Monday, March 09, 2015

Aydın, Toplum ve Sanat bağlamında MODERNİTE VE İMKANLARI















Müslüm Gürses’e,



hatırasına hürmetle…





















Sunuş


Aşağıdaki konuşma Özkan Şahin’in modernite, modernleşme, Doğu refleksi, entelektüellik, bilgi, irfan, İslâm ve sanat, alim, medeniyet, vb kavramlar hakkında görüşlerini icmal ediyor. Müslümanların bilmek ve bilgiye dayanan toplum kurmak için yeryüzüne gönderildiklerini Âdem (as) kıssası nedeniyle anlıyoruz. “Batı’nın bilimini alalım” söyleminin kendisi, Müslüman toplumların yüzlerce yıldır takip ettikleri “ilim” geleneğinin bazı şubeleri ile bağları koparmak, en azından ilmin dünya- ötesi ile ilgili rabıtasını kesmek anlamına gelmektedir. Aynı zamanda ilim ile ahlâk arasında “ikilik” çıkarması sebebiyle de sekülerleşmeyi katmerleştirmektedir. Müslüman kuramcıların sufî terminolojiyi terk ederek nefsi terbiye etme hususunda kadim bilgi kaynaklarımıza erişmemizi imkan dışı bırakmaları ile  Batılı bilme biçimine bizi mahkûm ettiği söylenebilecektir. Bunu “Müslüman bilginin sekülerleşmesi” çerçevesinde algılamak mümkün görünüyor. Müslümanlar  bu dönüşüm  kapsamında modern ulus- devlet fikrine başkaldırı pratiği içinde, sufîlerin ontolojik manada “dünyaya başkaldırdığı”nı görememiş oldu. İslam, önceki bilme biçiminde dünyayı bir “fena”, yokluk geçidi, bir ziyan ve bozuluş alanı ve ahireti de “beka yurdu” şeklinde kabulünü telkin ederken; yeni bilme biçimini kabul eden Müslüman kuramcıların dünya ve ahireti algılama ve tarifleri bu şekilde gelişmedi. Müslüman entellektüellerin “varlığımın manası nedir” sorusundan ziyade, “Müslümanların geri kalmasını engellemenin yolu nedir” sorusuna teksif olarak rövanş arayışları kendilerini Hakikat karşısında sekülerleştirmiştir. Müslümanların, modernleşmeyi içselleştirmekten kurtuluşları, dahası dünyaya başkaldıran bir bilme biçimi geliştirmeleri, sufî gelenekle irtibatlarına bağlı görünüyor. Bununla beraber dünyanın maddi uygarlık verileriyle geriye dönüşü imkânsız kılan işgali bu sufî bağlanışları ve dünyaya başkaldırı potansiyelini paradoksal olarak dünyevileştiriyor. Müslümanların moden bilgi ile sorunları modernitenin bilgisinin arz’a ve kozmosa saldırganlığını, tahakkümünü mesele etmemeleridir. Ayrıca Müslümanlar Barı bilgisinin arz’a saplanmış olduğu konusunda da kaygı duymamaktadır. Bacon, doğayı insan bilginin nesnesi haline getirip, onu insanlığın hizmetinde sömürülebilir bir değere döndürmek istiyordu. Bilgi, “güç bilgisi” halinde istimal edilmeliydi. Bilgiyi elde etmekle insan “tanrısal” bir varlık kazanmaktaydı. Bu nedenle deneysel araştırma yöntemi saldırgandı. Ona göre tabiat, insanlığın sömürüsüne açık, hizmet etmeye mecbur ve insanlar tarafından köle yapılması gereken bir varlıktı. Bacon, doğanın sorguya çekilmesi gerektiğini söylemekteydi. Biz modernitenin bilgisini aktararak şöyle bir şey yapmaktayız: Batı, Batı dışı toplumlarda kendi bilgisinin sonuçlarını test ediyor. Biz de bu testi gönüllü olarak yükleniyoruz. Sorunların kaynağı olan modernitenin merkezileşmesi modernleşen toplumların çözümlerini de bilginin kaynağı olan Batı’dan istenmesini icbar ediyor. Althusser’e göre, Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA), Devletin Baskı Aygıtları’ndan (DBA) farklı olarak zor kullanmazlar. Althusser DBA’ların hükümet, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler; DİA’ların ise aile, parti, sendika, dini kurum, haberleşme, kültürel kurumlar olduğunu söylüyor. Devlet’in baskı aygıtı “zor kullanarak” işler, oysa DİA’lar “ideoloji kullanarak işler” der. Baskıcı devlet aygıtı tamamiyle kamusal alana aittir, DİA ise özel alanın parçasıdır; dolayısıyla özel pratikler ve kurumlardır. Bu iki devlet aygıtı arasındaki temel ayrım baskıcı devlet aygıtının ‘şiddet’ yoluyla, ideolojik devlet aygıtlarının ise ‘ideoloji’ yoluyla işlev görmesidir. Bireyi özne olarak çağırma ve adlandırma, ideoloji gibi ebedidir. Bireyler ideoloji ile “kendiliklerinden yürürler”. İdeolojinin öngördüklerine uygun davranışlarda bulunmayan “kötü öznelere” devletin baskı aygıtı aracılığıyla müdahalede bulunulur. Bu tasnife göre bakılırsa Batı’da bilginin niçin bu derece yoğunlaştırılmış olduğu anlaşılır. Batı, Batı dışını hegemonyasına boyun eğdirmek için sanat’ı ve fikri kullanıyor. Bu çerçevede Özkan Şahin’in sanat/kimlik meselesinde vurguladıkları önemlidir. Yeniden bilme faaliyetine dönmek gerekiyor. Bu bilme faaliyeti mekanik evren tasavvurundan kainata bakan bir gözü kör bilme biçimi olmayacaktır. Bilmenin medreseye dönmesi kaçınılmaz görünmektedir. Çünkü “bilme” aslında öğretilme ve terbiye edilmedir.
İnsan bilgisinin kendine ait, kendi reflekstif tavrına ilişkin bir düşünsel mahiyeti bulunmaz. İnsan, cismanî yanının, biyolojik güdülerinin peşinde de kelime üretemez. Kelimeler insan tarafından üretilemez. Başlangıçta (Âdem’le) verilmiştir. İnsanlar kelimeleri bir ezber sonucu, Âdem’den öğrendiklerini ezberleyerek, ondan  aktararak elde etmişlerdir. Hayatının devamında da bu ezber katmanlarına muhatap olurlar. Bilginin kendisi bilenlerin bilmeyenlere dayattığı bir belletmedir. İnsan farkında olmadan bu belletmelerden alıntılar yaparak yaşamını devam ettirir. Bütün kelimeler Âdem’e verilmiştir. İnsanın ezberinin kaynağı da Âdem’e verili bilginin iktibas edilmesidir. Bütün bu anlatıya rağmen insan sadece cismanî bir varlık değildir. O, üflenmiş bir ruhtur da. İbni Arabî’ye göre insan âleminde dil, kalem menzilesinde, sadr ise lehv makâmındadır. Dilin nutk eylediği şeyleri, zihinler sudûr levhalarına yazmaktadır. İrâde-i kalbiyyenin sadra kayd eylediğinden, târihlediğinden lisân ile ta’bir olunmaktadır. Havassi kalbin resûlleri gibi halk etmiştir. Sem’ sıfatı kalbin câsusudur; Basar sıfatı kalbin muhâfızıdır; Lisan, kalbin tercümânıdır ve bunlar resûldür. İbni Arabî’ye göre Cenab-ı Hak, kalbi arş menzilinde halk etmiştir. Bilindiği üzere arş mahlûkaın en büyüğüdür. İnsanın sadrı kürsü makâmında halk edilmiştir. Tahsîl-i ulûm makamı orasıdır. Kur’an’a göre biz “kalemle öğretilen”iz. Telaffuz ettiğimiz kelimeler bize ait değildir; onlar öğretilmiştir. “Ve eğer arzda bulunan ağaçlardan (min şeceretin) kalemler (aklâmun) olsaydı ve denizler (mürekkep olsaydı) ve ondan sonra, onun yedi katı daha deniz eklenseydi, Allah'ın kelimeleri (kelimâtullâhi )tükenmezdi” (31 Lokman 27). Buradan Allah’ın kelimelerinin dahi dünyaya sığmayacağı ortaya çıkmaktadır. Biz ilahi metnin içindeyiz, bu metinden ayrı bir “yazmakta olan biz” değiliz. İlahi metnin bu “sonsuzluğu” karşısında, insanın “sonu olmayan metnin” dibine inme imkânı bulunmayacaktır. Buna göre bilimsel bilgi eşyanın sınırsızlığına (kelimâtullah’ın nihayetsizliğine) nazaran ancak bir yorum denemesi olabilir. Bilme faaliyeti, kelimâtullah bilgisinin zikri ve miktarı kadar ortaya çıkabilir. Bu zikir, sayma değil, boyun eğme şeklinde anlaşılmalıdır. Kur’an’da “Gece boyunca secde ederek ve kıyamda (ayakta) durarak kanitin olan, ahiretten çekinen (korkan) ve Rabbinin rahmetini dileyen mi? De ki: (Hiç) bilenle bilmeyen bir olur mu? Ancak ulûl’elbab (daimî zikir sahipleri) tezekkür eder” (39 Zümer 9) buyurulmaktadır. Bilmek bu noktada yazar/okuyucu ilişkisi değildir. Tam tersine bilmek kâinattaki kelimelere menşei benzer bir kelime olarak katılmaktır.
Entelektüelin salt akıl ile nesneleri kavraması ve analiz etmesi körleşme sayılmalıdır. Özkan Şahin aşağıdaki konuşmasında bu körleşmenin boyutlarına değiniyor. Entelektüelin bilmekle zikretme, anlamakla kalbetme, seyretmekle nefsi tezkiye etme, nazar etmekle hiçliğini farketme meselesi olduğu söylenebilecektir. Dolayısıyla “Batı’nın bilimini alalım” ideali Batı dışı toplumlarda bir arpa boyu yol kat ettirmemiştir. Derdimiz şimdi bunu anlamanın verdiği hayrete gark olmuştur.
Lütfi Bergen














-Sürekli yakınılan bir durumdur, Türkiye’de aydın yok, Türkiye’de aydınlar yetersiz, Türkiye’nin bir aydın problemi var! Bu tip cümlelere her eleştiride, her metinde, her açık oturumda rastlarız. Bu cümle bir hakikatin itirafı mıdır, yoksa bir art niyetin yakınış şeklindeki şifrelemesi midir?

Modern öncesi dönemde Bilgelik insanın –Arifin- Allah ve alem bilgisiyle, Allahı ve onun alemle olan ilişkisini bilmesi ile makbul bir durumdu. Allah ve alem ilişkisine dair bilgisi olmayan adam avam ve allame tarafından bir ilim mercii olarak ciddiye alınmazdı. Modern Bilge, yani aydın dediğimiz tip, yani Selahaddin Darvınoğlu, Modernliğin ürettiği bir tip ve ancak Modern toplumda değeri olabilecek bir fenomen. Allah ve masiva ile ilişkisi yok ya da yüzeysel ya da birincil olmayan bir ilişki. Aydın âlemi insan, toplum, doğa üzerinden anlamaya çalışan bir tip ve bu tipin bilgeliği geleneksel toplumlarda geçer bir akçe değil. Gelenek açısından alay edilesi, ayrıksı, yabancı bir yaratık. Bu sebeple Osmanlı’dan günümüze gelen çizgide âlimler, arifler yani Allah merkezli bilgi arayışında olan adamlar niteliklerine bakılmaksızın toplum tarafından daima saygı gördüler. Niteliklerine bakılmaksızın dedim dikkat edin! Niteliksiz bir âlim dahi Modernitenin savaş açtığı Allah ve ona ait değerlerin, Allah bilgisinin sembolü sayılarak mübarek, değerli, sözü dinlenir sayıldı. Varlığı dahi Modern-Gelenek ekseninde bir değere sahipti. En basitinden, Modernliğin bir varyasyonu olan, Modern ile İslam arasında bir ara form olan, Türk laisizminin en başarılı tasarımlarından biri olan kravatlı, traşlı, Prof. veya Dr. veya başka ünvanlara sahip ilahiyatçılara bakın; avam nezdinde ancak bir medya öğesi olacak kadar değerlidirler. En popülerini, en niteliklisini, en emektarını alarak bir konferans düzenleyin, hiçbir zaman kabarmış, taşmış bir ilgi ile karşılaşmayacaklardır. Lakin sakallı, sarıklı, isminin önünde hocadan, molladan başka bir unvan olmayan bir allamenin bir şehre sohbete geldiğini ilan edin, orada taşmış, kabarmış bir insan kitlesi bulacaksınız. Bu sadece toplumun dindarlığı ile açıklanacak bir manzara değildir. Ortada modernizme karşı alınan kitlesel bir tavır vardır ve yapılan tüm çalışmalara rağmen bu tavır hala canlıdır. Bu yüzden “Modernlik imkanları” artık avam bilincine ulaşmada farklı yollar aramaktadır. Konuyu dağıtmadan şunu ifade edelim, Türkiye’de aydın ve aydınlar her zaman olmuştur, ama bu aydınlar hiçbir zaman geniş kitleleri dönüştürecek bir konumda olmamıştır. Yığınlar onlara hiçbir zaman söylemlerini ciddiye alacak kadar değer vermemiştir, bununda sebebi Aydın dediğimiz fenomenin baştan aşağı bir Modern tasarım olması ve toplum ile Allah arasında bir iletişim metodu kaygısı gütmemesidir. Bu Müslüman toplulukların hepsinin ortak özelliğidir. Bir örnek daha vereyim, Aydın olarak konumlayacağımız üç beş adam sayalım, yani Modern süreç içerisinde ismini çok duyduğumuz birkaç adam ve bunlar çok nitelikli adamlar olsunlar. Falih Rıfkı, Hikmet Kıvılcımlı, Ziya Gökalp, sonrasında Doğan Avcıoğlu, Eyüboğlu kardeşler, Yalçın Küçük v.s  bunların kitaplarının satış miktarını inceleyin. Sonra da geleneğe ait birkaç allame sayalım ve bunların kitap satış oranlarını inceleyelim. Gazali, Said Nursi, İmam Rabbani v.s. demek istediğimi anlamışsınızdır. Son olarak şunu söyleyelim, aslında aydın demek, Modern bilgi ile donanmış ve Modern birikimin usulleri ile anlamaya çalışan adam demek, bu adamında geleneğin havzalarına nüfuzu o kadar kolay bir şey değildir. Birileri “Türkiye’de aydın yok, Türkiye’de aydınlar yetersiz, Türkiye’nin bir aydın problemi var!” derken aydının yığınlara tesir imkanının zorluğu veya yığının aydını kale almaması problemini kastederler ve problemin kökenine temeyyüzü arzulamazlar; Çünkü bu sorgu Modern ve Geleneğin ilişkilerinin sorgulanması manasına gelir, bu da Modernistlerin işine gelmez.

