hatırasına
hürmetle…
Sunuş
Aşağıdaki
konuşma Özkan Şahin’in modernite, modernleşme, Doğu refleksi, entelektüellik,
bilgi, irfan, İslâm ve sanat, alim, medeniyet, vb kavramlar hakkında
görüşlerini icmal ediyor. Müslümanların bilmek ve bilgiye dayanan toplum kurmak
için yeryüzüne gönderildiklerini Âdem (as) kıssası nedeniyle anlıyoruz. “Batı’nın bilimini alalım” söyleminin
kendisi, Müslüman toplumların yüzlerce yıldır takip ettikleri “ilim”
geleneğinin bazı şubeleri ile bağları koparmak, en azından ilmin dünya- ötesi
ile ilgili rabıtasını kesmek anlamına gelmektedir. Aynı zamanda ilim ile ahlâk
arasında “ikilik” çıkarması sebebiyle de sekülerleşmeyi katmerleştirmektedir.
Müslüman kuramcıların sufî terminolojiyi terk ederek nefsi terbiye etme
hususunda kadim bilgi kaynaklarımıza erişmemizi imkan dışı bırakmaları ile Batılı bilme biçimine bizi mahkûm ettiği
söylenebilecektir. Bunu “Müslüman bilginin sekülerleşmesi” çerçevesinde
algılamak mümkün görünüyor. Müslümanlar
bu dönüşüm kapsamında modern
ulus- devlet fikrine başkaldırı pratiği içinde, sufîlerin ontolojik manada
“dünyaya başkaldırdığı”nı görememiş oldu. İslam, önceki bilme biçiminde dünyayı
bir “fena”, yokluk geçidi, bir ziyan ve bozuluş alanı ve ahireti de “beka
yurdu” şeklinde kabulünü telkin ederken; yeni bilme biçimini kabul eden
Müslüman kuramcıların dünya ve ahireti algılama ve tarifleri bu şekilde
gelişmedi. Müslüman entellektüellerin “varlığımın manası nedir” sorusundan
ziyade, “Müslümanların geri kalmasını engellemenin yolu nedir” sorusuna teksif
olarak rövanş arayışları kendilerini Hakikat karşısında sekülerleştirmiştir.
Müslümanların, modernleşmeyi içselleştirmekten kurtuluşları, dahası dünyaya
başkaldıran bir bilme biçimi geliştirmeleri, sufî gelenekle irtibatlarına bağlı
görünüyor. Bununla beraber dünyanın maddi uygarlık verileriyle geriye dönüşü
imkânsız kılan işgali bu sufî bağlanışları ve dünyaya başkaldırı potansiyelini
paradoksal olarak dünyevileştiriyor. Müslümanların moden bilgi ile sorunları
modernitenin bilgisinin arz’a ve kozmosa saldırganlığını, tahakkümünü mesele
etmemeleridir. Ayrıca Müslümanlar Barı bilgisinin arz’a saplanmış olduğu
konusunda da kaygı duymamaktadır. Bacon, doğayı insan
bilginin nesnesi haline getirip, onu insanlığın hizmetinde sömürülebilir bir
değere döndürmek istiyordu. Bilgi, “güç bilgisi” halinde istimal edilmeliydi.
