysa İslam ve geleneği teknoloji ve ardılındaki “eşyalaşmaya” basit bir dünyevi olgu, bir gündelik araç olarak görüyordu. Gelenek için teknik yeryüzünün insan aklı ile birleşerek insana hizmet oluşturması demekken Modernite için teknik, insan gruplarının birbirlerine galebe çalabilmesi için açığa çıkmış ve insan toplulukları ve medeniyetler için bir üstünlük statüsü simgesiydi. Aslında Batıyı, Moderni muhteşem ve ideal kılan bu teknik gelişmişlikti çünkü Modernitenin insana teknik dışında sunduğu bir gündelik ve evrensel kolaylık yoktu. Çünkü Modernitenin ideolojisi doğum yeri olan batıda dahi insan gruplarının kıyasıya savaşımı, krizi ve acısı demekti!
Pozitivistler zaten tepeden tırnağa batılılaşmış birer unsurdular ve Müslümanlar için kriz sayılabilecek her türlü söylem, inanç ve durum onlar için “Medenileşme” macerasında başat bir dönüm noktasıydı. Peki Müslüman aydınlar neden Moderniteye dair bir karşı unsur değil de birer “görüngü” olarak aktörleştiler? Çünkü birçoğu teknik bir geri kalmışlığı geçelim, Medeni bir geri kalmışlığı da kanıksamışlardı ve Batı ile olan ilişkilerde tamamen bir red tavrından ziyade kimi konularda Batılılaşmanın zaruretinden bahsediyorlardı. Zaten bugün dahi Batılılaşma konusundaki temel kafa karışıklığı sürece ait birçok görüngünün aktör olmasından kaynaklanır. Kesin çizgilerler Modern ve Gelenekçi diye ayırabileceğimiz çok az insan vardır. Mesela bugün Sultan Abdülhamit, Ali Suavi, Mehmet Akif Ersoy, sonrasında Necip Fazıl Kısakürek birer Modern midir, yoksa gelenekçi midir, tartışmalıdır. Modernite bazen Geleneğin lügat ve söylemi ile kendine imkan alanı açmış olamaz mı? Bunların hepsi ayrı ve uzun birer tartışma mevzuu lakin biz Modern ile ilişkisi ve baştan ayağa gelenek olan dev bir şahsiyetten, Bediüzzaman Said-i Nursi’den bahsedeceğiz. Said-i Nursi’nin çağdaşlarından farkı nedir, onu şu anda bile tartışılıyor kılan ne?
Başlangıçta ismini saydığımız kişilerin çoğu ideolojileriyle beraber gömüldü gitti. Hiçbir etkileri kalmadı. Artık hepsi birer belgesel film donesi, tarihçiler için önem taşıyan birer unsur… Bütün savları çürüdü, ancak doğurdukları krizlerin etkileri kaldı. Ara ara isimleri çeşitli tartışmaların konuları yapılsa da kimse aktörleri oldukları süreçleri yeniden yaşamak istemiyor. Haklarında yapılan araştırma oranlarında gittikçe bir düşüş var, kitaplarının satış oranı her geçen gün düşüyor. Oysa her geçen gün Said-i Nursi ve eseri üzerine yeni bir tartışma başlıyor, yeni akademik çalışmalara şahit oluyoruz ve bu çalışmaların yoğunluk alanı Türkiye’den yurtdışına taşıyor. Bugün Sudan’dan Singapur’a, yeni araştırmacıların çalışmalarına şahit oluyoruz. Bizim şu anda yapacağımız söyleşi de bir biyografik söyleşi olmayacak. Bediüzzaman şurada doğdu, burada şöyle sıkıntılar esnasında bir eser verdi, şurada vefat etti… Bunlar basit bir internet araştırması esnasında birkaç dakikada edinebilecek bilgiler ve ortada bir Tarihçe-i Hayatı var. Bu eserde zaten yoğun teferruatla eserinin açığa çıktığı dönemlerini gözlemleyebiliyoruz. Öğrencileri ile yazışmalarından, mahkemelere sunduğu raporlara kadar… Bizim derdimiz Said-i Nursi Modernite ve Gelenek arasında nasıl bir yerde? Tüm krizlerin müsebbibi saydığımız Modernite karanlığında Geleneğe dair nasıl bir mum yakmış, elimizden geldiğince bunu anlamaya çalışacağız.