-Yani ortada bir kişi kifayeti meselesinden ziyade bir usul çatışması mı var demek istiyorsunuz?
Elbette… Mesela kimi zaman birileri çıkıyor, güya geleneğe hizmet gayesiyle aydın demeyelim münevver diyelim böylesi daha iyi deyip aradaki usul çatışmasına dair sahip olduğu zayıf farkındalığa aklınca bir vurgu yapıyor. Münevver zaten tenvir olmuş, ışıklanmış, aydınlanmış demek, mevzunun tarihsel tahribatını bir iki etimolojik şaka mı çözecek? Elbette hayır. Modernitenin amacı batının birikimi ve sürekli güncellenen değerleri ile ÇAĞDAŞ ve her daim özgür! bir birey inşa etmektir, Aydının görevi ise bu inşayı belirli Saikler çerçevesinde şekillendirmek, modernite imkanlarını birey ve yığın üzerinde gerçekleştirmektir. Bunun için bu imkanları önce kendi bünyesinde rücu ettirmiştir. Batı dışı aydının ailevi köken olarakta Batılılarla ilk iletişimi kurmuş komprador aile evlatları, kentli ve tüccar çocuğu olmaları, Aristokrat olmaları boşuna değildir. Ben bu tip insanların biyogarfilerini incelediğimde hep şöyle bir durumla karşılaştım, batı ile ilişkileri, batılıların kompradoru olmaları onları zenginleştirmiş, onlara yurtdışı gezileri, yurtdışı eğitimi, farklı dünyaları görmenin renkliliği ve ferahlığını vermişti. Batılılık onlar için dünyevi imkanları da sunmuş, kendileri ve ailelerinin yaşantılarını bir cennet yaşantısına çevirmişti. Pek azı hariç ne bir savaşın, ne bir salgının, ne bir kasoun çilesiyle yüz yüze kalmışlardı ve kalanlar dahi, acıdan aldıkları pay, refahtan aldıkları paydan belirgin biçimde azdı. Kısacası kendi yaşamlarında batılı imkanlarla elde ettikleri refahın, bütün toplumları için yine batı eli ile geleceğine dair bir inancı kanıksamış, eleştiriye ve alternatif arayışlarına yönelmemişlerdi. Bütün hesapları arz üzerine ve insanı batı standartlarında tekrar inşaya yönelikli, oysa İslam ve geleneği bu gayeyi ciddiye bile almıyordu. İslam’ın arzın ötesine dair planları vardı ve gayesi insanı inşadan ziyade, insana sahibi olduğu yücelikleri hatırlatarak Allah ile arasındaki yaratan, yaratılan ilişkisini bir kulluk, bir ahlak ilişkisine dönüştürebilmekti. Dolayısı ile İslam’ın aydınının, İslam’ın aliminin İman hakikatleri ve kulluk bilincini yığınlara hatırlatmaktan başka bir gayesi olabilir miydi? Ben bir soru sorayım, Orhan Pamuk’un Sessiz Ev adlı eserini okudunuz mu?

-Evet okudum!
-Selahaddin Darvınoğlu karakterini hatırlıyor musunuz?
-Evet!
-İşte Orhan Pamuk Selahaddin Darvınoğlu ile Aydın dediğimiz prototipi öyle övgüye değer bir ustalıkla, öyle bir edebiyatçı dengesi ile karikatürize eder ki. Türk edebiyatında bir yazar böyle bir karakter oluşturmayı başarabilecek mi bilmiyorum! Dengesiz, göklerle bütün bağlantısını koparmış bir tanrı düşmanı, yerdekiler ile bir türlü anlaşamayan, etrafında dengeli bir insan ilişkileri yumağı oluşturamamışken, sürekli yeni toplum ve insan projeleri üreten, zaaflarla dolu, aşırı heyecanlı ve at gözlüklü garip mi garip bir adam. İşte Türkiye’de aydın Selahattin Darvınoğluydu, bir kökü olduğundan bile emin değildi, kökü kabul ettikleri içinse kıyasıya değersiz. Her tutumu kendisini biraz daha karikatürize ediyordu, her tutumu kurtarmaya çalıştıklarında bir derece daha nefretle anılmasına sebep oluyordu ve bütün başarısızlıklarını kendi hariç her şeye mal ediyordu. Toplum, Modern öncesi Avrupa toplumu gibi bir gelenek toplumuydu ve onlar için aydın din ve ahlak ile kordinasyonlarını kuran adamdı. Toplum kendileri ile arasında farklı kordinasyonlar kurmaya çalışan adamları kınadı, hor gördü, bizden değil dedi. Aydınlar ise evet doğru bilgilerle donanmışlardı ama batının bilgileri ile donanmışlardı. Toplumlarının hakikatinden mahrumdular, kim olduklarını, kimin çocuğu olduklarını, kimle muhatap olduklarını bilmiyorlardı. Geneli pozitivist olan ve aslında reel bir Durkheimcılığı benimemiş bu adamlarla “Tanrı” addettikleri toplumun kendilerine böyle iğreti bakmasını anlayamadılar. Bunu cahil yığınların Aydınlığa karşı yobazca tepkisi olarak karşıladılar, bazen daha yumuşak bir bakışla henüz hazır değiller, dediler, bazense tercihleri ya ülkeden kaçmak ya da inziva oldu. Aydın ve toplum… Biri diğerini soytarı, diğeri birini deli olarak gördü ve halkın aydınla ilişkisi bir nevi tımarhane kavgasına dönüştü. Mesele şu ki bu tımarhane kavgası gün geçtikçe yerini gökkuşaklarına sarınmış bir dostluğa dönüştürüyor. Selahaddin Darvınoğlu sonrasında aydın sadece toplumun Modernizme meyyal, sekülerleşmiş kısmı ile uyuşabilmişti, bu uyuşma etkisini seküler olmayan veya şöyle diyelim her şeye rağmen din ile ilişkisini olabildiğince sürdürmek isteyen, dindar insan kitlelerde gösteriyor.

-Peki bunun ne gibi bir tehlikesi olabilir ki, dindar insanlarda kimi aydınların fikirleri ile birikimlerini sürdürerek irfan ile ilişkilerini sürdüremezler mi? Burada tehlikeli olan Müslüman insanın aydınla iletişimi mi, yoksa aydının Müslüman insan üzerinde oluşturacağı yön kaydırması, yani bir organ kaybı mı?

-Şunu belirtelim, Türkiye’de Geleneğin dini tutumundan dolayı hala teveccüh görüyor olması demek, Geleneğin modernite ile baş edebildiği manasına gelmez, Çünkü Modernizm her yeni süreçte, her yeni krizde başka hareket metodları ve bu metodlarla temeyyüz edebileceği bir insan kitlesi bulabiliyor. Bundan çeyrek asır önce gelenekçi insan için şehir imkanları, kitlesel yönelim, finans, kültür, toplumun seküler kitleleri ile kaynaşma ve medya-sanat ifade alanları konusunda yaşadığı kriz atlatılabilmesi kolay bir krizdi, hiçbir şey yapamasa ilişkilerinden kaçınarak ya da ilişkilerini belirli bir sevyede tutarak kendisine varlık alanı oluşturabiliyordu.

Hayatın imkanları arttıkça modernitenin imkanları artıyor, çünkü arza ait bütün imkanlar Modernitenin bir nimeti olarak algılanıyor ve bu nimetlerle kaynaşmak otomatikman modernite ile koşullu bir uyuşmayı beraberinde getiriyor. Yer ile gök arasındaki mesafe açıldıkça Modernizmde kendine imkan alanı buluyor. Mesela geleneksel formları içerisinde tarikat diyebileceğimiz bütün kurumlar birer cemaate dönüştü ve toplum deryasında her biri farklı birer ünite haline geldiler, her yeni kriz ve dönüşümde bu cemaatleri, temel gayeleri arza indirgenen birer cemiyete dönüştürdü. Aslında tarikatlar cemaate dönüşerek Modernizmle soğuk ilişkilerini, cemiyete dönüşerek Modernizmle evliliklerini gerçekleştirdiler. Kurumsal varlık ve güç kaygıları, politika ve medyada etkin birer ekip olma hırsları, kitlelerine iyi eğitim, kültür, ticaret olanakları için aldıkları tedbirler ve varlıklarını ikamede kendilerine fayda sağlayan her türlü unsuru içselleştirmelerine sebep oldu. Tedrici olarak Modernite dindar kitleler üzerinde reel bir imkana kavuştu.

-Kesiyorum ama, özür dilerim, somut bir şeyler söyler misiniz? Nedir bu imkanlar, dağılmasın diye sadece bir iki örnekle!

-En başta politik kaygı… Siyasal arenada varlık kaygısı birleştirmeci bir doğası olan dinin doğasına aykırı bir kaygıydı ve bu kaygı gelenekçi kitlelerin surlarında bir gedik açtı. Bir Müslümanın siyasal kaygılarla saflaşması ve her türlü Müslümanın farklı siyasal ortamlarda çeşitli siyasal söylemleri benimsemesi ve bu söylemlerle akidevi bir gerçekmiş de bunları reddeden kafir olup dinden çıkacakmış gibi birbirlerine takındığı tavır “modern çok seslilik” denen o şeyin geleneğin yapısını iğdiş etmesidir. Sonrasında banka, kadın yazarlar, gazeteciler…

-Banka’yı anladım, haklısınız ama kadın yazar ve gazeteciler.
Gelenek kadını eve hapsetmez, sekülerlerin saldırıları aksine Geleneğin kadına verdiği alan, modernitenin verdiği alandan çok çok geniştir. Lâkin gelenek kadını daima erkek ardılı bir varlık olarak görür. Müslüman kadının bir tavsiye ve taklid mercii gibi ortaya sunulup, kadının sokakta politika ve medya gibi çatı disiplinlerin birer elit organı haline gelmesi modernliğin feminal, kadın erkek eşitlikçi yaklaşımına bir imkandır. Gelenek bir kadının çıkıpta erkeklere üst perdeden hocalık yapmasını ne tasvip eder, ne kaldırır. Yani… Çok uzatmayalım derdimizi anlatabildik, nerede kalmıştık?

- Tedrici olarak modernite dindar kitleler üzerinde reel bir imkana kavuştu.

-Evet! Cemaatleri, daha doğrusu cemiyetleri bu yanlış tutumlarına karşı uyaracak organizasyonların olmayışı bünyelerinde ciddi bir sapmışlık krizi uyandırıyordu. Bu kaynaşmışlık onlara ciddi manada prestij sağlıyordu. Medrese tipi eğitim kurumları yerini seküler kurumlara bırakmıştı ve bir iç denetim, bir eleştiri bütünlüğü getirecek, kitle modernizme evrilirken onlara dinin görülerine göre dur diyecek bir mekanizma yoktu. Mesela aklıma gelmişken hep garipsediğim bir örnek: Cemaatlerin eğitim dediğimiz faaliyete-ki eğitim modernitenin insanı kendi standartlarına evirme çabasıdır- verdiği önemi anlamak yapısallarını, modernitenin kıstasları ile ilişkilerini anlamak için de önemlidir. Normalde İslam’ın hayırlı saydığı ve Müslümanlara bir yararının dokunduğuna inandığı eğitim dini eğitimdir, hadis, kelam, fıkıh, tasavvuf öğretimidir; çünkü ancak bu eğitimi almış insanlar sokaktaki insanın Allah ve alemle olan ilişkisinin kemalatına, ahlaklanmalarına vesile olabilirler. Dolayısı ile bir Müslümanın destek vermesi gereken eğitim tipi medrese eğitimidir. Lise eğitimi, yok efendim fizik, biyoloji, tarih, sosyoloji, tıp… Bu eğitimler İslam gözünde herhangi birer bilgilenme çabasıdır ve eninde sonuna zanaata dönüşecek ve insanın ahlaklanması konusunda herhangi bir imkanı barındırmayan eğitimlerdir. İnsanı modernitenin amigosu yapacak birer basir ve hatta çoğu zaman zararlı, yıkıcı eğitimlerdir. Şimdi düşünün koca koca cemaatler akıl almaz paralarla kale gibi okullar inşa edip, normalde açlara, yetimlere, yolda kalmışlara, esirlere, miskinlere, engellilere harcamaları gereken büyük paraları “burs” adı altında ihtiyacı olmayan öğrencilere aktarıyorlar, yani dinin garibanları finanslandırdığı paralar hayırsızlık yolunda havaya savruluyor. İsmi bile gavurca, Avrupa dillerinde Bursary ya da Scholarship (okulluk) deniyor, biz burs kelimesini tercih etmişiz. Yani bugün cemaatler modernitenin imkanını sağlayacak insan kaynağını yetiştirmek için çırpınıyorlar. Lakin bunun altında uhrevi söylem ardına gizlenmiş dünyevi gaye var bunu hepimiz tahmin edebiliyoruz.  Bakın yapısalları itibarı ile modernite dini bir doneye indirgeyebilir, ona yer verebilir ama gelenek modernitenin herhangi bir donesini kendi bünyesine indirgeyemez.

Sonuçta artık aydın ve akademisyen avam nezdinde doğru bilginin kaynağı, onların, hele de dinle bir kavgası olmayan aydının dediği her şey kesin bilgi, aydını kontrol edecek dini bir mekanizmanın olmayışı, aydının din hakkında dahi çıkarım yapmasına, dinin nasıl olması, nasıl yaşanması gerektiğine dair üst perdeden konuşmasına imkan veriyor. Şeyhin, hocanın gidip yerine aydının gelmesi ve her yeni günde aydının Şeyh ve hoca lehine güç kazanması artık dinin ve onun donelerinin modern yaşam içerisinde bir doneler koleksiyonuna dönüştürüyor. Eskiden aydın dindar kitle ile koordinasyonsuzluğu becerememesi modernlik imkanlarının gecikmesi demekti. Şimdi bu imkan her geçen gün kendine yeni alanlar buluyor. Mesela toplumun temel telkincisi haline gelmiş medya özellikle Ramazan ve belirli dini günler hariç ilahiyatçılardan başkasına ifade hakkı vermiyor, bugün kendi icadı olan ilahiyatı dahi modernite sadece belirli koşullarda imkan sağlıyor. Artık dindarlar için kurulmuş kanallar dahi politika, tarih ya da hukuk eksenli bir mesele tartışılırken herhangi bir dini referansı umursamıyor. Modernitenin istediği akademik uzmanlaşmaydı, etrafın profesörlerle, profesör doktorlarla sarılmış olmasıydı. Zaten laiklik, zaten sekülerite de en başta irfan konusunda yer ile gök ilişkisinin kesilmesini arzular. En azından yer kendi irfanı, gök kendi irfanı sınırlarında kalsın, birbirlerine müdahalesi olmasın ister. Modern bilim her türlü insan sorununu farklı zeminlerde çözmek ister, akademisindeki tarih, ilahiyat, biyoloji her birinin farkı zeminleri, her bilimin uzmanı, profesörü diğerinin cahilidir. Oysa Gelenek sorunu bütüncül bir yaklaşımla, dinin kıyasları ile çözmek ister, insanı asla Allah’tan bağımsız bir yaratık olarak düşünmez. Bir problemi bütün vecheleri ile toplar, bir lisan ile çözümü sunar, bir çözüm anarşizmine izin vermez. Said Nursi’nin muhakematında belirttiği gibi sosyal bilimler insanı zahirperestliğe iter. Bu yüzden sosyal bilimlerin hepsini toplayın “fakirliğin giderilmesine dair” yüzlerce model sunarlar. Ama vakıf kurup aça yemeği ulaştıran, ilacı ulaştıran Gelenektir. Gelenek modern toplumda dahi, modernizmin kendisine hayat hakkı tanıdığı ünitelerde modernitenin yıkıntılarını insan lehine yeniden yapmaya çalışır. Velhasılkelam aydın bugün farkında ya da olmadan geleneği yaşamdan dışlayarak Modernizmin imkanlarını işler kılıyor. Selahaddin Darvınoğlu’nun derdi bir gömleğe beden uydurmaktı ve başaramıyordu, şimdi saygıdeğer aydınımız bedeni gömleğin standartları ölçüsüne yaklaştırıyor.