Bilgiyi elde etmekle insan “tanrısal” bir varlık kazanmaktaydı. Bu nedenle
deneysel araştırma yöntemi saldırgandı. Ona göre tabiat, insanlığın sömürüsüne
açık, hizmet etmeye mecbur ve insanlar tarafından köle yapılması gereken bir
varlıktı. Bacon, doğanın sorguya çekilmesi gerektiğini söylemekteydi. Biz
modernitenin bilgisini aktararak şöyle bir şey yapmaktayız: Batı, Batı dışı
toplumlarda kendi bilgisinin sonuçlarını test ediyor. Biz de bu testi gönüllü
olarak yükleniyoruz. Sorunların kaynağı olan modernitenin merkezileşmesi
modernleşen toplumların çözümlerini de bilginin kaynağı olan Batı’dan
istenmesini icbar ediyor. Althusser’e göre, Devletin
İdeolojik Aygıtları (DİA), Devletin Baskı Aygıtları’ndan (DBA) farklı olarak
zor kullanmazlar. Althusser DBA’ların hükümet, ordu, polis, mahkemeler,
hapishaneler; DİA’ların ise aile, parti, sendika, dini kurum, haberleşme,
kültürel kurumlar olduğunu söylüyor. Devlet’in baskı aygıtı “zor kullanarak”
işler, oysa DİA’lar “ideoloji kullanarak işler” der. Baskıcı
devlet aygıtı tamamiyle kamusal alana aittir, DİA ise özel alanın parçasıdır;
dolayısıyla özel pratikler ve kurumlardır. Bu iki devlet aygıtı arasındaki
temel ayrım baskıcı devlet aygıtının ‘şiddet’ yoluyla, ideolojik devlet
aygıtlarının ise ‘ideoloji’ yoluyla işlev görmesidir. Bireyi
özne olarak çağırma ve adlandırma, ideoloji gibi ebedidir. Bireyler ideoloji
ile “kendiliklerinden yürürler”. İdeolojinin öngördüklerine uygun davranışlarda
bulunmayan “kötü öznelere” devletin baskı aygıtı aracılığıyla müdahalede
bulunulur. Bu tasnife göre bakılırsa Batı’da bilginin niçin bu derece
yoğunlaştırılmış olduğu anlaşılır. Batı, Batı dışını hegemonyasına boyun
eğdirmek için sanat’ı ve fikri kullanıyor. Bu çerçevede Özkan Şahin’in
sanat/kimlik meselesinde vurguladıkları önemlidir. Yeniden bilme faaliyetine
dönmek gerekiyor. Bu bilme faaliyeti mekanik evren tasavvurundan kainata bakan
bir gözü kör bilme biçimi olmayacaktır. Bilmenin medreseye dönmesi kaçınılmaz
görünmektedir. Çünkü “bilme” aslında öğretilme ve terbiye edilmedir.
İnsan
bilgisinin kendine ait, kendi reflekstif tavrına ilişkin bir düşünsel mahiyeti
bulunmaz. İnsan, cismanî yanının, biyolojik güdülerinin peşinde de kelime
üretemez. Kelimeler insan tarafından üretilemez. Başlangıçta (Âdem’le)
verilmiştir. İnsanlar kelimeleri bir ezber sonucu, Âdem’den öğrendiklerini
ezberleyerek, ondan aktararak elde
etmişlerdir. Hayatının devamında da bu ezber katmanlarına muhatap olurlar.
Bilginin kendisi bilenlerin bilmeyenlere dayattığı bir belletmedir. İnsan
farkında olmadan bu belletmelerden alıntılar yaparak yaşamını devam ettirir. Bütün kelimeler Âdem’e verilmiştir.