Şahsen ben Nurcu bir ekolden gelmiyorum, yani Said-i Nursi ve eseri ile kişisel çabalarım sonucu tanıştım, uzun zaman tetkik ettim ve etmeye devam ediyorum. Tabi bu şu demek değil, ben Said-i Nursi ve eserine Şerif Mardin’in yaptığı akademik muameleyi yapmıyorum. Sonuçta ben seküler bir insan değilim ve Risalelerin -ki iddiası zaten budur- imanımı ekmel bir hale yaklaştırdığını düşünüyor, onda bulduğum hakikatin iman ve düşünce şubelerime etkisini hissediyorum. Bir Müslüman olarak bundan da onur duyuyorum. Bizim gibi Nur okulundan gelmeyen fakat sonradan bu okulun talebeleri olmuş insanların yargılarını önemli buluyorum. Bu içeriye dışarıdan bir bakış özelliği taşıyor.
Genelimiz modern eğitim almış adamlarız. Hiç birimiz geleneksel eğitim almadık, bu tarihin bir cilvesi çünkü Modernitenin Geleneğe tamamen galebe çaldığı bir dönemde doğduk ve geleneğe dair bütün unsurlar bizlere ayrıksı, yabancı, uzak ve gereksiz göründü. Dine dair olan çoğu şeyin toplumun dışına itildiği ve dinin sadece aşağıda ritüelit, yukarıda ise bir belirleyici unsurdan ziyade belirleyicilerin bazı yönleri ile varlığına müsaade ettiği herhangi bir görüngü olarak kaldı. Etrafı irdelerken Tarihçiliğin, Sosyologluğun, Antropologluğun dehlizlerinin ötesine bakamadık ve dine dair bir konuyu dahi Modernizmin usulleri ile çözümlemeye çalıştık. Bu yüzden yargılarımızın çoğu dini yargılardan ziyade bilimsel yargılar olarak kaldı. İster istemez baskın bir körlükle, marjinal olanlarımızın gücü dahi “başımıza gelen krizin şekli ve sınırlarını; tanımlarını yapmaya çalışmaya” yetti. Bu sebeple bakın ciddi bir yargı kıtlığımız vardır ve başımıza gelenin ne olduğunu anlasak dahi çözüm üretme konusunda kabullenilmiş bir zavallılığımız vardır. Bu sebeple bulduğumuz çözümlerde daima bir krizi bitirse de yeni bir krizi başlatan bir söylem yumağının ötesine geçmez! Dolayısı ise Said-i Nursi’nin talebelerine bıraktığı en büyük miras usuldür. Çünkü gayesi olan imanı ve hakikatini Pozitivizmin saldırılarına karşı insanda içselleştirmek dini bir kaygıydı ve bu kaygı anca dinin 1400 yıl boyunca süregelen birikimi ile içselleştirilebilirdi. Bu yüzden eserini okuduğumuzda karşımıza 1400 yıllık birikimin bütün tavırları çıkar. Her yeni iddiasında bu iddianın amacı ve bu amacın rücusuna dair bütün akli deliller ortaya konur. Şahsi tecrübelerini asla es geçmez, önce bize krizin niteliğine dair manzaralar sunar ve yüzleştiği çağın herhangi bir çağ olmadığına dair yorumlarını belirtir. Aslında kendi hayatını tasnifi kendisi hakkında bilgi verdiği gibi, ideali açısından da ipuçlarını saklar. Bir insan neden yaşamını eski ve yeni diye ikiye ayırır?