-       O zaman bu bir kısırdöngü, gelenek modernite karşısında başarısız oluyor. Ne yaparsa yapsın modern deryada doneleşiyor, bir nostalji, bir müze malzemesine dönüşüyor. Bunun sebebi nedir?
Bakın Modernitenin en büyük artısı sorgulama yetisine sahipliktir ki kendisi de varlığını Hrsitiyan aklın, Hıristiyanlık öncesi rehberlerle sorgulanması ile kazandı. Bu sorgu yöntemi ile önce Hıristiyanlığı aştı, Avrupa ve sonrasında da tüm batının dini haline geldi. Bu yeteneğini hiç bırakmadı, her sorgu süreci ona yeni bir kimlik kazandırdı, her yeni kimliği benliğine başka alanlarda hüküm hakkı verdi, hesap vermek zorunda olduğu bir tanrısı olmaması ve göklere dair bir derdinin olmaması yeryüzünde onu kıyasıya güçlü kıldı.

-Yani İslam, gelenek, bir doğmalar bütünü mü?

Öncelikle İslam bir felsefi akım değil, bir din, bünyesinde akletmeye, fikretmeye, tefekküre izin verir, İslam sorgulamalardan hoşlanmaz ve müsadede etmez. Lakin yanlış anlaşılmasın İslam’ın zihni modern zihinle baş edemez diyemiyoruz, tam tersi İslam, safi İslam aklının bütün gücüyle Modernizmin kendisine açtığı bütün savaşta daha moderniteye hamle hakkı vermeden tarumar eder. İslam karşısında hiçbir akımın, felsefenin, kavrayışın gücü yoktur. Bizim burada bahsini ettiğimiz, profilini çizdiğimiz prototipin bizi yanıltan tek yönü kendisine Müslüman demesi ama yaşantı ve algıda tepeden tırnağa bir batılı olması. Salt İslami bir kavrayışla, mümince modern deformasyona direnmesi imkansız gibi bir şey, çünkü modernliğe karşı varlığını sorgulayıp çıkarımlarını yaşamına yansıtması kendisine çok büyük kayıplar verecek. Günümüzde İslam’ın bir doneler bütününe dönüşmesi, bir duygu ve kozmetik simgeciliğinin kavrayışı haline gelmesi bu sorgulayamama yeteneğinin bir tezahürüdür. Modernizm İslam’a karşı bir zafer kazanamayacak ama Müslümana dair her geçen an yeni bir zafer kazanıyor. Önümüzdeki süreçte sürekli kendini taze ve akim kılan bir modernlikle, her geçen an zavallılaşan gelenekçi-dindarı göreceğiz.

 -Yani sorun sadece dindarlar mı, modernite sadece Gelenekle bağını koparmamaya çalışan ama buna rağmen, dünyevi veya başka sebeplerle varlığını koruyamayan insanı mı etkiliyor. Batının buna karşı tavrı ne, tamam Tanzimat öncesi ve sonrası, Cumhuriyet döneminde batılıların devletin toplumla olan her türlü müdahalesine rastlıyorduk ama artık buna rastlayamıyoruz, ya da batılıların bu olayda fonksiyonu nedir?

Öncelikle Batılıların artık bahsettiğiniz dönemlerdeki gibi direkt müdahalelere ihtiyacı yok, çünkü Modernizmi var kılacak ciddi bir batılı kitlesi zaten Türkiye’de yaşıyor. Batı bir ülkede kurumsallığını tamamladıktan sonra orayı zaten kompradorları ile yönetir. Kompradorluk mevzuu ülkemizde sadece sosyalistlerin ekonomi temelli tartışmalar üzerinden açtığı bir tartışma ama ya bunun kültür, sanat eğitim boyutu? Acaba batılılar artık çalışan makineyi tekrar çalıştırma ihtiyacı duymuyor olabilirler mi? Ara ara motora bakım yapmak, yağ koymak, vida sıkmak onlar için yeterli oluyor olabilir mi?

-       Acaba?

Türkiyeli sanatçıların tutumlarını gözlemek bu konuda bize ip uçları verebilir, özellikle de yurtdışında ödüllere boğulan, eserleri her geçen gün popülerleşen sanatçılar, yazarlar, sinemacılar…

-       Mesela kimler ve eserleri neden yurtdışında, batıda gözde ve değerli?


Öncelikle şunu söyleyeyim bu sanatçılar hakkında Türkiye’de yapılan olumsuz eleştirilerin birçoğu Türkiye’de eleştirmenliğin nasıl çetrefilli bir basmakalıpçılık ve nasıl garip bir sanatsal duvar olduğunu gösteriyor. Siyonistlerin Filistin sınırına ördürdükleri duvardan bile daha yüksek ve kalın bir duvar. Eleştirmenler artık bir sınıf gibi, kıyasıya cahil, anlayışsız, farkındalığı bulunmayan ama; eserin muhatap olmaya mahkum olduğu ve böylece kadersizliğinin başladığı garip bir mekanizma. Eleştirmen dediğimiz bu adamlara şiirlerimizi, öykülerimizi, belgesellerimizi, kısa filmlerimizi gönderiyor, birçoğu yayıncılık bünyesinde çalışan bu insanların insafında eserlerimizi insanlara ulaştırmaya çalışıyoruz. Neyi neden kutsadıklarının, neyi neden yerdiklerinin farkında olmayan bir sınıf. Modernite kültür sanat alanındaki varlığını bu cehaletin gölgesinde tohumluyor. Türkiye’de nitelikli sanatçının maalesef nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğunu bilelim. Orhan Pamuk, Elif Şafak veya Nuri Bilge gibi adamların bu eleştirmenlere cevap vermeye tenezzül etmemeleri belki de giriştikleri en asil tavır. Konuşmamızı neden böyle sürdürüyoruz bilmiyorum ama her şeyden önce Türk eleştirmeni adam olmalı, değerlendirmesine politikasını, dini kavrayışlarını, felsefesini, idealini elbette katacaktır, görüş zaten bunların etrafında ruh bulur ama duygusunu katmamalı, bir esere yaklaşmak Nevizade’de şarap şişelerine yaklaşmaya benzemez veya ne bileyim bir eser bir heves değildir, bir eserin bir insanın dimağının inşacısı olduğu görmezden gelinemez. Yazarların, yönetmenlerin eleştirmenlerden fersah fersah daha çalışkan ve duygusuz olduklarını görüyoruz. Sanatçılar eleştirmenlerden çekinmesi gerekirken, eleştirmenler hangi eksikliğimizi yazar ve esere çatarak tatmin edebiliriz havasındalar. Bunu neden böylesi yarı hınçlı bir tavırla söylüyorum siz sormadan açıklayayım. Yurt dışında ödül alan yazar ve eserlerin o kadar çok konuşulacak şeyi var ki… Eserlerinin tarihsel niteliği, toplumla ilişkileri, sunumları, kişilikleri, dilleri, Batı ile hangi ilişkimizi koordine ettikleri, bu çıkarsınımlardan varacağımız nokta ise ülke ve toplumun tarihsel hali ve dahası… Birisi bir roman yazıyor, romandan çok yazarın etnik kökeni konuşuluyor, birisi bir film çekiyor, filmden çok o filmden yapımcıların kaç para kazanılacağı tartışılıyor. Bunu bizim gibiler değil, kelli felli adamlar yapıyor, koca koca köşeler kapmış, tuğlamsı kitaplar yazmış adamlar. Sizin sorduğunuz şu soruyu herhangi birine iletebilecek bir eleştirmene rastladınız mı? Her zaman diyorum, bizim geleneğimizde aslında kişi ve konu her zaman ikinci plandadır, birincil olan usuldür, konuya yaklaşım konudan bile daha önemlidir lakin bizler maymunların hayvanat bahçesi yönettiği bir heyulanın çocuklarıyız, fazla yakınmamamız gerek. Biz konumuza dönelim. Soru neydi, özür dilerim.

-          Bu sanatçıları ve eserlerini Batı gözünde seçkin kılan nedir?

Şöyle bir anımı anlatarak başlayayım! Tahran’dayım, bir gece bir kafede oturuyorum, yaşıtım birkaç tane insanla tanıştım, kalabalık bir grup. Dakikalarca sohbet ettik, konuştuk, yedik içtik, sonunda içlerinden birisi bana dedi ki, bir film çektik, yaklaşık bir ay sonra vizyonlara girecek ve çok umutluyuz, izlemek ister misin? Elbette dedim. Filmi bir USB diskin içine kopyalayıp bana verdi. Gece ayrıldık, otele gittiğimde filmi izlemeye başladım. Muhteşem bir konu, her dakikası sorgu, Dostoyevski romanı gibi, sürükleyici, akıcı. Lakin filmde bir yanlışlık vardı, o da filmdeki kimse İranlıya benzemiyordu. Tipleri, konuşmaları, kaygıları, telaşları… İranlıları ben çok iyi tanıyorum, Tahran’ı da… İranlılar esmer, geniş, geveze, gelenekçi, yüzlerinde garip bir huşu bulunan insanlardır. Tahran’sa kapalılığna rağmen renkli, her köşesinde devrime dair bir done bulabileceğiniz ve nüfusun büyük çoğunluğunun bahsettiğim insanlardan oluştuğu resmen bir ülkedir. Belirttiğim gibi filmdeki kimse İranlıya benzemiyordu, şehir Tahran’a benzemiyordu, kaygılar da İranlı kaygılarına. A Seperation’dan bahsediyorum. Filme adını veren sebep çiftin İran’dan ayrılma konusunda yaşadıkları polemikti ve bu yüzden garip bir ayrılık doğuyordu. Vurgulardan biri de “bu ülkede yaşanılamayacağıydı!” İranlıların aile yapısı bize çok benzer tek bir sebepten dolayı bir karı koca ayrılmaz, ayrılamaz. Film böyle bir Batı yücelişi ile başlıyor; İran’ın kaçılması gereken, kaçılması uğruna ailelerin parçalandığı, ailenin parçalanma sebebinin İran’dan başka bir şey olmadığı enteresan bir durum! Bu film gitti Oscar aldı. Asla bizim eleştirmenlerin dediği gibi “yok efendim bu film İran’ı kötülüyor, bu yüzden gitti ödül aldı” diyemem, filmin genel mantalitesi içerisinde İran’ın yaşanmazlığına dair bir manzara yok, filmdeki çileler her ülkede, her insanın başına gelebilecek, hatta batıda daha acı sonuçlar doğurabilecek basit sorunlar ama o garip bir ayrılığın tek müsebbibi İrandı, filmin zemini bu mantıktı. Öyle olsa kötüleme konusunda bir adaylık dalı olsa bütün ödülleri alacak olan filmler var. Lakin şunu diyelim, bu filmi çeken objektif İranlı bir objektif değil, bir Batılının objektifi, bir Modernleşmişin objektifi. Mesela film ben gibi bir doğulunun yabancı olduğu bir İran ailesini yazmış, filmdeki Tahran ben gibi bir doğulunun tamamıyla yabancı olduğu bir Tahran. Ben o tavırları çok az İranlı’da gördüm. Yani o film batılıların gözünde Doğu içinde bir yerde Modern bir formu sunduğu, İran gibi bir ülkede Modernizme imkan tanıdığı için mükemmel. Tek sebep bu değil, ama ana sebep bu. Yoksa araştıralım gerek senaryo, gerek oyunculuklar, yönetim ve teknik konularında o filmi fersah fersah geçecek nice filmlere rastlarız ama bu film ödüllerin ödülünü alıyor?

-          Yani Nuri Bilge’nin, Orhan Pamuk’un ya da Elif Şafak’ın eserlerinin ilgi görmesinin sebebi de bu filmin batıda yankı uyandırma sebebi ile özdeş mi?

Öncelikle şunu söyleyelim, bu kişilerin hiç biri tembel, beceriksiz, kötü iş çıkaran insanlar değiller. Hepsinin eserleri çok nitelikli ve bir şekilde geleceğe akacaklar ama bizim derdimiz onların eserlerinin sözlerinden ziyade söylemlerinden, özlerinden bahsetmek. Bu insanlar Avrupalılar gözünde neden gözde! Modernliğe nasıl bir imkan sağlıyorlar? Benim kendi listemde ilk sıralarda az once bahsettiğimiz Orhan Pamuk’un Sessiz Ev adlı romanı vardır. Önemsediğim için yukarıda söylediklerimi tekrarlayacağım kusuruma bakma! Aslında romanları arasında en az tartışılan, popüleritesi az olan bir romandır lakin en çok tartışılması gereken romanıdır. Çünkü roman Selahaddin Darvınoğlu gibi bir karakteri barındırıyor. Osmanlı bakiyesi pozitivist bir aydını ki bu adam Orhan Pamuk için Modern Osmanlı aydınının bir prototipi. Aynı tarihteki örnekleri gibi öylesine cahil, öylesine duygusal, heyecanlı, ahmak ve çalışkan ki elini attığı her şeyi mahvediyor. Hiçbir dirayeti olmayan bir zavallı! Yeni bir toplum, yeni bir ahlak oluşturmak için didinen lakin hakikat ile hiçbir somut bağı olmadığı için ahmaklıkların ve ahlaksızlıkların en bayağılarını gerçekleştiren bir maymun. Darvınoğlu’nun eşi rolündeki ihtiyar kadın ise umutsuz ve bütün yaşamını istemeden bu karakterin tarihine endekslemiş zavallı bir kadın. Aslında Darvınoğulları cinslerinin mahvettiği çaresiz ama omurgalı halkı temsil ediyor bu kadın. Tüm ömrü başına bir evlilik bağı ile bela olmuş bu adamın pisliklerini temizlemek, onun bayağılıklarına katlanmakla geçiyor. Yaşamındaki bütün acı kavşaklarının başrol oyuncusu Darvınoğlu. Torunlar ve torunlardan birisini öldürecek ülkücü delikanlı ise, Darvınoğlu ve onun eşi arasındaki çarpık ilişkinin sonucu olan gençler. Yani halkın Modernizmle kaynaşmış görüngüleri. Bu romanı okuduğumda öylesine heyecanlanmıştım ki etrafımda defalarca bu romanı tartıştım, arkadaşlarıma okuttum, romanın misyoneri kesildim adeta. Bu nasıl bir tarih tasarımıydı ve bu adam koskoca bir tarihi nasıl bu şekilde özetlemişti? O eser Orhan Pamuk’un yerli diyebileceğimiz bir objektifle kendi tarihine baktığı son eseri diyebiliriz, sonrasında usulünü “Kara Kitap” ile geliştirdi. Tam Batının görmek istediği bir anlatım formuna erişti, olgunlaştı, en ciddi tartışma ve eserlerini de bundan sonra edindi zaten. Aynı usul Elif Şafak’ta da Mahrem romanına kadar görünür. İki yazarında bundan sonra yazdığı her metinde ciddi bir Modernizme imkan yaratma çabası görürüz. Ne konular, ne kişiler, ne anlatım, ne söylem, ne ideoloji artık bir yerli dimağın ötesine taşmıştır. Bu anlattığım dönemeçlerden sonra yazarlarımız Türk yazarından ziyade Modern birer yazar haline gelmişlerdir. Mesela “Kar” romanını ele alalım ki en önemli romanıdır Pamuk’un. Neden en önemlidir, ben bu roman ile Nobel’i aldığına inanıyorum. Siz öyle bir Kars tahayyül edebiliyor musunuz? Kars’a gidelim ve notlarımızı alalım, Pamuk’un anlattığı gibi bir Kars’ı anlatmıyor olacağız. Sizce Kars’ta yaşayanlar Pamuk’un romanda diyaloga girdikleri insanlar gibi midirler? Böyle bir Kars ve Karslılık yok. Bu roman Modernizmin Türkiye tipi ülkelerdeki imkanlarının sadece büyük şehirlerde değil, Türkiye’nin taşralarında da işler zeminlerinin olduğunu gösterdiği için önemlidir. Ve romanın konusu İslamcılık! Bu romanla Pamuk İslamcılığın şifrelerini bulmuş ve İslamcı bilinçaltının tüm verilerini öylesine ustaca çözümlemiştir ki şaşırırız? Türkiye’deki tüm İslamcıları bir araya getirin bu anlatının başarısının yüzde beşine ulaşamazlar, kendi bilinçaltlarını tanımlayamazlar. Ve ilginç olanı İslamcılık gibi Modern ve kente ait bir bilinç, Kars gibi bir taşrada çözümlenmiştir, metinde taşraya ait geleneksel tiplerden hiç biri yoktur dikkat edin, kahramanların hepsi modern varyasyonlardır, bu metin bir sosyal bilimci için en az Sessiz Ev kadar çıldırtıcıdır. Ben Orhan Pamuk’un Nobel ödülünü de “Kar” romanı sayesinde aldığını düşünüyorum.