İnsanın ezberinin kaynağı da Âdem’e verili bilginin iktibas edilmesidir. Bütün
bu anlatıya rağmen insan sadece cismanî bir varlık değildir. O, üflenmiş bir
ruhtur da. İbni Arabî’ye göre insan âleminde dil, kalem menzilesinde, sadr ise
lehv makâmındadır. Dilin nutk eylediği şeyleri, zihinler sudûr levhalarına
yazmaktadır. İrâde-i kalbiyyenin sadra kayd eylediğinden, târihlediğinden lisân
ile ta’bir olunmaktadır. Havassi kalbin resûlleri gibi halk etmiştir. Sem’
sıfatı kalbin câsusudur; Basar sıfatı kalbin muhâfızıdır; Lisan, kalbin
tercümânıdır ve bunlar resûldür. İbni Arabî’ye göre Cenab-ı Hak, kalbi arş
menzilinde halk etmiştir. Bilindiği üzere arş mahlûkaın en büyüğüdür. İnsanın
sadrı kürsü makâmında halk edilmiştir. Tahsîl-i ulûm makamı orasıdır. Kur’an’a
göre biz “kalemle öğretilen”iz. Telaffuz ettiğimiz kelimeler bize ait değildir;
onlar öğretilmiştir. “Ve eğer arzda bulunan ağaçlardan (min şeceretin) kalemler (aklâmun)
olsaydı ve denizler (mürekkep olsaydı) ve ondan sonra, onun yedi katı daha
deniz eklenseydi, Allah'ın kelimeleri (kelimâtullâhi
)tükenmezdi” (31 Lokman 27). Buradan Allah’ın kelimelerinin dahi dünyaya
sığmayacağı ortaya çıkmaktadır. Biz ilahi metnin içindeyiz, bu metinden ayrı
bir “yazmakta olan biz” değiliz. İlahi metnin bu “sonsuzluğu” karşısında,
insanın “sonu olmayan metnin” dibine inme imkânı bulunmayacaktır. Buna göre
bilimsel bilgi eşyanın sınırsızlığına (kelimâtullah’ın nihayetsizliğine)
nazaran ancak bir yorum denemesi olabilir. Bilme faaliyeti, kelimâtullah
bilgisinin zikri ve miktarı kadar ortaya çıkabilir. Bu zikir, sayma değil,
boyun eğme şeklinde anlaşılmalıdır. Kur’an’da “Gece boyunca secde ederek ve
kıyamda (ayakta) durarak kanitin olan, ahiretten çekinen (korkan) ve Rabbinin
rahmetini dileyen mi? De ki: (Hiç) bilenle bilmeyen bir olur mu? Ancak
ulûl’elbab (daimî zikir sahipleri) tezekkür eder” (39 Zümer 9) buyurulmaktadır.
Bilmek bu noktada yazar/okuyucu ilişkisi değildir. Tam tersine bilmek
kâinattaki kelimelere menşei benzer bir kelime olarak katılmaktır.
Entelektüelin salt akıl ile
nesneleri kavraması ve analiz etmesi körleşme sayılmalıdır. Özkan Şahin
aşağıdaki konuşmasında bu körleşmenin boyutlarına değiniyor. Entelektüelin
bilmekle zikretme, anlamakla kalbetme, seyretmekle nefsi tezkiye etme, nazar
etmekle hiçliğini farketme meselesi olduğu söylenebilecektir. Dolayısıyla
“Batı’nın bilimini alalım” ideali Batı dışı toplumlarda bir arpa boyu yol kat
ettirmemiştir. Derdimiz şimdi bunu anlamanın verdiği hayrete gark olmuştur.
Lütfi Bergen
-Sürekli yakınılan bir durumdur, Türkiye’de
aydın yok, Türkiye’de aydınlar yetersiz, Türkiye’nin bir aydın problemi var! Bu
tip cümlelere her eleştiride, her metinde, her açık oturumda rastlarız. Bu cümle bir hakikatin itirafı mıdır, yoksa bir art niyetin yakınış şeklindeki şifrelemesi midir?