Said-i Nursi ilk gençlik yıllarında İstanbul’da bulunduğu yıllarda şöyle bir insan: Avrupa’da gelişen siyasal akımlar var, mutlak monarşiler burjuvaziye karşı, halka, aydınlara karşı sürekli kan kaybediyor. Bir özgürlük ve dayanışma rüzgarı… Aynı süreci Osmanlı Devleti’de yaşıyor. Süreci biliyoruz, Meşrutiyet, 31 Mart Vakası… Bediüzzaman Hürriyet aşıklarının safında, faillerden, sözü dinlenen bir Alim ve genç yaşına rağmen projelere sahip birisi. Medresetüzzehra gibi bir projesi var ki bunu Doğu’nun irfani varlığı için elzem görüyor ve çeşitli kapılardan yardım istiyor. O süreçte varlığını koruma kaygısı ile bu kaygıya dair tedbir oluşturabilecek projeler haricinde başka projelerle ilgilenmeyen devlet tarafından projesi gerekli ilgiyi görmüyor. Bugün doğudaki çeşitli sıkıntıları gördükçe aslında bu medresenin nasıl önemli bir fonksiyona sahip olacağını görüyoruz ama maalesef proje sadece proje olarak kalıyor. Said-i Nursi’nin eski Said dönemindeki sıkıntısı aslında gelişen süreçlerin ardıllarındaki durumları okuyamama ve negatif dünyevi gelişmelere dair bir kabullenememe durumu. Durumu kabullenme ve krizin ne denli derin, tarihsel bir kriz olduğunu kabullendiği ve buna göre bir metod kafasında şekillendiği zamanlarda Yeni Said ile karşılaşıyoruz. Yani yüzünü Modernizmin usullerinden, İslam’ın dolayısıyla geleneğin usullerine çevirmiş, Modernitenin toplum ve devlet kaygısından, Geleneğin insan ve iman kaygısına çevirmiş yepyeni bir karakter… Şerif Mardin Said-i Nursi hakkındaki önemli çalışmasında Said-i Nursi’nin başarısının da, kısmen geleneksel lehçeyi canlandırarak vaat ettiği “yeniden demokratikleşme”ye dayandığına inandığını belirtiyor. Bu yargı bir yönü ile doğru olmakla beraber bir yönü ile yanlış. Öncelikle evet hareket kolektif bir hareket, bir kitle hareketi lakin canlanan bir geleneksel lehçe ile değil, dine ait bir literatürle hareket ediyor ve ayrıca siyasal bir model önermeden, tam tersi kitlesinin siyasetle bağını kopararak kendini rücu ettirmesine önceleyen bir hareket. Şerif Mardin’in yanlış yargıları öncelikle mevzuya aşırı bir dış bakış ve Said-i Nursi’nin kendi yaşamını bölmüşlüğüne anlam verememekten kaynaklanıyor. Bediüzzaman’ın yaşamını ikiye ayırması çok önemli çünkü aslında yerelde Türk halkının, genelde İslam dünyasının yapması gereken bir ayrışmayı kendi yaşamı üzerinden modelliyor.
Yıl 1923′e dayanıyor Cumhuriyet kuruluyor ve Cumhuriyet uygulamaları başlıyor. Cumhuriyet ilke ve inkılapları artık İslam ve geleneğini Modern metodlar ile sindirmenin ve bunu da Muasırlaşmak, Medenileşmek, İptidailikten kurtulma süreci olarak karşımıza çıkıyor. Dinin iptidailik sayıldığı ve bu iptidailikle kıyasıya mücadele edilmesi gerekildiğine inanılan bir dönem. İslam dünyasında dini kendi ideallerine göre yorumlayan ve bu yorum dışındaki yorumları Batıl sayan bir sürü devlet ve oligark oldu lakin hiçbir zaman bizatihi dini ve dini birikimi bir düşman olarak addedilmedi, Cumhuriyet böylesi tarihsel bir krizin baştan aşağı belirginleşmesi. Ahir Zaman kavramı geleneğin söylemi içerisinde bu yüzden çok önemli! Bu süreç ve uygulamaları da bu yüzden bir Müslüman, daha doğrusu İslam tarihini iyi kritik etmiş birisi için ileri derecede şaşırtıcı. Çünkü öyle bir zaman ki her şey küfrün ve yok oluşun lehine, imanın ve dinin hakikatinin aleyhine. Her türlü kalkışma, karşı çıkma hareketinde kaybeden Müslümanlar oluyor. Sistem insana kendisine dönüşmek dışında bir alternatif sunmuyor. Dinle kaim olan, İslam’la varlığı bir anlam kazanan ve Müslüman kimliği ile düşmanları karşısında kendine savunma ve saldırı alanları oluşturabilen bir toplum adeta hiçleşiyor. Tarihsel hiçleşme bir yana bu insanlar imansızlaşıyorlar, Allah ile iletişim kuramaz hale geliyorlar, bırakın bu dünyayı ahretleri mahvoluyor. Bakın geleneğimizdeki alimin tek ideali vardır ve bu ideale hizmet ettiği ölçüde Alimdir. “Alim iman hakikatlerini, dinin hakikatlerini insana ulaştırabilen adamdır ve ana gayesi de budur!”