-          Peki ya meşhur Tutunamayanlar, onda modernizme imkan yaratma kaygısı mı var. Çünkü anlattığınız darvınoğlu karakterine benzer özellikler gösteren kahramanlara sahip bir metin. Nedense aklıma birdenbire Oğuz Atay ve eseri geldi!

Çok güzel temas ettiniz, bu söyleşi Tutunamayanlardan bahsetmesek yarım kalırdı. Bakın Oğuz Atay ve Tutunamayanların derdi Modernliğe sunulmuş insan tipinin çaresizliği ve bu tipteki farkındalıktır. Oğuz Atay Modernliğe imkan tanınmışlıkla alay eder, bu yüzden karakterleri tarihli ama tarihsiz, kudretli ama aptal, zeki ama dengesiz, çok sorgulayan ama sorguları işe yaramayan, sürekli benlik arayışında olan ama hem benliği bulamayan, bulmaya çalıştıkça da ironik bir kişisizliğe  bulanan bir zavallılar yığınıdır. Oğuz Atay modern bir metin ortaya koymuştur, daha doğrusu postmodern bir metin ortaya koymuştur çünkü Modernin yıkıcılığını modernin usulleri ile betimlemiştir. Romanın tipolojisine dair önemli bir unsure Oblomov-Oblomovluktur ki Oblomov Tutunamayanlardaki kahraman tipinin Rus romanındaki karşılığıdır. Oğuz Atay romanında bir Oblomovlaştırma faaliyetine girişmez, onun derdi Oblomovlaşmışların halini ortaya koymaktır.

-          Ya Elif Şafak? Elif Şafak’da da bizim görmekte zaafiyet gösterdiğimiz bir ustalık mı var?

Elif Şafak, Orhan Pamuk’un yaptığını biraz daha acemice yapıyor. En çok satan romanı Aşk’ı ele alalım. Tamamıyla Batılıların havsalasına hitap eden bir Sufizm, bir Mevlana ve Tasavvuf hikâyesi! En garip olanı Elif Şafak’ın romanda tasvire yeltendiği aşk ile Sufilerin algıladığı aşkın başkalığı! Siz romandaki Mevlana ya da Şemsin gerçekten yaşamış olabileceğine inanıyor musunuz? Aşk romanı Türkiye’ye, Türk kültürüne, yerelliğe ait bazı ana doneleri Modernizme adapte etme görevi üstlendi. Tasavvuf hakkında yazılan romanlara bakın? Romanların kahramanları hep batılı ve Egzotik bir merakla Mistisizm arayışına giriyorlar. Doğuya bir yolculuğa çıkıyorlar, güya Doğuluların irfanına vuruluyorlar, Mevlanaları, İbni Arabileri okuyor, mest oluyorlar. Ama sufi olmuyorlar, bu tanrıya yaklaşma için, göklerin kapılarını çalmak için çıkılan bir yolculuk değil, ana dert Modern kişinin bunalımını hafifletecek bir çeşni bulmak. İslam irfanının kurumlarına mistik birer ayrıntı muamelesi yapıyorlar, Aşkı abideleştiren adamlar batılı mistik meraklara çerez oluyor. Bunu Müslüman ismi taşıyan yazarlar yapıyor, Moğol ordusunun yapamadıklarını Modernizme imkan tanıyan bu insanlar yapıyorlar.

-          Batılı’lar doğal olarak hep bu Batılı merakla yazıyorlar romanlarını, neden Elif Şafak gibi bir çok satan hanımefendi yazınca, onu Moğol ordusuyla teşbih ediyoruz?

Anlamamız gereken şu, onlar Batılı oldukları için böyle çalışmalar yapacaklar, başka tip çalışmalar zaten yapamazlar. Sonuçta onlar baştan aşağı Modernliğin kodladığı ve Moderndışı unsurları, hele de bu unsurlar Din ağacının gövdesinde filizlenen unsurlarsa çok ama çok zor çabalarla anlayabilecek insanlar. Garip olan İstanbullu, Konyalı, Ankaralı, Çanakkaleli insanların böylesi usullerle böyle bir çalışmaya girişmesi. Tüm çabaları Avrupa ve Amerika’daki Modern yayıncılar, eleştirmenler, gazeteciler benim romanımı, filmimi muhatap aldığında bana ne gibi bir aferin çekecek. Bu insanlar Modernizm’in kompradoru ve tüm zekalarını, emeklerini, çabalarını bu kompradorluk için harcıyorlar. Düşünün, o Modernlerle kaynaşma çabasında olan Türkiyeli elitler İslam’ın tek ordusu olan Yeniçeri ocağını ve o peşinde koştukları aşkın! ocağı olan Bektaşi tekkesini, tüm Melamileri yok ettiler. Zamanla o irfanın bütün eserleri dışlandı, bütün tekkeler kapandı, insanlar için manevi birer depo olan bu ocaklar müzeye dönüştürüldü, o irfan sanki şeytanın nefesiymiş gibi her yerden dışlandı. Modernizm’in üzerlerinden bir silindir gibi geçtiği ilk insanlar sufilerdi, vahşice yok edildiler, mirasları yok edilebildiği kadar yok edildi, edilmediği yerlerde ise tarihleri, varlıkları, toplulukları manüple edildi, dönüştürüldü. Bakmayın bu konuda Japonlar ve biz dünyanın en karanlık tecrübesine sahibiz. Biz İslam gibi korunaklı bir mağaraya sığındığımızdan direnebiliyoruz, onların öyle bir mağarası olmadı. Son Samuray filmindeki bir sahneyi hatırlayın, hani batı tipi yeni japon askerleri sokakta bir samurayın geleneksel şekilde bağlanmış saçlarını alayla, itibarsızlaştırarak keserler. Samurayın yalvarmasına, çektiği acıya verdikleri tek cevap kötü adam kahkahalarıdır. Bu sahne Modernite ile ilişkinin başladığı anın resmedildiği bir sahnedir. Modernizm öyle bir beladır ki sizi ya imha eder, ya da bir alay konusu… Size ancak kendi meşru ölçülerinde kendinizi tanımladığınıza varlık ve ifade imkanı verir. Orhan Pamuk ve Elif Şafak gibi edebiyatçıların açmazı romantizmleri olacak. Özellikle Orhan Pamuk’u nostalji tutkusu kötü derecede sarsacak. Elif Şafak ise şahsi çelişkilerini gereğinden fazla edebiyat malzemesi yapma konusundaki direngenliği karizmasını eninde sonunda sarsacaktır. Çok farklı bir eser yazması gerekiyor. Dışarıda tanınan Türkler açısından en şanslısı Nuri Bilge Ceylan.

-          Neden?

Nuri Bilge Ceylan’da Uzak filmine kadar eserlerinde yerli görüngülere rastlayabileceğimiz bir sanatçıydı. Uzak Filmi ile İstanbul gibi bir alanda tamamen depresif, çatışmacı, çarpık bir postmodern ilişkiler yumağını Batılılara sundu. Filmdeki İstanbul’a bakın, tanımakta zorlanırız; Paris’in, Londra’nın o renksiz ve kimsesiz içedönükçülüğünü kopyalamıştır sanki yönetmen Uzak filminde. Senaryo ilginçtir, başroldeki fotoğrafçı bir Oblomovdur, emelleri, kayıpları, yalnızlığı, hatırsızlığı arasında sıkışmış zavallı bir adamdır, İstanbul onun zavallılığı ile tasvir edilir filmde, filmdeki İstanbul o zavallının İstanbuludur. Uzaktan gelen ve yardımını dileyen, samimiyeti, ifadeleri, aptallığı, ümitvarlığı ve hayalciliği ile klasik bir Anadolu çocuğudur, direnir, yalvarır, aranır hatta dilenir ama fotoğrafçı onu dışlar, hakir ve küçük görür, etrafında bir varlık alanı açmak istemez. Köylü çocuğun kullandığı sigara bile Fotoğrafçı açısından içilesi değildir. Fotoğrafçı amiyane tabirle çocuğun elinden tutmaz, çocuk bir gece sessizce çeker gider, Fotoğrafçı o kaba, çetrefilli ve çarpık yalnızlığı ile baş başa kalır. İlginç olan yönetmen köylü çocuğun dünyası ile İstanbul’da karşılaştığı dünyayı öylesine acayip resmetmiştir ki izleyici zaten köylü çocuğu o dünyaya layık görmez, filmin sonunda izleyicide “iyiki gitti” havası hakim olur, Uzak dediğimiz şey budur işte… Fotoğrafçı çocuğa uzaktır, çocuk fotoğrafçıya, fotoğrafçı ve çocuk İstanbula uzaktır, Film ise Türklere ve doğululara… Filmin yakın olduğu tek yer Paris’in zemini şarapla yıkanan kültür sanat ortamlarıdır.  Oysa İstanbul doğulu ve her daim şen şakrak ve karakterleri batılılardan çok çok daha farklı olan bir heyuladır. Ben İstanbul’a kapalı renkli gökkuşağı derim çünkü her zaman geleneğe meydan gösteren, ifade tanıyan bir imkan sunar ve ne kadar uğraşsanız da tamamıyla modernleştiremezsiniz. Filmlerdeki ilişkiler, sokaktaki, evdeki ilişkilerimize benzemez. İklimler filminde gelenekten zerre iz bulamayız çünkü karakterler de tamamıyla Türkiye’nin modernleşmiş sınıfı, akademisyen ve sanatçılardır. Nuri Bilge bu filmde kendi çevresel krizini Batılılara sunar ve sunumda çok da başarılı olur. Üç maymun filmi tam bir kepazeliktir, bir ihanettir. Bu filmde Nuri Bilge Postmodern çatışmanın ve doğurduğu insansı çarpıklığın Türk avamını –ki avamın gelenekle bir bağı mutlaka vardır- tamamıyla kapsadığını, Türk avamının Modernizmle ilişkisinde koordinasyon kurmakta artık sıkıntı çekmediğini tüm insanlığa gösterir. Geleneğin bir tohum gibi korunduğu aile müessesesini çarpık bir anlatımla geleneğe karşı kullanır. Geleneksel aile bile Modernleşmiştir bu anlatımda, duygular gitmiştir, aile bir mekanizmaya dönüşmüştür, herkes para adlı tanrıya bir değerini sunar. Baba hapse girer, karısının patronu ile yatmasına ses çıkarmaz, kadın kocasının patron ile yatar oğlu bunu bilir ama babasının patronunun verdiği para ile bir araba alır ve bu sessizliği için yeter ve bu sessizliğe gömülen alt sınıf bir Türk ailesidir. Bir batılı göz bu manzarayı seyretmekten hayatının en büyük hazzını alır çünkü bu onun için bütün yönleri ile tamamlanmış bir fethin manzarasıdır. Bir zamanlar Anadolu filmi de Orhan Pamuk’un Kar romanının muadilidir ve bu film Kırıkkale’deki bozkır insanlarının bile artık postmodernizmi emebilecek bir olgunluğa eriştiğini gösterir… Bir sahaftan bir roman almıştım yıllar önce, yazarını hatırlamıyorum ama araştırsak romanı bir yerlerden bulabiliriz, belki benim Ankara’daki kütüphanemin bir yerlerindedir. Bir Batılının Türkiye hakkında yazdığı bir romandı, adı “Süleyman’ın Ağaçları”… Karanlık, iç bunaltan, korku romanı gibi bir romandı ve bir Türk köyündeki cinayeti anlatıyordu. Hatta “Acaba Nuri Bilge filmini kurgularken bu romandan etkilendi mi?” diye düşünmüştüm Bir Zamanlar Anadolu’da yı izlerken. Aynı biçimsizlik, aynı Modern duygusallığı iki eserde de yaşadım. Şahsım adına ilginç deneyimlerdi. Mesela yıllar önce, Almanya’da yaşayan Türk yönetmen Fatih Akın’ın meşhur filmi “Duvara Karşı” Avrupa’da Altın Ayı olmak üzere birçok ödülü alınca çok heyecanlandım. Filmi büyük bir iştahla izledim ki üniversiteyi yeni bitirdiğim, modernite ve imkanları üzerine okumalar yaptığım bir dönem. Bizim için Almanya’da, Avrupa’da, yaşayan Türkler, üzerlerinde çok fazla ciddi araştırma ve edebiyat eserleri ile durulmasa da çok önemli bir konudur çünkü Türkiye’de yaşayan hemen hemen herkesin bazı yakın akrabaları bu Türklerdir. Bu Türkler açısından en büyük sorun Avrupalılaşma, bu Türklerin üzerine incelemeler yapan, onların sosyal hareketlerini gözlemleyen Avrupalı bilim adamları ve politikacılar için de en büyük sorun bu Türklerin entegrasyonudur. Avrupalı bir Türk’ün Anadolu geleneği ile mutlaka bir bağı vardır, Avrupalılaşmaya karşı bütün imkanlara set çekmiş bir aile yapısı, gelenekten uzaklaşmanın oluşturacağı çarpıklıkların farkında olan çaresiz işçiler ve entegre olun! diye başlarının etini yiyen politikacılar ve medya mensupları. Çünkü Avrupa kendi bünyesinde Moderndışı tavırları sürdüren dev bir insan kitlesi arzulamaz, Avrupa’nın biz gibi tahammül genişliği yoktur. Fatih Akın bu cendere içerisindeki insanların ahvalini basit bir pornocu Türk kızını başrole koyarak ve istisna bile olması zor bir kurgu üzerinden usta bir yönetmenlikle Avrupa’ya sundu. Avrupa’nın hayalindeki Avrupalılaşmış Türk insanı, Avrupa için ideal Türk insanı prototipini ustaca anlattı. Ayrıca gelenekçi işçilerin çocuklarının Avrupa modernliği için nasıl zeminler haline geldiğini muhteşem bir sanatsal dille tüm dünyaya gösterdi. Almadık ödül bırakmadı, dünyanın sayılı yönetmenleri arasına girdi. Türkiye’deki medya ise bir Türk! yönetmenin Avrupalılarca! nasıl teveccühle anıldığını, ödüllere boğulduğunu öve öve bitiremediler? Film sanatsal değeri çok yüksek olduğu için değil, Modernliğin nasıl bir zeminde tecessüm edebileceğini gösterdiği için muhteşemdi! Değindiğimiz gibi, başrol oyuncusunun seçimi de ayrı bir enstantaneydi. Hani başta eleştirmenlere değindim ya, bize bu filmleri öve öve bitiremeyen ya da filmlerin ardındaki sosyal bilimsel hakikati okuyamayan tipler, zaten Modernizmin mekteplerinde, geleneğe dair hiçbir formu, algıyı, hakikati bilmeden yaşamış tipler… Neye hizmet ettiklerini, neye sahip çıkıp çıkmayacaklarına karar verememiş tipler. Ha bilenleri var mı, istikametleri sabit onlarcası var. Onlar zaten amiyane tabirle şeytanın arka ayağı. Batılı ödül dağıtıcılardan kat kat daha hain tipler.