Modern
öncesi dönemde Bilgelik insanın –Arifin- Allah ve alem bilgisiyle, Allahı ve
onun alemle olan ilişkisini bilmesi ile makbul bir durumdu. Allah ve alem
ilişkisine dair bilgisi olmayan adam avam ve allame tarafından bir ilim mercii
olarak ciddiye alınmazdı. Modern Bilge, yani aydın dediğimiz tip, yani Selahaddin
Darvınoğlu, Modernliğin ürettiği bir tip ve ancak Modern toplumda değeri
olabilecek bir fenomen. Allah ve masiva ile ilişkisi yok ya da yüzeysel ya da
birincil olmayan bir ilişki. Aydın âlemi insan, toplum, doğa üzerinden anlamaya
çalışan bir tip ve bu tipin bilgeliği geleneksel toplumlarda geçer bir akçe
değil. Gelenek açısından alay edilesi, ayrıksı, yabancı bir yaratık. Bu sebeple
Osmanlı’dan günümüze gelen çizgide âlimler, arifler yani Allah merkezli bilgi
arayışında olan adamlar niteliklerine bakılmaksızın toplum tarafından daima
saygı gördüler. Niteliklerine bakılmaksızın dedim dikkat edin! Niteliksiz bir âlim
dahi Modernitenin savaş açtığı Allah ve ona ait değerlerin, Allah bilgisinin
sembolü sayılarak mübarek, değerli, sözü dinlenir sayıldı. Varlığı dahi
Modern-Gelenek ekseninde bir değere sahipti. En basitinden, Modernliğin bir
varyasyonu olan, Modern ile İslam arasında bir ara form olan, Türk laisizminin
en başarılı tasarımlarından biri olan kravatlı, traşlı, Prof. veya Dr. veya
başka ünvanlara sahip ilahiyatçılara bakın; avam nezdinde ancak bir medya öğesi
olacak kadar değerlidirler. En popülerini, en niteliklisini, en emektarını
alarak bir konferans düzenleyin, hiçbir zaman kabarmış, taşmış bir ilgi ile
karşılaşmayacaklardır. Lakin sakallı, sarıklı, isminin önünde hocadan, molladan
başka bir unvan olmayan bir allamenin bir şehre sohbete geldiğini ilan edin,
orada taşmış, kabarmış bir insan kitlesi bulacaksınız. Bu sadece toplumun
dindarlığı ile açıklanacak bir manzara değildir. Ortada modernizme karşı alınan
kitlesel bir tavır vardır ve yapılan tüm çalışmalara rağmen bu tavır hala
canlıdır. Bu yüzden “Modernlik imkanları” artık avam bilincine ulaşmada farklı
yollar aramaktadır. Konuyu dağıtmadan şunu ifade edelim, Türkiye’de aydın ve
aydınlar her zaman olmuştur, ama bu aydınlar hiçbir zaman geniş kitleleri
dönüştürecek bir konumda olmamıştır. Yığınlar onlara hiçbir zaman söylemlerini
ciddiye alacak kadar değer vermemiştir, bununda sebebi Aydın dediğimiz fenomenin
baştan aşağı bir Modern tasarım olması ve toplum ile Allah arasında bir
iletişim metodu kaygısı gütmemesidir. Bu Müslüman toplulukların hepsinin ortak
özelliğidir. Bir örnek daha vereyim, Aydın olarak konumlayacağımız üç beş adam
sayalım, yani Modern süreç içerisinde ismini çok duyduğumuz birkaç adam ve
bunlar çok nitelikli adamlar olsunlar. Falih Rıfkı, Hikmet Kıvılcımlı, Ziya
Gökalp, sonrasında Doğan Avcıoğlu, Eyüboğlu kardeşler, Yalçın Küçük v.s bunların kitaplarının satış miktarını
inceleyin. Sonra da geleneğe ait birkaç allame sayalım ve bunların kitap satış
oranlarını inceleyelim. Gazali, Said Nursi, İmam Rabbani v.s. demek istediğimi
anlamışsınızdır. Son olarak şunu söyleyelim, aslında aydın demek, Modern bilgi
ile donanmış ve Modern birikimin usulleri ile anlamaya çalışan adam demek, bu
adamında geleneğin havzalarına nüfuzu o kadar kolay bir şey değildir. Birileri
“Türkiye’de aydın yok, Türkiye’de aydınlar yetersiz, Türkiye’nin bir aydın
problemi var!” derken aydının yığınlara tesir imkanının zorluğu veya yığının
aydını kale almaması problemini kastederler ve problemin kökenine temeyyüzü
arzulamazlar; Çünkü bu sorgu Modern ve Geleneğin ilişkilerinin sorgulanması
manasına gelir, bu da Modernistlerin işine gelmez.
-Yani ortada bir kişi kifayeti
meselesinden ziyade bir usul çatışması mı var demek istiyorsunuz?