- Said-i Nursi’nin öğretisi içerisinde siyaseti reddetmesinin sebebi nedir? Bu red ile sence neyi amaçlamıştır.
Şöyle bir şey var, aslında İslam geleneğinde birey ve devlet için çok farklı bir söylem ve anlam bütünlüğü yoktur, dinin yargıları herkes için her koşulda geçerlidir. Kuran’ın söyleminde kamusal alan ile bireysel alanın belirgin çizgileri yoktur. Bu birey-kamusal alan ayrışması batılı, modern bir haldir; batının gerek metinlerinde, gerek idealinde, gerekse uygulamalarında bunu görürüz. Üstadın cemaatini siyasetten uzak tutmasının sebebi biraz da bu İslami tutumdan kaynaklanıyordu, çünkü Cumhuriyetle beraber politik alana dahil olan birey, evi için ayrı, sokak için ayrı iki tavır geliştirmek zorundaydı. Bireysel hal ile kamusal halin bu farklılaşma tezahürü laikleşme dediğimiz şeyden başkası değildi aslında. Siyasete girmemek, politikaya bulaşmamak durumu Sekülerizm ile Müslüman arasında belirgin bir imkansızlık doğuruyordu. Ve daha da ilginci, siyaset yapmak insanın devlet ile iletişiminin koşulsuz unsuruydu ve artık bir “Deccal” haline gelmiş ana kurumla iletişimsizliğin sebebiydi siyasetten kaçınmak.
Bunun ne kadar dengeli bir yaklaşım olduğunu zaten ilerleyen zamanlarda gördük. Mesela Said-i Nursi’nin aksine politikaya sıcak bakan ve bunu bir gereklilik sayan Tasavvuf ekollerini düşünelim. Türkiye’de Tasavvuf politika ile ilişkisini somutlaştırdıkça bünyesindeki insan tipi Tasavvufun evirdiği değil, politikanın evirdiği insan tipine dönüştü. Modern çağda Politika -affa sığınarak söylüyorum- Müslüman’ın devlet ile girişeceği bir nevi doktrinel zinaydı ve gerçekten İslami dengelerini korumak zorunda kalan bir Müslüman’ın politikaya yanaşmaması gerekiyordu. Politikaya bir şekilde yanaşmış her hareket bir süre sonra Modernizme reel bir arena sağladı, Modernitenin motoru oldu ve bir zaman sonra elinde ahlakın bir nevi yol tabelası olan İslami Tasavvufi değerlerden ziyade, Politik değerler kaldı. Bugün karşılaşmakta olduğumuz yönetici prototipi elinde sadece politik değerler kalmış bu prototiptir ve gerek İslam-Tasavvuf ile olan ilişkileri, gerek kişisel tarihleri ve gerekse Modernizme sağladıkları imkanla dev kitapların konularıdırlar… Bugün İslam dünyasına karşı bütün bakışlarının politikleşmesi, İslam’ın ve onun ahlakiliğinin ne söylem ve ne eylemde kendine yer bulamaması, Amerikan ve Avrupa politikalarının İslam dünyasına karşı yürütücü mekanizması haline gelmişlik ve biz Müslüman Sosyal bilimcilerin zamanımızın büyük kısmını bu ilişkilerin niteliğini anlamaya çalışmaktan başka şey düşünmeye fırsat bulamayışımız… Bunların hepsinin kökünde bu siyasal tutku var.
-Peki ama Said-i Nursi politikayı reddederek nasıl bir başarı ummaktaydı?