-          Yani bu insanlar bu eserleri kötü niyetlerle mi hazırlıyorlar?

Hayır, ne demek, bir kötü niyete, bir komplo ve entrika mantığına sahip değiller, burada komplocu olan modern tarihin kendisi; ama şunu diyebiliriz, bu sanatçılar kanıksadıkları gerçeği roman ve film şeklinde açığa vuruyorlar. Bu insanların, yani Türk aydınının nasıl bir dünya ve insan tasavvuru olduğunu öğrenmemiz için bu eserler en iyi kaynaklar. Batı ve çelişkisi ile olan ilişkimizin aynaları! Batı 11 Eylül’den sonra Türklerden modernliğe imkan yaratmalarını istemedi, daha doğrusu, Batı Türklerden hiçbir zaman Modernlik üretmesini istemedi ama ürettiği Modernliğe Ortadoğu’da hazırlanacak zeminlerin, imkanların Türkler tarafından üretilmesini istedi. Bunun için önce Türk aydınının ve Türk sanatçısının ödüle boğulması, dünya üzerinde popüler edilmesi gerekiyordu. Türklerin gerek teknik, gerekse muhteva olarak insanlığa hitap eden eserler üretebilmesi gerekiyordu ve 2000’li yılların başından itibaren Türkler bu olgunluğa eriştiler. Başta Türk şarkıcılar, ardından edebiyatçılar ve sinemacılar, önce Orta Doğu aydınını sonrasında da klipler, şarkıcılar ve diziler vasıtasıyla da Orta Doğu avamına modernleşme zeminlerini hazırladılar. Çünkü Batının klasik Modernleşme usulleri İslam dünyasının sadece elitlerine nüfuz ediyordu, kontenjanı kısıtlı okullar, burslar toplumun tümünü dönüştürmeye yetmezdi ve bu şekilde bir toplum dönüştürülmeye çalışsa gerek altyapı, gerek ekonomik olarak ciddi bir risk içeriyordu. Halklar 11 Eylül öncesine kadar ABD ve Avrupa’dan gelen her şeye temkinli yaklaşıyor, her türlü eylem, söylem ve yayını kafir yayılmacılığı olarak görüyor ve elinden geldiğince reddediyordu. Lakin her zaman karizmatik gördükleri ve İslami kimliğinden sıyrılmamış Türklerin ürettiği ve yaydığı söylem ve eyleme, Bir Amerikan ya da bir Fransızın üretip yaydığı söylem ve eylem gibi yaklaşamıyordu ve Müslüman kardeşinin ürettiği imkanın şekli, diğerlerinin ürettiği imkan şekline gore daha masumdu. Türk dizilerine, Türk filmlerine bir pazar imkanı yaratılıp Arap dünyasında popüler edilmesinin sebebi budur. Normalde sokaktaki bir Türkün gündeliği ile alakalı olmayan bu kurgular şu anda Ortadoğu’nun en çok takip edilen, benimsenen ürünleridir. Türklerin dizilerdeki toplum formu yaşanası, meşru bir form olarak sabah akşam ailelerce izlenmekte, başrol karakterleri kahraman olarak benimsenmektedir. Bu dizilerin, filmlerin ve benzer donelerin her biri “Türklerin başardığını siz de başarabilirsiniz” telkinidir. Bu önemli bir konu eğer içine girersek çok dağılırız…

-Şunu da sorayım, burada bir algı problemimi var, yani bizim aydınımız! Başına ne geldiğinin farkında mı değil? Batı karşısında bu çöküşün farkında olup, buna tedbir niyeti ile düşünce, fikir, tasarım üreten aydın ve sanatçılarımız olmadı mı?

Öncelikle, Lale devri ile beraber Batılılaşma içselleşmeye başladı, tedrici olarak Medrese ve Kışla dışındaki bütün elitler varlık gücünün, varolabilme ve mücadele edebilme gücünün bir batı varyasyonuna dönüşmek ile kaim olabileceğini kanıksadılar. Zamanla medresede de bu algı hakim oldu, bu algının bir türlü yerleşemediği kurum olan Yeniçeri ocağı ve Bektaşi tekkeleri yok edildi. Aslında bu yok ediş ve zorla dönüştürme süreçleri de elitlerin Batılılaşmayı kanıksayışının bir tecellisiydi. Benim hep şaşırdığım şudur, özellikle Osmanlı bakiyesi olan Cumhuriyet yazarlarına baktığımızda her biri büyük birer sanatçı olan bu yazarların önemli eserlerinin aslında birer Batılılaşma eleştirisi olduğunu görürürüz; onlar Modernleşmenin nüfuz alanını her geçen süreçte artırmasından ve özellikle birey ve ardından aileyi dönüştürmesinden kıyasıya rahatsızlardır. Mesela Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kiralık Konak’ında, Reşat Nuri Güntekin, Yaprak Dökümü’nde , Safveti Ziya, Salon Köşelerin’de (bu metin Cumhuriyet öncesi bir metindir ama muhtevası açısından saydıklarımızla özdeştir) Peyami Safa, Fatih Harbiye’sinde ve sayabileceğimiz bir çok örnekte hepsi modernitenin imkan bulduğu ailelerin çarpık tutumlarını tasvir ederler. Garip olanı bu garabetin farkında olmalarına rağmen ortaya “olması gerekeni” koyamamalarıdır! Bunun bence iki sebebi var! Birincisi; bu yazarlar geleneğin farkında olan, geleneksel ortamlarda yetişmiş ve bu yüzden karşılarındaki manzarayı çok iyi çözümleyebilen birer zihne sahiplerdi. Lakin aynı zamanda bu yazarlar sınıfsal olarak aristokrat, aileleri bürokrasi ile içli dışlı, geleneği bilmekle asıl eğitimlerini batılı kurumlarda alan ara formlardı. Yıkıcılığı görselerde bu yıkıcılığı moderniteden ziyade Yeni Türk İnsanı’nın maymun iştahlılığı ve özentici karakterine bağladılar. Yani gelişme, refah, aydınlanma, kalkınma için modernleşme şarttı ama bu modernleşmeyi beceremeyen zavallı Türk insanıydı. İkincisi de yaşadıkları dönem politik olarak devletin bütün gücü ile bakiye bütün kurumları ve toplumu şaşılası bir azimle modernleştirmeye çalıştığı bir dönemdi ve devletin o dönemde gelenekçi-dini müdahaleleri öneren bir aydını dinlemesi bir yana, onun faaliyetlerine tahammül etmesi dahi mümkün değildi. Bu bağlamda aynı zamanda bir çoğu bürokrat olan bu yazarların devletin resmi ideolojisinin önerdiği çözümler dışında çözümleri önermeleri de olanaksızdı. Zaten sonrasındaki süreçte bu tip aile merkezli modern konumlanmaları eleştiren eserler yazılmayı bırakıldı. 1960’lardan sonar kimi İslamcı yazarlar bu tip eserler telif ettiler lakin bu eserler metin niteliği açısından çok zayıflardı ve Modern tutumlara karşı genel bir tavır almaktan ziyade bir çoğu Müslüman kişi veya yığınların modernite ile uyuşarak yaşayabileceğini ama dindarlığından taviz vermemesi gerektiğini vurgulayan ideolojisiz metinlerdi. İslamcı romancının metinleri moderniteden ziyade Modernitenin çarpıttığı insan tipini hedef alıyordu ve ideolojik bir akımdan ziyade bir roman furyası oluşturdular.


-          Şunu sormak istiyorum, halk bu sanatçı ve eserlerine çok büyük ilgi gösteriyor. Elif Şafak’ın pembe kitabı, hayatında ilk okuduğu roman olan milyonlar var. Masumiyet Müzesi, ilk baskısında yüz bin basılmıştı, şimdi onuncu baskıda, üstelik kitabın fiyatı da, dört kişilik çekirdek bir ailenin on beş günlük ekmek ihtiyacına muadil. Ayrıca örnek verebileceğimiz diğer eserler… Bunu toplum Batı zihnini kendi zihnine kopyalamaya çok hevesli diye mi algılamalıyız?

Bakın bu bir kandırmaca! Halkın bu sanatçılara ilgi göstermesinin sebebi avamlıklarını bastırmak, sanki girift bir kurgu ve güçlü bir dile sahip bu eserlerden anlıyormuş görünerek kendilerini sınıfsal olarak başka bir konumda hissetmek. Bu tip eserleri kolaylıkla okuyan ve anlayan insan sınıfı bellidir. Sonuçta bu kişiler dünyanın en büyük dağıtımcıları ve yayıncıları ile çalışıyorlar ve eserlerinin ticari değeri çok yüksek. Şüphesiz halk kitlelerinin karşılaşmaktan haz aldığı unsurların da olduğu eserler ama unutulmasın ki sanatçılar bu tip eserleri en başta batılı eleştirmenlerin beğenisi için yazar. Hem bakın biz bu eserler kalitesiz ya da ilgi çekmeyecek eserler demedik. Bizim derdimiz bu eserlerin tasvirlerindeki ayrıntılara bakmak, şeytan yakalamaya çalışıyoruz. Ayrıca bu eserlere dair sürekli bir medya desteği var, her geçen an popülerlikleri artan, reel birer reklam malzemesi olan insanlardan bahsediyoruz. Bu bir propaganda savaşı ve avamın medya ile olan çarpık ilişkisi bu sanatçıların gücüne güç katıyor. Medya bu imkanın yumurtalığı diyebileceğimiz zemin. medya kamuyu bilgi sahibi yapmak için değil, kamuya yalanı ve her türlü çarpıklı hakikat diye kanıksatmak için vardır.  Ve zaten avamda hakikate değil manüplasyona düşkündür. Mesela geçenlerde İstanbul’da, Boğaziçi üniversitesinde bir Orhan Pamuk ve Umberto Eco buluşması olacağı ve bu ikilinin kurgu ve tarih üzerine bir söyleşi yapacağı duyuruldu, acayip bir medya kampanyası… Söyleşi internet üzerinden yayınlandı, kimi aydınlar bu buluşmadan garip bir gururla bahsettiler, sanki dünyanın en büyük kültür buluşması gerçekleşiyordu? Buluşma gerçekleşti ve ortaya aslında ciddiye alınabilecek bir fikir ya da bütün düşünceleri alt üst eden bir entelektüel tasarım çıkmadı. Bir de oturup “insanların çoğu aptaldır” gibisinden bir laf ettiler. Yani modern aydın, moderniteyi üreten aydın zaten avamın modernlik derecesinden memnun olmaz. Neden Pamuk ve Eco buluşması? Eco herhangi bir yazar değildir ve onun herhangi biri olmayışının sebebi Avrupa’nın tarih algısını modernizm lehine yönlendirmiş büyük düşünürlerden biri olmasıdır. Faucault Sarkacı ve Gülün Adı en önemli eserleridir, muhteşem metinler, muazzam ama hain bir tasarım! Faucault Sarkacı’nda yazar Hıristiyanlığın evrimini okuyucuya izletir, romanı okudukça (Batıl) Hıristiyanlığın Modernizm karşısındaki yenilgisinin kaçınılmaz olduğu vurgulanır, modernite nihai sondur, Hristiyanlık karanlığı ve belirsizliği temsil eder, modern ise kesin bilgilerle donanmış özgür beynin aydınlığını! Gülün Adı çok daha önemli bir metindir, Eco’ya uluslar arası ününü kazandırmıştır. Eco Hıristiyanlığı ve onun yürütücü alimlerini (keşişlerini) skolastik dünyanın göbeğinde bir manastırda olabildiğine puslu, karanlık, zavallı ve entrikalarla dolu bir düzenek olarak tasvir etmiştir. Bir yanda baştan ayağa yobazlığa batmış, algı zavallısı, akılsız keşişler, diğer tarafta Aristo’nun gülmeye dair bir eseri. Yobaz keşişler öyle aşağılık adamlardır ki (!) Avrupa halkları aydınlanmasın, Hıristiyanlık öncesi Avrupa’nın en önemli birikimi olan Antik Yunan felsefesini keşfetmesinler diye Yunan klasiklerini dehlizlerle, labirentlerle çevrili mahzenlerde saklamışlar, bu eserler bulunursa okuyan ölsün diye de sayfa kenarlarına zehir sürmüşlerdir, hani insanlar kitap sayfalarını karıştırırken kolaylık olsun diye parmaklarını dilleriyle ıslatırlar ya! Otomatikman parmak zehri sayfadan alıp dile ulaştırır. Soruşturma sürecindeki tasvirler, engizisyon yetkililerinin tavırları, bu muazzam metindeki her şey ama her şey Hıristiyanlık aleyhineydi. Romanın sonunda yok olan bir engizisyon ve yanan koca bir manastır. Romandan uyarlanan filmin son sahnelerinden biri çok ilginçtir, Sean Conery kucağında bir baba şefkati ile taşıdığı Yunan klasikleri ile yanan manastırdan kurtulur. Bu kucağı kitapla dolu kaçış, Hıristiyan aklından modern akla kaçıştır. Fazla uzatmazsak işte İtalya ve Türkiye’nin baştan aşağı Modernite imkancısı iki yazarını getirip konuşturdular ve konuşmadan da bir şey anlaşılmadı, ortaya bir şey çıkmadı, insana ve onun dertlerine dair hiçbir cümle sarfedilmediği gibi bir de yazarların beyanıyla insanlar “aptal” yerine kondu. Bu konuşma büyük buluşma diye günlerce anons edildi, duyuruldu, kampanyası yapıldı. Modern iletişim kurum ve araçları kendi ideolojilerinin propagandasını en yetenekli şekillerde gerçekleştiriyorlar. Yoksa avamın teveccühü bu mevzuları kıyaslarken baz almamız gereken bir unsur değil. Avamın teveccühü hakikatin şeklini belirlemez.


-          Bir İran filminden bahsettik en başta, mesela Cafer Pehani ve Abbas Kiyarüstemi örnekleri var. Bunlar da bahsettiğiniz örneklerin türevleri midir?