Elbette…
Mesela kimi zaman birileri çıkıyor, güya geleneğe hizmet gayesiyle aydın
demeyelim münevver diyelim böylesi daha iyi deyip aradaki usul çatışmasına dair
sahip olduğu zayıf farkındalığa aklınca bir vurgu yapıyor. Münevver zaten
tenvir olmuş, ışıklanmış, aydınlanmış demek, mevzunun tarihsel tahribatını bir
iki etimolojik şaka mı çözecek? Elbette hayır. Modernitenin amacı batının
birikimi ve sürekli güncellenen değerleri ile ÇAĞDAŞ ve her daim özgür! bir
birey inşa etmektir, Aydının görevi ise bu inşayı belirli Saikler çerçevesinde
şekillendirmek, modernite imkanlarını birey ve yığın üzerinde
gerçekleştirmektir. Bunun için bu imkanları önce kendi bünyesinde rücu
ettirmiştir. Batı dışı aydının ailevi köken olarakta Batılılarla ilk iletişimi
kurmuş komprador aile evlatları, kentli ve tüccar çocuğu olmaları, Aristokrat
olmaları boşuna değildir. Ben bu tip insanların biyogarfilerini incelediğimde
hep şöyle bir durumla karşılaştım, batı ile ilişkileri, batılıların kompradoru
olmaları onları zenginleştirmiş, onlara yurtdışı gezileri, yurtdışı eğitimi,
farklı dünyaları görmenin renkliliği ve ferahlığını vermişti. Batılılık onlar
için dünyevi imkanları da sunmuş, kendileri ve ailelerinin yaşantılarını bir
cennet yaşantısına çevirmişti. Pek azı hariç ne bir savaşın, ne bir salgının,
ne bir kasoun çilesiyle yüz yüze kalmışlardı ve kalanlar dahi, acıdan aldıkları
pay, refahtan aldıkları paydan belirgin biçimde azdı. Kısacası kendi
yaşamlarında batılı imkanlarla elde ettikleri refahın, bütün toplumları için
yine batı eli ile geleceğine dair bir inancı kanıksamış, eleştiriye ve
alternatif arayışlarına yönelmemişlerdi. Bütün hesapları arz üzerine ve insanı
batı standartlarında tekrar inşaya yönelikli, oysa İslam ve geleneği bu gayeyi
ciddiye bile almıyordu. İslam’ın arzın ötesine dair planları vardı ve gayesi
insanı inşadan ziyade, insana sahibi olduğu yücelikleri hatırlatarak Allah ile
arasındaki yaratan, yaratılan ilişkisini bir kulluk, bir ahlak ilişkisine
dönüştürebilmekti. Dolayısı ile İslam’ın aydınının, İslam’ın aliminin İman
hakikatleri ve kulluk bilincini yığınlara hatırlatmaktan başka bir gayesi
olabilir miydi? Ben bir soru sorayım, Orhan Pamuk’un Sessiz Ev adlı eserini
okudunuz mu?
-Evet
okudum!
-Selahaddin
Darvınoğlu karakterini hatırlıyor musunuz?
-Evet!
-İşte
Orhan Pamuk Selahaddin Darvınoğlu ile Aydın dediğimiz prototipi öyle övgüye
değer bir ustalıkla, öyle bir edebiyatçı dengesi ile karikatürize eder ki. Türk
edebiyatında bir yazar böyle bir karakter oluşturmayı başarabilecek mi
bilmiyorum! Dengesiz, göklerle bütün bağlantısını koparmış bir tanrı düşmanı,
yerdekiler ile bir türlü anlaşamayan, etrafında dengeli bir insan ilişkileri
yumağı oluşturamamışken, sürekli yeni toplum ve insan projeleri üreten,
zaaflarla dolu, aşırı heyecanlı ve at gözlüklü garip mi garip bir adam. İşte
Türkiye’de aydın Selahattin Darvınoğluydu, bir kökü olduğundan bile emin
değildi, kökü kabul ettikleri içinse kıyasıya değersiz. Her tutumu kendisini
biraz daha karikatürize ediyordu, her tutumu kurtarmaya çalıştıklarında bir
derece daha nefretle anılmasına sebep oluyordu ve bütün başarısızlıklarını
kendi hariç her şeye mal ediyordu. Toplum, Modern öncesi Avrupa toplumu gibi
bir gelenek toplumuydu ve onlar için aydın din ve ahlak ile kordinasyonlarını
kuran adamdı. Toplum kendileri ile arasında farklı kordinasyonlar kurmaya
çalışan adamları kınadı, hor gördü, bizden değil dedi. Aydınlar ise evet doğru
bilgilerle donanmışlardı ama batının bilgileri ile donanmışlardı. Toplumlarının
hakikatinden mahrumdular, kim olduklarını, kimin çocuğu olduklarını, kimle
muhatap olduklarını bilmiyorlardı. Geneli pozitivist olan ve aslında reel bir
Durkheimcılığı benimemiş bu adamlarla “Tanrı” addettikleri toplumun kendilerine
böyle iğreti bakmasını anlayamadılar. Bunu cahil yığınların Aydınlığa karşı
yobazca tepkisi olarak karşıladılar, bazen daha yumuşak bir bakışla henüz hazır
değiller, dediler, bazense tercihleri ya ülkeden kaçmak ya da inziva oldu.