Bakın başlangıçta konuştuk, hepimiz Modern eğitim almış bir yönümüz ile sekülerleşmiş insanlarız ve bütün dinamiği başarı üzerine kuruyoruz. Said-i Nursi için başarı iman hakikatlerini iletecek imkan bulmaktı ve bunu da buldu. Dünyevi bir krallıktan ziyade, ebedi yaşamda Tanrı huzurunda kurtulmuşluk dünyevi hiçbir başarı ile ölçülemez. Önemli olan insanları bürokratlara, başkanlara, bakanlara dönüştürmek değil, önemli olan insanı münafıklığın ve kafirliğin pençesinden kurtarmaktı. Onun için dünyevi değerlerden ziyade dinin yaklaşımları bir kurtuluş reçetesiydi. Mesela Tarihçeyi hayatında geçiyor, bunu güncel bir örnek olduğu için veriyorum. Bir öğrencisi buna, “hocam dinsiz bir Kürt dindar bir Türk’ten benim için daha eftaldir” deyince, “O öğrencimle iki hafta uğraşarak onu bu batıl fikrinden geri çevirdim” diyor. İslam açısından başarı bu tavrı ortaya koyabilmektir. Dinin bastırılmak istendiği yeryüzünden, dinin imkanları ile insanlara kılavuzluk etmektir.
Biz bir din toplumuyuz, bizler batı gibi bir felsefe, bir akıl toplumu değiliz. Bunlar bütün çelişkilerini felsefe, bilim ve akılla irdeler ve yok etmeye çalışır. Yok da edemezler, başlarına sürekli yeni belalar alırlar. Biz doğuluyuz, Allahtan mugayir kalamayız, biz diyor bir hayat kuracaksak bunu dinle kurarız. 1400 yıllık gelenekle kurarız. Çünkü gelenekçilerin özünde şu yatar, gelenekçiler geleneğin sürekli kendini geliştiren bir bünye gibi içindeki aykırı donelerden sürekli sıyrıldığına inanırlar. Gelenek kendini tazeler, yeniler, gelenek ilkeleriyle ve tözüyle kendini şu ana sürekli adapte eder ve bunu da asla kopmaması gereken Tanrısal ilkelerden kopmadan yapar. Aslında üstad ve gelenekçiler şunu çok iyi anlıyorlar, Batı toplumları akıl toplumları, bizim ise sadece akıl değil akıl ve vahiy medeniyetiyiz. Dolayısıyla Batının argümanları krizlerimizi derinleştirmekten başka işe yaramaz. Oysa siz genlerimize aykırı bir bütün kurumlarını getirdiniz buraya taşıdınız. Daha da kötüsü burada var olan geleneği de yok etmeye çalışıyorsunuz. İslam’a dair bütün tavırları, tepkileri, yapısallığı yok etmeye çalışıyorsunuz, valla biz buna müsaade etmeyeceğiz diyorlar.
Ama bunu yine, bakın usulün mükemmelliği şurada, bu tepkiyi de geleneksel usulle veriyor. Kardeşim bizim usulümüz tartışmadadır, münazaradır, istişaredir, konuşmadır, biz asla silaha sarılmayacağız. Döneminde Said-i Nursi kalkışma hareketlerine bile şahit olmuş birisi ve bunun tecrübelerini yaşıyor. Mesela Kastamonu hayatında öğrencilerine yazdığı bir mektub var. Mealen “usulümüzü değiştirip siyaset ve cebre kalkışılsak ne olur? Münafık, dinsizlerden belki ikisine zarar gelir, ama yedi sekiz masum bu arbedede canından olur, bu masumların hatırına usulümüzden ayrılmamalıyız mealinde bir mektup!
- Said-i Nursi neden Isparta, Afyon, Eskişehir ve Kastamonu gibi şehirlere sürüldü?
Bu şehirler Cumhuriyet hükümetinin ciddi kalkışmalar ummadığı ve bir şekilde Cumhuriyet Hükümetinin yaptırımlarına muhalif olmayan şehirler. Yunan işgalini yaşamış ve bu sebeple devletin ve Mustafa Kemal’in gözlerde büyük kurtarıcı olarak görüldüğü kentler.  Ayrıca mübadeleye maruz kalan kentler ve boşalan Rum nüfus yerine balkanlardan gelen ciddi bir Türk nüfus var. Ortodoks Sünni İslam’dan ziyade heteredoks İslami ağırlığın olduğu bir insan kitlesi ve Said-i Nursi gibi bir alimin toplumsal bir infiale gücünün yetmeyeceği mini coğrafyalar. Dolayısıyla üstad buralarda küçük bir talebe kitlesi oluşturabildi.