Hayır, bu kişiler İran toplumundaki çarpıklıkları ve köşeye sıkışmış insanların öykülerini anlatıyorlar. Bizdeki Zeki Demirkubuz veya Yılmaz Güney örneğindeki gibi. Dert yerli, dil, söylem, kahramanlar, çarpıklık, çözümsüzlük veya çözüm yerli. Onların eserleri ile az önce bahsini ettiğimiz kişilerin eserleri ve usulleri çok farklı. Her aykırılık Modernizme imkan sağlama çabası olarak algılanmamalıdır. İran örneğinde Bahman Gobadi örneğine dikkat etmemiz gerekir, Mısır’da aynı konumda ünlü ve gelmiş geçmiş en yetenekli yazarlardan olan Necip Mahfuz dikkat etmemiz gereken bir örnektir. Günümüzde gerek sokak, gerek akademi Modernite imkancılarını klonlamaktatır, Batıdışı coğrafyada her geçen gün yeni örnekler ile karşılaşacağız, dolayısıyla her örnek üzerinde konuşabiliriz lakin bu çok hacimli bir konuşma olur.

-          Peki, bu tüm zekalarını, emeklerini, çabalarını modernizm kompradorluğu için harcayan kitleye karşı, ne öneriyorsunuz, dermanımız nedir?

Şimdi karşımızdaki bir sorun, Türkiye’de dediğim gibi tartışılmayan, tartışılamayan bir sorun ve önümüzde popülerlik gibi bir bela ile çıkan bir sorun. “Sanatçıların modernizme İmkan yaratma sorunu?” Bu Türkiye’deki akıl mevzuna dair en büyük sorunlardan biri ki belki de politik-tarihi sorunlar yumağımızdaki karşılığı ve etkisi Kürt sorunu kadar büyük bir sorun. Ve somut bir sorun değil, soyut bir sorun, bir düşünce ve anlam bunalımı sorunu. Dolayısıyla yapmamız gereken tek şey modernizme tanınan bu imkan ve eserleri eleştirmek, modernizme imkan tanımayan yeni eserler oluşturmak. Bu eserlere kutsal kitap muamelesi yapan insan yığınlarına bir farkındalık oluşturmak, ne ile karşı karşıya olduklarını anımsatmak. Daha da önemlisi, şunu unutmamak zorundayız. Modernizm evrensel bir fitne, efendimizin asm dünyanın sonuna dair ümmetine sunduğu bütün verilerde bahsettiği o Deccal fitnesi. Dolayısı ile Eskatolojik değeri olan ve dünyanın sonunu hazırlayan bir etmenden bahsediyoruz. Bizim gücümüz bu fitneye karşı sadece uyarıcı olabilmeye yeter, çünkü bu baş edilebilecek bir kriz değil, bir farkındalık uyandırmak yeterli bir eylem olacaktır. modernite mevzusu açıldığı zaman olayı bir Medeniyet çekişmesi şeklinde algılayan ve buna gore söylem ve eylem geliştiren bir muhafazakar aydın kitlesi mevcut. Geçmişte, önemli düşünürler olan Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, İsmet Özel gibi Müslüman entelektüeller bir medeniyet kaygısı ile hareket ettiler, dertleri modern medeniyetin karşısına Müslüman bir Doğu medeniyeti dikebilmekti. İslamcı aydının Osmanlı vurgusunun altyapısında da bu kaygı vardı. Anlayamadıkları şu oldu: Modernizm bir medeniyet değildi, tam tersi medeniyet öğütücü, medeniyetler üstü, antimedeni amorf bir yapı idi. Modernizm karşısına dikebileceğiniz tarihsel bir model yoktu, Batı dışı dünyanın en kudretli örneği olan Osmanlı İmparatorluğu dahi son ikiyüz yılını modernitenin bir varyasyonu olmak için harcamıştı.  Yeniçeri Ocağına atılan ilk topun fitili ateşlendiği anda ortada Osmanlı bir medeniyet olarak tanımlanma şansını dahi yitirmişti. Son olarak, tarih boyunca “İslam Medeniyeti” diye bir şeyde olmadı, Medine’de geçirilen 13 yıl ütopik ve şaşına asla yaklaşılmayacak bir dönemdi ve bu dönem baz alınarak bir tarih ve toplum tasarımı inşa edilemezdi. Zaten tarih ve toplum tasarlamak modern bir tutumdu, İslamcılık denen İslam’ın antikültürü heyulayı oluşturan şeydi. İslam yapısı itibarı ile yığın üzerinde tecelli edebilecek bir kuramlar bütünü değildi, bir dindi ve dinlerin gayesi de toplum inşa etmek değil, bireye müminlik imkanları sağlamaktır. Bakın “Mümin” İslam Medeniyeti dediğimiz şeyin ta kendisidir. Dolayısı ile Modern entellektüelin kuramcılığı ve tasarımcılığı dinin imkanlarına alan hazırlamaya yetmediği gibi, bu imkanları oluşturanlara da vakit ve enerji kaybettirdi. Dolayısı ile mücadele demeyelimde, farkındalığı canlı tutmanın tek yolu Kuran ve Ehlibeyt hakikatinin canlı tutulması ve alınacak her türlü gündelik ve evrensel tavrın dinin temel verilerine gore alınmasıdır. Belki buna çabalayarak Toynbee’yi haksız çıkarabiliriz?

-Toynbee’yi haksız çıkarmak!

Üniversite’de kimi hocalarımız Toynbee’nin bir sözünü öyle bir övgü ile tekrarlardı ki, aldıkları haz bana garip bir utanç verirdi. Toynbe “Batı medeniyetinin en büyük eseri Türkiye Cumhuriyetidir.” Bu ne demektir biliyor musunuz? Tarih Modernizmi bütün tasarımların üzerine çıkardı, çünkü İslam’ın batı ile karşılaştığı son karakter Osmanlı karakteriydi ve bu karakterin bir batı varyasyonuna dönüşmesi herhangi bir durum değildir. Düşmanınızı herhangi bir askerinize çevirmiş olmak, savaşmadan kazanılabilecek en büyük zaferdir! Bu kadar yeterli oldu sanırım.

-Teşekkür ederim!

-Ben teşekkür ederim.















Thursday, January 02, 2014

Modern ve Gelenek Arasında Said-i Nursi ve Usulüne Bir Bakış – Özkan Şahin ile Söyleşi



Uzun bir metin ama doyurucu olduğuna, daha önce yaklaşılmamış bazı hususlara yaklaşıldığına inanıyorum. Sosyal bilimciliğimin çıraklık devresinden çıktığım dönem ve kalfalık dönemimin ilk sorgusu diyebilirim. Söyleşimi dinleyen ve kabul eden emek ve adalet dostlarına ayrı teşekkürler ederken, söyleşimin özellikle geleneğin tasviri açısından önemli olduğuna inanıyorum. Ayrıca  yazımın günümüz nurcularının tavırlarıyla Said Nursi'nin tavırları arasında sağlama yapabilecek bir foya taşı konumunda olduğunun da farkında olarak söyleşimi beğeninize sunuyorum.
...

Özkan Şahin’le Said-i Nursi ve Risale-i Nur bağlamında gelenek meselesine dair Mart ayı ortasında gerçekleştirdiğimiz ilginç sohbetin dökümü aşağıdadır. Döküm Özkan Şahin tarafından gözden geçirilmiş ve düzenlenmiştir.   