Aydın ve toplum… Biri diğerini soytarı, diğeri birini deli olarak gördü ve
halkın aydınla ilişkisi bir nevi tımarhane kavgasına dönüştü. Mesele şu ki bu
tımarhane kavgası gün geçtikçe yerini gökkuşaklarına sarınmış bir dostluğa
dönüştürüyor. Selahaddin Darvınoğlu sonrasında aydın sadece toplumun Modernizme
meyyal, sekülerleşmiş kısmı ile uyuşabilmişti, bu uyuşma etkisini seküler
olmayan veya şöyle diyelim her şeye rağmen din ile ilişkisini olabildiğince
sürdürmek isteyen, dindar insan kitlelerde gösteriyor.
-Peki bunun
ne gibi bir tehlikesi olabilir ki, dindar insanlarda kimi aydınların fikirleri
ile birikimlerini sürdürerek irfan ile ilişkilerini sürdüremezler mi? Burada
tehlikeli olan Müslüman insanın aydınla iletişimi mi, yoksa aydının Müslüman
insan üzerinde oluşturacağı yön kaydırması, yani bir organ kaybı mı?
-Şunu
belirtelim, Türkiye’de Geleneğin dini tutumundan dolayı hala teveccüh görüyor
olması demek, Geleneğin modernite ile baş edebildiği manasına gelmez, Çünkü
Modernizm her yeni süreçte, her yeni krizde başka hareket metodları ve bu
metodlarla temeyyüz edebileceği bir insan kitlesi bulabiliyor. Bundan çeyrek
asır önce gelenekçi insan için şehir imkanları, kitlesel yönelim, finans,
kültür, toplumun seküler kitleleri ile kaynaşma ve medya-sanat ifade alanları
konusunda yaşadığı kriz atlatılabilmesi kolay bir krizdi, hiçbir şey yapamasa
ilişkilerinden kaçınarak ya da ilişkilerini belirli bir sevyede tutarak
kendisine varlık alanı oluşturabiliyordu.
Hayatın
imkanları arttıkça modernitenin imkanları artıyor, çünkü arza ait bütün
imkanlar Modernitenin bir nimeti olarak algılanıyor ve bu nimetlerle kaynaşmak
otomatikman modernite ile koşullu bir uyuşmayı beraberinde getiriyor. Yer ile
gök arasındaki mesafe açıldıkça Modernizmde kendine imkan alanı buluyor. Mesela
geleneksel formları içerisinde tarikat diyebileceğimiz bütün kurumlar birer
cemaate dönüştü ve toplum deryasında her biri farklı birer ünite haline
geldiler, her yeni kriz ve dönüşümde bu cemaatleri, temel gayeleri arza
indirgenen birer cemiyete dönüştürdü. Aslında tarikatlar cemaate dönüşerek
Modernizmle soğuk ilişkilerini, cemiyete dönüşerek Modernizmle evliliklerini
gerçekleştirdiler. Kurumsal varlık ve güç kaygıları, politika ve medyada etkin
birer ekip olma hırsları, kitlelerine iyi eğitim, kültür, ticaret olanakları
için aldıkları tedbirler ve varlıklarını ikamede kendilerine fayda sağlayan her
türlü unsuru içselleştirmelerine sebep oldu. Tedrici olarak Modernite dindar
kitleler üzerinde reel bir imkana kavuştu.