Şimdi Avrupalılarla ben bu konuyu konuştuğumda şöyle bir yanlış algı oluşuyor. Bunlar Said-i Nursi hareketi deyince şunu zannediyorlar, bir adam çıkmış, arkasına binlerce kişiyi takmış, belirgin bir aktivasyonla bütün alanları titrete titrete hareketlerini ortaya koymuşlar. Hayır, sokağın, taşranın silik, tarihselleşmeleri önemsiz basit vatandaşları ile Risale-i Nur bir kuruma dönüşüyor. İlk dönem öğrencilerine bakın, halkın içerisinden normal taşraları vatandaşlar. Aslında bu imkansızlık bir imkana dönüşüyor, Ankara sekülerleri farkına varmadan büyük bir hata yapıyorlar. İstemeyerek Risale-i Nur toplumsal bir harekete dönüşmesine zemin hazırlıyorlar. Eğer onu Ankara’da tutsalardı yanına kimse yanaşamayacaktı, kendisi de bunu Allah’ın bir rahmeti olarak görüyor zaten. Çünkü etrafında toplanan insan kitlesi, sekülerizmin, pozitivizmin bütün iticiliğini, bunların başlarına ilerde neler getireceğini gören, bunu sezen, hayatları gelenek ve din üzerine kurulu gariban Anadolu insanı. Bu insana pozitivist ve modern direktiflerle yeni bir dünya kuramazsınız. Otomatikman bu baskı insana farkında olmadan Said-i Nursi’ye insan kaynağı sağlıyorlar.
- Said-i Nursi’ye bir alim olarak, gerek kişiliği ve gerekse Geleneğe bakışı noktasındaki metodu ile benzeşen başkaları var mı sence?
Şöyle söyleyelim, Said-i Nursi ve eseri ve hareketi nevi şahsına münhasır özelliklere sahip başlı başına bir hareket. Lakin İslam geleneği, Said-i Nursi’nin beslendiği gelenek İslam geleneği ve eğer Modern zamanlarda bir karşılığını ararsak İmam Humeyni ve hareketini örnek gösterebiliriz. Üçüncü bir kişi, grup, eser ya da hareket var mıdır, muhakkak var lakin ikisi kadar insanlık açısından etkili asla olamadılar.
- İhvan hareketi’ni nasıl görüyorsun?
İhvan hareketi başlı başına bir konu lakin İslam geleneğinden beslenmiş bir hareket değildir, İhvan modern bir harekettir. Devam edecek olursak gerek Said-i Nursi, Gerek Humeyni söylemlerinde Mehdi’ye vurgu yapıyorlar ve onun inkılabına hizmet gayesini ifade ediyorlar. İkisi de gayrı politik tutumlar içerisindeler, dertleri kafir ve müşrik olarak gördükleri, dindışı gördükleri siyasal donelere karşı İslami, tanrısal bir tavır ortaya koymak. Biz dışarıdan baktığımız için bunları politik tavır olarak algılıyoruz ama bunlar politikten ziyade dini tavırlar. Her dini tavır aynı zamanda bir politik tavırdır diyen Siyaset felsefesi düşüncelerinin algıları yanlıştır diyemeyiz, ama bu tavırlar bir Müslüman için salt dini tavırlardır. Sonrasında politikaya dönüşmesi ayrı bir mevzu! Dert küfre karşı İslami tavır… İkisi de şiddet metodu kullanmayan, ikna metodu kullanan hareketler, ikisi de geleneğin şiarlarını gündeliklerinden tutun, ideolojilerine kadar dinle şekillendirmiş alimlerin merkezinde olduğu, Modern eğitim almamış, bu eğitimlere bir yönünden bulaşmamış adamlar. İki harekette toplum teveccühü kazanan ve sınırlar dışına taşan hareketler. İki hareket de Modern Batı’nın geleneğinden tamamıyla sıyırmak istedikleri iki ülkenin, iki totaliter rejimi karşısına alarak geleneği yeniden yeşertmiş hareketler. Batılıların tepeden tırnağa Modernleştirmek istedikleri toplumların içinden böyle hareketlerin çıkması bir nebze “Allah’ın Planı”nın bütün planlardan üstün olduğunun bir tecellisi. Yok etmek istedikleri dinamikler Risale-i Nur ile başlı başına bir İslami bir toplumsal harekete, İran devrimi ise başlı başına bir İslami siyasal harekete dönüştü.