Modern ve Gelenek Arasında Said-i Nursi ve Usulüne Bir Bakış – Özkan Şahin ile Söyleşi
Said-i Nursi ve Eseri üzerine yapılan çalışmalar her geçen gün artıyor, bu çalışmalar arttıkça eseri ve kendisi hakkındaki olumlu ve olumsuz yorumlar ciddi bir tartışmanın parçalarını oluşturuyor. Şahsının ve eserinin etkisi, gerek sokakta gerekse akademide tazeliğini sürekli koruyan karizması, çağdaşı kişi ve eserlere göre çok üstün olan öğreti, söylem, anlam ve kavram üretebilme gücü, Said-i Nursi ve eserini bir kuruma dönüştürüyor. Modernite karşısında her geçen gün geleneksel refleksleri zayıflayan ve bunun ardından gelen krizle ciddi bir bunalıma düşen insan yığınlarına surları gelenekten bir kale öneriyor. Bizler bu konuşmamızda gelenek ve Modernite arasındaki krizin ortasında Said-i Nursi ve eseri ne öneriyor, bizim ne anlamamız gerekiyor bunu konuşacağız.
Said-i Nursi’yi tanımak için önce çağdaşlarını bir saysak iyi olur. Ziya Gökalp, Mustafa Kemal, Abdülhamit, Mehmet Akif Ersoy, Abdullah Cevdet var. Dışarıda Stalin ve Hitler var… Sartre var, Seyyid Kutub var… Sayabileceğimiz onlarca şahıs daha var ve listemizdeki kişilerin hepsinin hatıratlarına, eserlerine ulaşabiliyoruz. Böylece bu adamların çağlarından ne anladıklarını, ne gibi dertleri olduğunu ve bu adamların bu dertlerden hareketle toplumlarıyla ne şekilde yüzleşmiş olduklarını görebiliyoruz. Çağdaşların hepsinin amaçları toplumlarına ideal olanı anlatmak ve bunu da sadece anlatmakla kalmamak! Söylemin gerisinde ciddi bir eylem amacı ve tutkusu var, birçoğu başarılı da oluyor. Başarılı oluyor derken, söylemlerini eylem olarak gerçekleştirme fırsatı buluyorlar. Uygulamalar ayrı bir tartışma konusu ama şu açık ki bütün çağdaşlar kendilerini bir kriz ortamında görüyorlar. Çok ateşli tartışmalar sürüyor ve hepsinde Modernitenin sunduğu bilinç imkanları; bilme, anlama ve değiştirme tutkusunun kalemlerden taştığı ve kocaman toplumların deneklere, uçsuz bucaksız ülkelerin söylem ve ideal laboratuarlarına dönüşeceği tehlikelerin kol gezdiği bir evrensel ortam!
Önümüzde hadise şu: Geleneğin imkânlarını her geçen gün kaybettiği ve Modernizmin artık gündelik ve evrensel Osmanlı düşüncesinin katalizörü olmaya başladığı, bir krizle yüz yüze olduğunu bilen lakin bu krizi ne şekilde alt edeceğini bilemeyen bir aydın güruhunun acı ve umut arasında ülkelerini yenidünyaya uydurma serüveni… Avrupa’daki bütün örnekler krizlerini modernitenin farklı imkanlarıyla aşmaya çalışıyorlar ve bunu kısmen de beceriyorlar. Bu beceri Avrupalıya krizi savacak ve eski krizin etkilerini olabildiğince azaltacak yeni krizler üretme gücünü veriyor ve bu güç süreci şimdide bile sürmekte. Avrupa’da aşılmış ve amiyane tabirle hiç edilmiş bir gelenek var ve geleneğin Moderne verecek hiçbir cevabı yok. Osmanlı aydını bu cevapsızlığı Modernizmin ışıltılı gücü sanıyor, Premodern geleneğin zayıflığı hakkında sağlam bir düşünce serüveni olmamış ve her geçen gün Osmanlı topraklarında etkisini artıran Pozitivistler, Modernite karşısında söylem üretebilen İslam geleneğinin de Avrupa Hıristiyanlığının Modernite karşısındaki rolüne bürünmesini bekliyorlar. Modernite önce Lale Devri ile yönetici sınıfı dünyevileştiriyor, sonra bu dünyevileşmeye ideolojik tavır da koyabilen ve geleneğin aslında bir nevi kılıcı olan Yeniçeri ocağını yok ediyor. Ardından sıra İslam’a geliyor çünkü sürecin evrildiği noktada Modernite sonuna kadar açık bir imkan arenası buluyor. Bu sefer karşısına geleneği gelenek yapan temel kurumu, İslam’ı alıyor.
Aslında bu başlı başına ayrı bir tartışma konusu lakin biz bir cümle ile şunu belirtelim ki bizim Gelenekten kastımız İslam ve onun 1400 yıllık sürecinde oluşturduğu Kuran, Sünnet, Ehli Beyt, Âlimler ve bunların ardılındaki bütün kurumların İlahi manayı anlama konusunda ortaya koydukları vahiy merkezli bütün donelerdir. Böyle bir geleneğe sahip olan iki din var yeryüzünde. Yahudilik ve İslam! Bu yüzden Modern bütün tavırlara karşı refleks oluşturabiliyorlar, hayatın her yönünü kapsayan bir din. Özellikle İslam evrensel bir din olması sebebiyle Modernizmin insana dair bütün politik söylemlerine de karşı söylem oluşturabilecek güçte devasa bir geleneğe sahip. Osmanlı aydınları -ki çoğu dini eğitim almıştı- sadece Avrupa’daki tarihsel sürecin gelişimini Hıristiyanlık merkezinde okudular ve aslında bir geleneğe imkan oluşturamamış Hıristiyanlığın Modernite karşısındaki yenilgisini “dinin Modernite karşısında yenilgisi” olarak algıladılar. Oysa İslam ile Modernite karşılaştığında süreç farklı bir yöne evrilecekti. Dinle bağın kopmamasını savunan, ama Modernitenin de bir evrensel yetkinlik, insani kemalat muvazenesi olarak gören grupların bilinçaltında ise Modernizmin teknik oluşturma konusundaki gücü yatmaktaydı. Oysa İslam ve geleneği teknoloji ve ardılındaki “eşyalaşmaya” basit bir dünyevi olgu, bir gündelik araç olarak görüyordu. Gelenek için teknik yeryüzünün insan aklı ile birleşerek insana hizmet oluşturması demekken Modernite için teknik, insan gruplarının birbirlerine galebe çalabilmesi için açığa çıkmış ve insan toplulukları ve medeniyetler için bir üstünlük statüsü simgesiydi. Aslında Batıyı, Moderni muhteşem ve ideal kılan bu teknik gelişmişlikti çünkü Modernitenin insana teknik dışında sunduğu bir gündelik ve evrensel kolaylık yoktu. Çünkü Modernitenin ideolojisi doğum yeri olan batıda dahi insan gruplarının kıyasıya savaşımı, krizi ve acısı demekti!
Pozitivistler zaten tepeden tırnağa batılılaşmış birer unsurdular ve Müslümanlar için kriz sayılabilecek her türlü söylem, inanç ve durum onlar için “Medenileşme” macerasında başat bir dönüm noktasıydı. Peki Müslüman aydınlar neden Moderniteye dair bir karşı unsur değil de birer “görüngü” olarak aktörleştiler? Çünkü birçoğu teknik bir geri kalmışlığı geçelim, Medeni bir geri kalmışlığı da kanıksamışlardı ve Batı ile olan ilişkilerde tamamen bir red tavrından ziyade kimi konularda Batılılaşmanın zaruretinden bahsediyorlardı. Zaten bugün dahi Batılılaşma konusundaki temel kafa karışıklığı sürece ait birçok görüngünün aktör olmasından kaynaklanır. Kesin çizgilerler Modern ve Gelenekçi diye ayırabileceğimiz çok az insan vardır. Mesela bugün Sultan Abdülhamit, Ali Suavi, Mehmet Akif Ersoy, sonrasında Necip Fazıl Kısakürek birer Modern midir, yoksa gelenekçi midir, tartışmalıdır. Modernite bazen Geleneğin lügat ve söylemi ile kendine imkan alanı açmış olamaz mı? Bunların hepsi ayrı ve uzun birer tartışma mevzuu lakin biz Modern ile ilişkisi ve baştan ayağa gelenek olan dev bir şahsiyetten, Bediüzzaman Said-i Nursi’den bahsedeceğiz. Said-i Nursi’nin çağdaşlarından farkı nedir, onu şu anda bile tartışılıyor kılan ne?
Başlangıçta ismini saydığımız kişilerin çoğu ideolojileriyle beraber gömüldü gitti. Hiçbir etkileri kalmadı. Artık hepsi birer belgesel film donesi, tarihçiler için önem taşıyan birer unsur… Bütün savları çürüdü, ancak doğurdukları krizlerin etkileri kaldı. Ara ara isimleri çeşitli tartışmaların konuları yapılsa da kimse aktörleri oldukları süreçleri yeniden yaşamak istemiyor. Haklarında yapılan araştırma oranlarında gittikçe bir düşüş var, kitaplarının satış oranı her geçen gün düşüyor. Oysa her geçen gün Said-i Nursi ve eseri üzerine yeni bir tartışma başlıyor, yeni akademik çalışmalara şahit oluyoruz ve bu çalışmaların yoğunluk alanı Türkiye’den yurtdışına taşıyor. Bugün Sudan’dan Singapur’a, yeni araştırmacıların çalışmalarına şahit oluyoruz. Bizim şu anda yapacağımız söyleşi de bir biyografik söyleşi olmayacak. Bediüzzaman şurada doğdu, burada şöyle sıkıntılar esnasında bir eser verdi, şurada vefat etti… Bunlar basit bir internet araştırması esnasında birkaç dakikada edinebilecek bilgiler ve ortada bir Tarihçe-i Hayatı var. Bu eserde zaten yoğun teferruatla eserinin açığa çıktığı dönemlerini gözlemleyebiliyoruz. Öğrencileri ile yazışmalarından, mahkemelere sunduğu raporlara kadar… Bizim derdimiz Said-i Nursi Modernite ve Gelenek arasında nasıl bir yerde? Tüm krizlerin müsebbibi saydığımız Modernite karanlığında Geleneğe dair nasıl bir mum yakmış, elimizden geldiğince bunu anlamaya çalışacağız.
Şahsen ben Nurcu bir ekolden gelmiyorum, yani Said-i Nursi ve eseri ile kişisel çabalarım sonucu tanıştım, uzun zaman tetkik ettim ve etmeye devam ediyorum. Tabi bu şu demek değil, ben Said-i Nursi ve eserine Şerif Mardin’in yaptığı akademik muameleyi yapmıyorum. Sonuçta ben seküler bir insan değilim ve Risalelerin -ki iddiası zaten budur- imanımı ekmel bir hale yaklaştırdığını düşünüyor, onda bulduğum hakikatin iman ve düşünce şubelerime etkisini hissediyorum. Bir Müslüman olarak bundan da onur duyuyorum. Bizim gibi Nur okulundan gelmeyen fakat sonradan bu okulun talebeleri olmuş insanların yargılarını önemli buluyorum. Bu içeriye dışarıdan bir bakış özelliği taşıyor.
Genelimiz modern eğitim almış adamlarız. Hiç birimiz geleneksel eğitim almadık, bu tarihin bir cilvesi çünkü Modernitenin Geleneğe tamamen galebe çaldığı bir dönemde doğduk ve geleneğe dair bütün unsurlar bizlere ayrıksı, yabancı, uzak ve gereksiz göründü. Dine dair olan çoğu şeyin toplumun dışına itildiği ve dinin sadece aşağıda ritüelit, yukarıda ise bir belirleyici unsurdan ziyade belirleyicilerin bazı yönleri ile varlığına müsaade ettiği herhangi bir görüngü olarak kaldı. Etrafı irdelerken Tarihçiliğin, Sosyologluğun, Antropologluğun dehlizlerinin ötesine bakamadık ve dine dair bir konuyu dahi Modernizmin usulleri ile çözümlemeye çalıştık. Bu yüzden yargılarımızın çoğu dini yargılardan ziyade bilimsel yargılar olarak kaldı. İster istemez baskın bir körlükle, marjinal olanlarımızın gücü dahi “başımıza gelen krizin şekli ve sınırlarını; tanımlarını yapmaya çalışmaya” yetti. Bu sebeple bakın ciddi bir yargı kıtlığımız vardır ve başımıza gelenin ne olduğunu anlasak dahi çözüm üretme konusunda kabullenilmiş bir zavallılığımız vardır. Bu sebeple bulduğumuz çözümlerde daima bir krizi bitirse de yeni bir krizi başlatan bir söylem yumağının ötesine geçmez! Dolayısı ise Said-i Nursi’nin talebelerine bıraktığı en büyük miras usuldür. Çünkü gayesi olan imanı ve hakikatini Pozitivizmin saldırılarına karşı insanda içselleştirmek dini bir kaygıydı ve bu kaygı anca dinin 1400 yıl boyunca süregelen birikimi ile içselleştirilebilirdi. Bu yüzden eserini okuduğumuzda karşımıza 1400 yıllık birikimin bütün tavırları çıkar. Her yeni iddiasında bu iddianın amacı ve bu amacın rücusuna dair bütün akli deliller ortaya konur. Şahsi tecrübelerini asla es geçmez, önce bize krizin niteliğine dair manzaralar sunar ve yüzleştiği çağın herhangi bir çağ olmadığına dair yorumlarını belirtir. Aslında kendi hayatını tasnifi kendisi hakkında bilgi verdiği gibi, ideali açısından da ipuçlarını saklar. Bir insan neden yaşamını eski ve yeni diye ikiye ayırır?
Said-i Nursi ilk gençlik yıllarında İstanbul’da bulunduğu yıllarda şöyle bir insan: Avrupa’da gelişen siyasal akımlar var, mutlak monarşiler burjuvaziye karşı, halka, aydınlara karşı sürekli kan kaybediyor. Bir özgürlük ve dayanışma rüzgarı… Aynı süreci Osmanlı Devleti’de yaşıyor. Süreci biliyoruz, Meşrutiyet, 31 Mart Vakası… Bediüzzaman Hürriyet aşıklarının safında, faillerden, sözü dinlenen bir Alim ve genç yaşına rağmen projelere sahip birisi. Medresetüzzehra gibi bir projesi var ki bunu Doğu’nun irfani varlığı için elzem görüyor ve çeşitli kapılardan yardım istiyor. O süreçte varlığını koruma kaygısı ile bu kaygıya dair tedbir oluşturabilecek projeler haricinde başka projelerle ilgilenmeyen devlet tarafından projesi gerekli ilgiyi görmüyor. Bugün doğudaki çeşitli sıkıntıları gördükçe aslında bu medresenin nasıl önemli bir fonksiyona sahip olacağını görüyoruz ama maalesef proje sadece proje olarak kalıyor. Said-i Nursi’nin eski Said dönemindeki sıkıntısı aslında gelişen süreçlerin ardıllarındaki durumları okuyamama ve negatif dünyevi gelişmelere dair bir kabullenememe durumu. Durumu kabullenme ve krizin ne denli derin, tarihsel bir kriz olduğunu kabullendiği ve buna göre bir metod kafasında şekillendiği zamanlarda Yeni Said ile karşılaşıyoruz. Yani yüzünü Modernizmin usullerinden, İslam’ın dolayısıyla geleneğin usullerine çevirmiş, Modernitenin toplum ve devlet kaygısından, Geleneğin insan ve iman kaygısına çevirmiş yepyeni bir karakter… Şerif Mardin Said-i Nursi hakkındaki önemli çalışmasında Said-i Nursi’nin başarısının da, kısmen geleneksel lehçeyi canlandırarak vaat ettiği “yeniden demokratikleşme”ye dayandığına inandığını belirtiyor. Bu yargı bir yönü ile doğru olmakla beraber bir yönü ile yanlış. Öncelikle evet hareket kolektif bir hareket, bir kitle hareketi lakin canlanan bir geleneksel lehçe ile değil, dine ait bir literatürle hareket ediyor ve ayrıca siyasal bir model önermeden, tam tersi kitlesinin siyasetle bağını kopararak kendini rücu ettirmesine önceleyen bir hareket. Şerif Mardin’in yanlış yargıları öncelikle mevzuya aşırı bir dış bakış ve Said-i Nursi’nin kendi yaşamını bölmüşlüğüne anlam verememekten kaynaklanıyor. Bediüzzaman’ın yaşamını ikiye ayırması çok önemli çünkü aslında yerelde Türk halkının, genelde İslam dünyasının yapması gereken bir ayrışmayı kendi yaşamı üzerinden modelliyor.
Yıl 1923′e dayanıyor Cumhuriyet kuruluyor ve Cumhuriyet uygulamaları başlıyor. Cumhuriyet ilke ve inkılapları artık İslam ve geleneğini Modern metodlar ile sindirmenin ve bunu da Muasırlaşmak, Medenileşmek, İptidailikten kurtulma süreci olarak karşımıza çıkıyor. Dinin iptidailik sayıldığı ve bu iptidailikle kıyasıya mücadele edilmesi gerekildiğine inanılan bir dönem. İslam dünyasında dini kendi ideallerine göre yorumlayan ve bu yorum dışındaki yorumları Batıl sayan bir sürü devlet ve oligark oldu lakin hiçbir zaman bizatihi dini ve dini birikimi bir düşman olarak addedilmedi, Cumhuriyet böylesi tarihsel bir krizin baştan aşağı belirginleşmesi. Ahir Zaman kavramı geleneğin söylemi içerisinde bu yüzden çok önemli! Bu süreç ve uygulamaları da bu yüzden bir Müslüman, daha doğrusu İslam tarihini iyi kritik etmiş birisi için ileri derecede şaşırtıcı. Çünkü öyle bir zaman ki her şey küfrün ve yok oluşun lehine, imanın ve dinin hakikatinin aleyhine. Her türlü kalkışma, karşı çıkma hareketinde kaybeden Müslümanlar oluyor. Sistem insana kendisine dönüşmek dışında bir alternatif sunmuyor. Dinle kaim olan, İslam’la varlığı bir anlam kazanan ve Müslüman kimliği ile düşmanları karşısında kendine savunma ve saldırı alanları oluşturabilen bir toplum adeta hiçleşiyor. Tarihsel hiçleşme bir yana bu insanlar imansızlaşıyorlar, Allah ile iletişim kuramaz hale geliyorlar, bırakın bu dünyayı ahretleri mahvoluyor. Bakın geleneğimizdeki alimin tek ideali vardır ve bu ideale hizmet ettiği ölçüde Alimdir. “Alim iman hakikatlerini, dinin hakikatlerini insana ulaştırabilen adamdır ve ana gayesi de budur!”
- Said-i Nursi’nin öğretisi içerisinde siyaseti reddetmesinin sebebi nedir? Bu red ile sence neyi amaçlamıştır.