-Kesiyorum ama, özür dilerim, somut bir
şeyler söyler misiniz? Nedir bu imkanlar, dağılmasın diye sadece bir iki
örnekle!
-En
başta politik kaygı… Siyasal arenada varlık kaygısı birleştirmeci bir doğası
olan dinin doğasına aykırı bir kaygıydı ve bu kaygı gelenekçi kitlelerin
surlarında bir gedik açtı. Bir Müslümanın siyasal kaygılarla saflaşması ve her
türlü Müslümanın farklı siyasal ortamlarda çeşitli siyasal söylemleri
benimsemesi ve bu söylemlerle akidevi bir gerçekmiş de bunları reddeden kafir
olup dinden çıkacakmış gibi birbirlerine takındığı tavır “modern çok seslilik”
denen o şeyin geleneğin yapısını iğdiş etmesidir. Sonrasında banka, kadın
yazarlar, gazeteciler…
-Banka’yı anladım, haklısınız ama kadın
yazar ve gazeteciler.
Gelenek
kadını eve hapsetmez, sekülerlerin saldırıları aksine Geleneğin kadına verdiği
alan, modernitenin verdiği alandan çok çok geniştir. Lâkin gelenek kadını daima
erkek ardılı bir varlık olarak görür. Müslüman kadının bir tavsiye ve taklid
mercii gibi ortaya sunulup, kadının sokakta politika ve medya gibi çatı
disiplinlerin birer elit organı haline gelmesi modernliğin feminal, kadın erkek
eşitlikçi yaklaşımına bir imkandır. Gelenek bir kadının çıkıpta erkeklere üst
perdeden hocalık yapmasını ne tasvip eder, ne kaldırır. Yani… Çok uzatmayalım
derdimizi anlatabildik, nerede kalmıştık?
-
Tedrici olarak modernite dindar kitleler
üzerinde reel bir imkana kavuştu.
-Evet!
Cemaatleri, daha doğrusu cemiyetleri bu yanlış tutumlarına karşı uyaracak
organizasyonların olmayışı bünyelerinde ciddi bir sapmışlık krizi
uyandırıyordu. Bu kaynaşmışlık onlara ciddi manada prestij sağlıyordu. Medrese
tipi eğitim kurumları yerini seküler kurumlara bırakmıştı ve bir iç denetim,
bir eleştiri bütünlüğü getirecek, kitle modernizme evrilirken onlara dinin
görülerine göre dur diyecek bir mekanizma yoktu. Mesela aklıma gelmişken hep
garipsediğim bir örnek: Cemaatlerin eğitim dediğimiz faaliyete-ki eğitim modernitenin
insanı kendi standartlarına evirme çabasıdır- verdiği önemi anlamak
yapısallarını, modernitenin kıstasları ile ilişkilerini anlamak için de
önemlidir. Normalde İslam’ın hayırlı saydığı ve Müslümanlara bir yararının
dokunduğuna inandığı eğitim dini eğitimdir, hadis, kelam, fıkıh, tasavvuf
öğretimidir; çünkü ancak bu eğitimi almış insanlar sokaktaki insanın Allah ve
alemle olan ilişkisinin kemalatına, ahlaklanmalarına vesile olabilirler.