- Peki ama İran devrimi Siyasal diyorsunuz, iki hareket burada çelişmiyor mu?
Bu İran ile Türkiye’deki yapıların farklılığından kaynaklanıyor. İran’da din adamları bir sınıftı, bir kitleydi, Türkiye’de ise böyle bir kitle yoktu. İran’da karşıya alınan bir Monarşiydi, Türkiye’de ise parlamenter bir devlet. İran’da devletin kutsanmadığı bir Şii gelenek vardı ve bu Mollaları Monarşiye tercihin başlıca sebebi oluyordu. Türkiye’de ise devletin kutsandığı -Sünni dememiz çok doğru olmaz ama Sünni-Türk diyerek bir sentezle daha az tartışılır bir söylem üretelim- bir birikim vardı ve insan yığınları Dini karşısına almış devleti de kutsallık barındıran bir fenomen olarak algılıyordu. Dolayısı ile Türkiye’deki hareketin bir halk hareketine, İran’daki hareketin ise bir politik harekete dönmesi normaldi.  Burada bir çelişkiden ziyade yapısal bir uyum var. Sonuçta gelenek farklı toplumlarda farklı sonuçlar doğurabiliyor, bu geleneğin gücünün bir göstergesi. Yani doğru kullanıldığında her türlü harcı karmaya muktedir bir beton makinesi gibi…
- Bahsi geçen bu hareketler İslam dünyasına Model olabilecek hareketler mi? Şahsen ben bu hareketlerin İslam dünyasına model olabileceğine inanmıyorum.
Bakın zaten hiç bir İslam alimi ve Said-i Nursi de benim modelim demez, zaten onlar ortaya bir model koymazlar. Sadece din karşıtlığına, dine meydan okuyan bütün din dışı saldırı ve yaptırımlara karşı nasıl bir tavır alacağınızı gösterirler. Zaten bu tavırların yüzyıllar sonucundaki birikimidir gelenek… Şimdi siz Humeyni’nin modelini Senegal’de uygulayabilir misiniz? Ama Humeyni’nin söylemiyle ya da Said-i Nursi’nin söylemiyle Senegal’de Modernizme karşı durabilirsiniz.
- Burada mesele söylemde düğümleniyor…
Bakın söyleminde şöyle bir farkı var. Söylem kurumsala dönüşebilecek mi ya da dünyada dönüşmüş mü?
- Kurumsallık bazen kendi hiyerarşisini ve yabancılaşmasını üreten bir olumsuzluğu da içerebiliyor ama.
Kurumsal olmadan bunu siz nasıl işler hale getireceksiniz? Kurumsal derken devletten bahsetmiyorum, Risale-i Nur ya da İran Devrimi bir kurum. Çünkü kurum işlerlik kazandıran bir mekanizmadır. Risale-i Nur bir kurum değil de bir eser olarak kalsaydı yine biz onu okuyacaktık, yine ondan istifade edecektik. Ama topluluk inşa edebilecek miydi, insan inşa edebilen ve bu inşayı akıtacak alanı düzenleyebilecek miydi? Bir iletişim ve bu iletişimin dilini üretebilecek miydi? Tarihe akabilecek miydi, tartışılacak mıydı?
– Gelenek gelenek diyoruz. Ben de modernizme sonuna kadar eleştirel kalmamız gerektiğini düşünüyorum. Ona karşı elbette bir şey savunmamız ve geliştirmemiz gerektiğine inanıyorum. Bu durumda elimizdeki dayanak ne? Elbette ki gelenek. Ama bir yandan da modernist tarihin kavramları bunlar; modernite de gelenek de. Gelenek lafına bugün verdiğimiz anlamı modernite veriyor aslında. Ondan öncesinde bizim bugün kastettiğimiz gibi kullanılan bir kavram değil. Asr-ı Saadet’i işaret eden bir şey. Bu gelenek denen kocaman şey, homojen değil ve bir sürü beter ve uydurma şey de var içinde. Bunları nasıl ayırıyorsun? 