Şöyle bir şey var, aslında İslam geleneğinde birey ve devlet için çok farklı bir söylem ve anlam bütünlüğü yoktur, dinin yargıları herkes için her koşulda geçerlidir. Kuran’ın söyleminde kamusal alan ile bireysel alanın belirgin çizgileri yoktur. Bu birey-kamusal alan ayrışması batılı, modern bir haldir; batının gerek metinlerinde, gerek idealinde, gerekse uygulamalarında bunu görürüz. Üstadın cemaatini siyasetten uzak tutmasının sebebi biraz da bu İslami tutumdan kaynaklanıyordu, çünkü Cumhuriyetle beraber politik alana dahil olan birey, evi için ayrı, sokak için ayrı iki tavır geliştirmek zorundaydı. Bireysel hal ile kamusal halin bu farklılaşma tezahürü laikleşme dediğimiz şeyden başkası değildi aslında. Siyasete girmemek, politikaya bulaşmamak durumu Sekülerizm ile Müslüman arasında belirgin bir imkansızlık doğuruyordu. Ve daha da ilginci, siyaset yapmak insanın devlet ile iletişiminin koşulsuz unsuruydu ve artık bir “Deccal” haline gelmiş ana kurumla iletişimsizliğin sebebiydi siyasetten kaçınmak.
Bunun ne kadar dengeli bir yaklaşım olduğunu zaten ilerleyen zamanlarda gördük. Mesela Said-i Nursi’nin aksine politikaya sıcak bakan ve bunu bir gereklilik sayan Tasavvuf ekollerini düşünelim. Türkiye’de Tasavvuf politika ile ilişkisini somutlaştırdıkça bünyesindeki insan tipi Tasavvufun evirdiği değil, politikanın evirdiği insan tipine dönüştü. Modern çağda Politika -affa sığınarak söylüyorum- Müslüman’ın devlet ile girişeceği bir nevi doktrinel zinaydı ve gerçekten İslami dengelerini korumak zorunda kalan bir Müslüman’ın politikaya yanaşmaması gerekiyordu. Politikaya bir şekilde yanaşmış her hareket bir süre sonra Modernizme reel bir arena sağladı, Modernitenin motoru oldu ve bir zaman sonra elinde ahlakın bir nevi yol tabelası olan İslami Tasavvufi değerlerden ziyade, Politik değerler kaldı. Bugün karşılaşmakta olduğumuz yönetici prototipi elinde sadece politik değerler kalmış bu prototiptir ve gerek İslam-Tasavvuf ile olan ilişkileri, gerek kişisel tarihleri ve gerekse Modernizme sağladıkları imkanla dev kitapların konularıdırlar… Bugün İslam dünyasına karşı bütün bakışlarının politikleşmesi, İslam’ın ve onun ahlakiliğinin ne söylem ve ne eylemde kendine yer bulamaması, Amerikan ve Avrupa politikalarının İslam dünyasına karşı yürütücü mekanizması haline gelmişlik ve biz Müslüman Sosyal bilimcilerin zamanımızın büyük kısmını bu ilişkilerin niteliğini anlamaya çalışmaktan başka şey düşünmeye fırsat bulamayışımız… Bunların hepsinin kökünde bu siyasal tutku var.
-Peki ama Said-i Nursi politikayı reddederek nasıl bir başarı ummaktaydı?
Bakın başlangıçta konuştuk, hepimiz Modern eğitim almış bir yönümüz ile sekülerleşmiş insanlarız ve bütün dinamiği başarı üzerine kuruyoruz. Said-i Nursi için başarı iman hakikatlerini iletecek imkan bulmaktı ve bunu da buldu. Dünyevi bir krallıktan ziyade, ebedi yaşamda Tanrı huzurunda kurtulmuşluk dünyevi hiçbir başarı ile ölçülemez. Önemli olan insanları bürokratlara, başkanlara, bakanlara dönüştürmek değil, önemli olan insanı münafıklığın ve kafirliğin pençesinden kurtarmaktı. Onun için dünyevi değerlerden ziyade dinin yaklaşımları bir kurtuluş reçetesiydi. Mesela Tarihçeyi hayatında geçiyor, bunu güncel bir örnek olduğu için veriyorum. Bir öğrencisi buna, “hocam dinsiz bir Kürt dindar bir Türk’ten benim için daha eftaldir” deyince, “O öğrencimle iki hafta uğraşarak onu bu batıl fikrinden geri çevirdim” diyor. İslam açısından başarı bu tavrı ortaya koyabilmektir. Dinin bastırılmak istendiği yeryüzünden, dinin imkanları ile insanlara kılavuzluk etmektir.
Biz bir din toplumuyuz, bizler batı gibi bir felsefe, bir akıl toplumu değiliz. Bunlar bütün çelişkilerini felsefe, bilim ve akılla irdeler ve yok etmeye çalışır. Yok da edemezler, başlarına sürekli yeni belalar alırlar. Biz doğuluyuz, Allahtan mugayir kalamayız, biz diyor bir hayat kuracaksak bunu dinle kurarız. 1400 yıllık gelenekle kurarız. Çünkü gelenekçilerin özünde şu yatar, gelenekçiler geleneğin sürekli kendini geliştiren bir bünye gibi içindeki aykırı donelerden sürekli sıyrıldığına inanırlar. Gelenek kendini tazeler, yeniler, gelenek ilkeleriyle ve tözüyle kendini şu ana sürekli adapte eder ve bunu da asla kopmaması gereken Tanrısal ilkelerden kopmadan yapar. Aslında üstad ve gelenekçiler şunu çok iyi anlıyorlar, Batı toplumları akıl toplumları, bizim ise sadece akıl değil akıl ve vahiy medeniyetiyiz. Dolayısıyla Batının argümanları krizlerimizi derinleştirmekten başka işe yaramaz. Oysa siz genlerimize aykırı bir bütün kurumlarını getirdiniz buraya taşıdınız. Daha da kötüsü burada var olan geleneği de yok etmeye çalışıyorsunuz. İslam’a dair bütün tavırları, tepkileri, yapısallığı yok etmeye çalışıyorsunuz, valla biz buna müsaade etmeyeceğiz diyorlar.
Ama bunu yine, bakın usulün mükemmelliği şurada, bu tepkiyi de geleneksel usulle veriyor. Kardeşim bizim usulümüz tartışmadadır, münazaradır, istişaredir, konuşmadır, biz asla silaha sarılmayacağız. Döneminde Said-i Nursi kalkışma hareketlerine bile şahit olmuş birisi ve bunun tecrübelerini yaşıyor. Mesela Kastamonu hayatında öğrencilerine yazdığı bir mektub var. Mealen “usulümüzü değiştirip siyaset ve cebre kalkışılsak ne olur? Münafık, dinsizlerden belki ikisine zarar gelir, ama yedi sekiz masum bu arbedede canından olur, bu masumların hatırına usulümüzden ayrılmamalıyız mealinde bir mektup!
- Said-i Nursi neden Isparta, Afyon, Eskişehir ve Kastamonu gibi şehirlere sürüldü?
Bu şehirler Cumhuriyet hükümetinin ciddi kalkışmalar ummadığı ve bir şekilde Cumhuriyet Hükümetinin yaptırımlarına muhalif olmayan şehirler. Yunan işgalini yaşamış ve bu sebeple devletin ve Mustafa Kemal’in gözlerde büyük kurtarıcı olarak görüldüğü kentler.  Ayrıca mübadeleye maruz kalan kentler ve boşalan Rum nüfus yerine balkanlardan gelen ciddi bir Türk nüfus var. Ortodoks Sünni İslam’dan ziyade heteredoks İslami ağırlığın olduğu bir insan kitlesi ve Said-i Nursi gibi bir alimin toplumsal bir infiale gücünün yetmeyeceği mini coğrafyalar. Dolayısıyla üstad buralarda küçük bir talebe kitlesi oluşturabildi.
Şimdi Avrupalılarla ben bu konuyu konuştuğumda şöyle bir yanlış algı oluşuyor. Bunlar Said-i Nursi hareketi deyince şunu zannediyorlar, bir adam çıkmış, arkasına binlerce kişiyi takmış, belirgin bir aktivasyonla bütün alanları titrete titrete hareketlerini ortaya koymuşlar. Hayır, sokağın, taşranın silik, tarihselleşmeleri önemsiz basit vatandaşları ile Risale-i Nur bir kuruma dönüşüyor. İlk dönem öğrencilerine bakın, halkın içerisinden normal taşraları vatandaşlar. Aslında bu imkansızlık bir imkana dönüşüyor, Ankara sekülerleri farkına varmadan büyük bir hata yapıyorlar. İstemeyerek Risale-i Nur toplumsal bir harekete dönüşmesine zemin hazırlıyorlar. Eğer onu Ankara’da tutsalardı yanına kimse yanaşamayacaktı, kendisi de bunu Allah’ın bir rahmeti olarak görüyor zaten. Çünkü etrafında toplanan insan kitlesi, sekülerizmin, pozitivizmin bütün iticiliğini, bunların başlarına ilerde neler getireceğini gören, bunu sezen, hayatları gelenek ve din üzerine kurulu gariban Anadolu insanı. Bu insana pozitivist ve modern direktiflerle yeni bir dünya kuramazsınız. Otomatikman bu baskı insana farkında olmadan Said-i Nursi’ye insan kaynağı sağlıyorlar.
- Said-i Nursi’ye bir alim olarak, gerek kişiliği ve gerekse Geleneğe bakışı noktasındaki metodu ile benzeşen başkaları var mı sence?
Şöyle söyleyelim, Said-i Nursi ve eseri ve hareketi nevi şahsına münhasır özelliklere sahip başlı başına bir hareket. Lakin İslam geleneği, Said-i Nursi’nin beslendiği gelenek İslam geleneği ve eğer Modern zamanlarda bir karşılığını ararsak İmam Humeyni ve hareketini örnek gösterebiliriz. Üçüncü bir kişi, grup, eser ya da hareket var mıdır, muhakkak var lakin ikisi kadar insanlık açısından etkili asla olamadılar.
- İhvan hareketi’ni nasıl görüyorsun?
İhvan hareketi başlı başına bir konu lakin İslam geleneğinden beslenmiş bir hareket değildir, İhvan modern bir harekettir. Devam edecek olursak gerek Said-i Nursi, Gerek Humeyni söylemlerinde Mehdi’ye vurgu yapıyorlar ve onun inkılabına hizmet gayesini ifade ediyorlar. İkisi de gayrı politik tutumlar içerisindeler, dertleri kafir ve müşrik olarak gördükleri, dindışı gördükleri siyasal donelere karşı İslami, tanrısal bir tavır ortaya koymak. Biz dışarıdan baktığımız için bunları politik tavır olarak algılıyoruz ama bunlar politikten ziyade dini tavırlar. Her dini tavır aynı zamanda bir politik tavırdır diyen Siyaset felsefesi düşüncelerinin algıları yanlıştır diyemeyiz, ama bu tavırlar bir Müslüman için salt dini tavırlardır. Sonrasında politikaya dönüşmesi ayrı bir mevzu! Dert küfre karşı İslami tavır… İkisi de şiddet metodu kullanmayan, ikna metodu kullanan hareketler, ikisi de geleneğin şiarlarını gündeliklerinden tutun, ideolojilerine kadar dinle şekillendirmiş alimlerin merkezinde olduğu, Modern eğitim almamış, bu eğitimlere bir yönünden bulaşmamış adamlar. İki harekette toplum teveccühü kazanan ve sınırlar dışına taşan hareketler. İki hareket de Modern Batı’nın geleneğinden tamamıyla sıyırmak istedikleri iki ülkenin, iki totaliter rejimi karşısına alarak geleneği yeniden yeşertmiş hareketler. Batılıların tepeden tırnağa Modernleştirmek istedikleri toplumların içinden böyle hareketlerin çıkması bir nebze “Allah’ın Planı”nın bütün planlardan üstün olduğunun bir tecellisi. Yok etmek istedikleri dinamikler Risale-i Nur ile başlı başına bir İslami bir toplumsal harekete, İran devrimi ise başlı başına bir İslami siyasal harekete dönüştü.
- Peki ama İran devrimi Siyasal diyorsunuz, iki hareket burada çelişmiyor mu?
Bu İran ile Türkiye’deki yapıların farklılığından kaynaklanıyor. İran’da din adamları bir sınıftı, bir kitleydi, Türkiye’de ise böyle bir kitle yoktu. İran’da karşıya alınan bir Monarşiydi, Türkiye’de ise parlamenter bir devlet. İran’da devletin kutsanmadığı bir Şii gelenek vardı ve bu Mollaları Monarşiye tercihin başlıca sebebi oluyordu. Türkiye’de ise devletin kutsandığı -Sünni dememiz çok doğru olmaz ama Sünni-Türk diyerek bir sentezle daha az tartışılır bir söylem üretelim- bir birikim vardı ve insan yığınları Dini karşısına almış devleti de kutsallık barındıran bir fenomen olarak algılıyordu. Dolayısı ile Türkiye’deki hareketin bir halk hareketine, İran’daki hareketin ise bir politik harekete dönmesi normaldi.  Burada bir çelişkiden ziyade yapısal bir uyum var. Sonuçta gelenek farklı toplumlarda farklı sonuçlar doğurabiliyor, bu geleneğin gücünün bir göstergesi. Yani doğru kullanıldığında her türlü harcı karmaya muktedir bir beton makinesi gibi…
- Bahsi geçen bu hareketler İslam dünyasına Model olabilecek hareketler mi? Şahsen ben bu hareketlerin İslam dünyasına model olabileceğine inanmıyorum.
Bakın zaten hiç bir İslam alimi ve Said-i Nursi de benim modelim demez, zaten onlar ortaya bir model koymazlar. Sadece din karşıtlığına, dine meydan okuyan bütün din dışı saldırı ve yaptırımlara karşı nasıl bir tavır alacağınızı gösterirler. Zaten bu tavırların yüzyıllar sonucundaki birikimidir gelenek… Şimdi siz Humeyni’nin modelini Senegal’de uygulayabilir misiniz? Ama Humeyni’nin söylemiyle ya da Said-i Nursi’nin söylemiyle Senegal’de Modernizme karşı durabilirsiniz.
- Burada mesele söylemde düğümleniyor…
Bakın söyleminde şöyle bir farkı var. Söylem kurumsala dönüşebilecek mi ya da dünyada dönüşmüş mü?
- Kurumsallık bazen kendi hiyerarşisini ve yabancılaşmasını üreten bir olumsuzluğu da içerebiliyor ama.
Kurumsal olmadan bunu siz nasıl işler hale getireceksiniz? Kurumsal derken devletten bahsetmiyorum, Risale-i Nur ya da İran Devrimi bir kurum. Çünkü kurum işlerlik kazandıran bir mekanizmadır. Risale-i Nur bir kurum değil de bir eser olarak kalsaydı yine biz onu okuyacaktık, yine ondan istifade edecektik. Ama topluluk inşa edebilecek miydi, insan inşa edebilen ve bu inşayı akıtacak alanı düzenleyebilecek miydi? Bir iletişim ve bu iletişimin dilini üretebilecek miydi? Tarihe akabilecek miydi, tartışılacak mıydı?
– Gelenek gelenek diyoruz. Ben de modernizme sonuna kadar eleştirel kalmamız gerektiğini düşünüyorum. Ona karşı elbette bir şey savunmamız ve geliştirmemiz gerektiğine inanıyorum. Bu durumda elimizdeki dayanak ne? Elbette ki gelenek. Ama bir yandan da modernist tarihin kavramları bunlar; modernite de gelenek de. Gelenek lafına bugün verdiğimiz anlamı modernite veriyor aslında. Ondan öncesinde bizim bugün kastettiğimiz gibi kullanılan bir kavram değil. Asr-ı Saadet’i işaret eden bir şey. Bu gelenek denen kocaman şey, homojen değil ve bir sürü beter ve uydurma şey de var içinde. Bunları nasıl ayırıyorsun? 
Her devlet makro kurumdur ve eline geçen her ideolojiyi manipüle eder. Bu bir nevi devlet olmanın doğası, doktrinel bir sonuç. Merkeze kurulmuş aristokratik bir sınıfın, sultasını, hazinesini, ideolojisini korumak zorunda olduğu devasa bir yapıdan bahsediyoruz. Bu tip bir kurum varlığını elbette elindeki ideolojik doneleri hakikat dışı, maslahat mefhumu üzerinden algılayıp algılatacaktır. Emeviler ve Abbasiler, sonrasında bütün devletler bu manipülasyona, çarpıtmaya, maslahat merkezliliğe katkıda bulundular. Geleneğin nasıl bir birikimi oluştuysa, Anti-Geleneğin de bir birikimi oluştu ve çoğu zaman bu Anti-Gelenek, Geleneğin bizatihi kendisi olarak algılanıp yaşatılıyor. Bizim gelenekten kastettiğimiz şey her türlü makro kurumun manipülasyon ve yönlendirme, şekillendirme çabasına rağmen İslam’ın Kitap, Peygamber, Ehli Beyt ve Hikmet muvazenesindeki bütün hakikatini elinden geldiğince korumuş, yaşatmış, insana ulaşabilir hale getirmiş hizmetten ve onun altyapısındaki birikimden bahsediyoruz. Unutmayalım ki bu dinin yürütücü mekanizması olan kişilerin birçoğu devlet totalitarizmine rağmen İslami söylemi, eylemi ve eserini ayakta tutmuştur. Bu İslam geleneğini Modernite ve Anti-Geleneğe karşı harika, muhteşem, muktedir ve işler hale getiren temel öğelerdendir. Bizim bugün tasavvuf, tekke, zaviye, vakıf dediğimiz kültürün, ahilik dediğimiz kültürün devletin manipülasyonlarına karşı bir şekilde ayakta durmasının sebebi, İslam’ın dikeyde ve yatayda kendisini nasıl farklı düzlem ve katmanlar arasında var edebileceğinin bir kanıtı. Elbette ki devlet mekanizması ile arasına mesafe koymuş bir çok insan, bir çok Alim ve Sufi, dinin emrettiği aksiyonerliği bizatihi dini bir tepki olarak ortaya koymuş, bu şekilde dini işler kılmışlardı. Bizler geleneği işler kılalım derken bu yüzden Tasavvufu yeniden konuşuyoruz, Alimleri ve eserlerini, zaviyeleri, vakıfları, ahileri vesaire konuşuyoruz. Emevi kültürünü yaşatalım, Selçuklu, Osmanlı kültürünü yaşatalım demiyoruz, çünkü onlar otantik birer kültür olarak kaldılar ama gelenek kendisini bir şekilde var kıldı. Said-i Nursi’nin yaptığı da devlet mekanizmasına rağmen, hatta onunla iletişim kurmayarak geleneği rücu ettirebilmesiydi. Bizleri Sağcılıktan, Muhafazakârlıktan ayıran bu, onların Anti-Geleneğine karşı biz Geleneği, İslam ve onun kurumsalını yaşatabilen geleneği savunuyoruz. Onlar kitaplarında söylemlerinde sürekli Hükümdarlara, Hanedana, Devlete vurgu yaparlar. Devletten bağımsız bir kurumsalın nasıl olabileceğini algılayamazlar ve onlar için dine hizmet eden de Alimden ziyade hükümdardır. Oysa bizim “şanlı” saydığımız insanların çoğu Hükümdara karşı kendini var kılmış kişi ve kurumlar. Dolayısı ile biz Sağcı bir tutumla geleneğin meşruiyet alanını “Siyasal alana” endeksleyemeyiz.
- Eyvallah, teşekkür ederiz.
- Dinlediğiniz için ben teşekkür ederim…
ozkansahin97@gmail.com
@sokakfilozofu