Her devlet makro kurumdur ve eline geçen her ideolojiyi manipüle eder. Bu bir nevi devlet olmanın doğası, doktrinel bir sonuç. Merkeze kurulmuş aristokratik bir sınıfın, sultasını, hazinesini, ideolojisini korumak zorunda olduğu devasa bir yapıdan bahsediyoruz. Bu tip bir kurum varlığını elbette elindeki ideolojik doneleri hakikat dışı, maslahat mefhumu üzerinden algılayıp algılatacaktır. Emeviler ve Abbasiler, sonrasında bütün devletler bu manipülasyona, çarpıtmaya, maslahat merkezliliğe katkıda bulundular. Geleneğin nasıl bir birikimi oluştuysa, Anti-Geleneğin de bir birikimi oluştu ve çoğu zaman bu Anti-Gelenek, Geleneğin bizatihi kendisi olarak algılanıp yaşatılıyor. Bizim gelenekten kastettiğimiz şey her türlü makro kurumun manipülasyon ve yönlendirme, şekillendirme çabasına rağmen İslam’ın Kitap, Peygamber, Ehli Beyt ve Hikmet muvazenesindeki bütün hakikatini elinden geldiğince korumuş, yaşatmış, insana ulaşabilir hale getirmiş hizmetten ve onun altyapısındaki birikimden bahsediyoruz. Unutmayalım ki bu dinin yürütücü mekanizması olan kişilerin birçoğu devlet totalitarizmine rağmen İslami söylemi, eylemi ve eserini ayakta tutmuştur. Bu İslam geleneğini Modernite ve Anti-Geleneğe karşı harika, muhteşem, muktedir ve işler hale getiren temel öğelerdendir. Bizim bugün tasavvuf, tekke, zaviye, vakıf dediğimiz kültürün, ahilik dediğimiz kültürün devletin manipülasyonlarına karşı bir şekilde ayakta durmasının sebebi, İslam’ın dikeyde ve yatayda kendisini nasıl farklı düzlem ve katmanlar arasında var edebileceğinin bir kanıtı. Elbette ki devlet mekanizması ile arasına mesafe koymuş bir çok insan, bir çok Alim ve Sufi, dinin emrettiği aksiyonerliği bizatihi dini bir tepki olarak ortaya koymuş, bu şekilde dini işler kılmışlardı. Bizler geleneği işler kılalım derken bu yüzden Tasavvufu yeniden konuşuyoruz, Alimleri ve eserlerini, zaviyeleri, vakıfları, ahileri vesaire konuşuyoruz. Emevi kültürünü yaşatalım, Selçuklu, Osmanlı kültürünü yaşatalım demiyoruz, çünkü onlar otantik birer kültür olarak kaldılar ama gelenek kendisini bir şekilde var kıldı. Said-i Nursi’nin yaptığı da devlet mekanizmasına rağmen, hatta onunla iletişim kurmayarak geleneği rücu ettirebilmesiydi. Bizleri Sağcılıktan, Muhafazakârlıktan ayıran bu, onların Anti-Geleneğine karşı biz Geleneği, İslam ve onun kurumsalını yaşatabilen geleneği savunuyoruz. Onlar kitaplarında söylemlerinde sürekli Hükümdarlara, Hanedana, Devlete vurgu yaparlar. Devletten bağımsız bir kurumsalın nasıl olabileceğini algılayamazlar ve onlar için dine hizmet eden de Alimden ziyade hükümdardır. Oysa bizim “şanlı” saydığımız insanların çoğu Hükümdara karşı kendini var kılmış kişi ve kurumlar. Dolayısı ile biz Sağcı bir tutumla geleneğin meşruiyet alanını “Siyasal alana” endeksleyemeyiz.
- Eyvallah, teşekkür ederiz.
- Dinlediğiniz için ben teşekkür ederim…
ozkansahin97@gmail.com
@sokakfilozofu