Dolayısı ile bir Müslümanın destek vermesi gereken eğitim tipi medrese
eğitimidir. Lise eğitimi, yok efendim fizik, biyoloji, tarih, sosyoloji, tıp…
Bu eğitimler İslam gözünde herhangi birer bilgilenme çabasıdır ve eninde sonuna
zanaata dönüşecek ve insanın ahlaklanması konusunda herhangi bir imkanı
barındırmayan eğitimlerdir. İnsanı modernitenin amigosu yapacak birer basir ve
hatta çoğu zaman zararlı, yıkıcı eğitimlerdir. Şimdi düşünün koca koca
cemaatler akıl almaz paralarla kale gibi okullar inşa edip, normalde açlara,
yetimlere, yolda kalmışlara, esirlere, miskinlere, engellilere harcamaları
gereken büyük paraları “burs” adı altında ihtiyacı olmayan öğrencilere
aktarıyorlar, yani dinin garibanları finanslandırdığı paralar hayırsızlık
yolunda havaya savruluyor. İsmi bile gavurca, Avrupa dillerinde Bursary ya da
Scholarship (okulluk) deniyor, biz burs kelimesini tercih etmişiz. Yani bugün
cemaatler modernitenin imkanını sağlayacak insan kaynağını yetiştirmek için
çırpınıyorlar. Lakin bunun altında uhrevi söylem ardına gizlenmiş dünyevi gaye
var bunu hepimiz tahmin edebiliyoruz. Bakın yapısalları itibarı ile modernite dini
bir doneye indirgeyebilir, ona yer verebilir ama gelenek modernitenin herhangi
bir donesini kendi bünyesine indirgeyemez.
Sonuçta
artık aydın ve akademisyen avam nezdinde doğru bilginin kaynağı, onların, hele
de dinle bir kavgası olmayan aydının dediği her şey kesin bilgi, aydını kontrol
edecek dini bir mekanizmanın olmayışı, aydının din hakkında dahi çıkarım
yapmasına, dinin nasıl olması, nasıl yaşanması gerektiğine dair üst perdeden
konuşmasına imkan veriyor. Şeyhin, hocanın gidip yerine aydının gelmesi ve her
yeni günde aydının Şeyh ve hoca lehine güç kazanması artık dinin ve onun
donelerinin modern yaşam içerisinde bir doneler koleksiyonuna dönüştürüyor.
Eskiden aydın dindar kitle ile koordinasyonsuzluğu becerememesi modernlik
imkanlarının gecikmesi demekti. Şimdi bu imkan her geçen gün kendine yeni
alanlar buluyor. Mesela toplumun temel telkincisi haline gelmiş medya özellikle
Ramazan ve belirli dini günler hariç ilahiyatçılardan başkasına ifade hakkı
vermiyor, bugün kendi icadı olan ilahiyatı dahi modernite sadece belirli
koşullarda imkan sağlıyor. Artık dindarlar için kurulmuş kanallar dahi
politika, tarih ya da hukuk eksenli bir mesele tartışılırken herhangi bir dini
referansı umursamıyor. Modernitenin istediği akademik uzmanlaşmaydı, etrafın profesörlerle,
profesör doktorlarla sarılmış olmasıydı. Zaten laiklik, zaten sekülerite de en
başta irfan konusunda yer ile gök ilişkisinin kesilmesini arzular. En azından
yer kendi irfanı, gök kendi irfanı sınırlarında kalsın, birbirlerine müdahalesi
olmasın ister. Modern bilim her türlü insan sorununu farklı zeminlerde çözmek
ister, akademisindeki tarih, ilahiyat, biyoloji her birinin farkı zeminleri, her
bilimin uzmanı, profesörü diğerinin cahilidir. Oysa Gelenek sorunu bütüncül bir
yaklaşımla, dinin kıyasları ile çözmek ister, insanı asla Allah’tan bağımsız
bir yaratık olarak düşünmez. Bir problemi bütün vecheleri ile toplar, bir lisan
ile çözümü sunar, bir çözüm anarşizmine izin vermez. Said Nursi’nin
muhakematında belirttiği gibi sosyal bilimler insanı zahirperestliğe iter. Bu
yüzden sosyal bilimlerin hepsini toplayın “fakirliğin giderilmesine dair”
yüzlerce model sunarlar. Ama vakıf kurup aça yemeği ulaştıran, ilacı ulaştıran
Gelenektir. Gelenek modern toplumda dahi, modernizmin kendisine hayat hakkı
tanıdığı ünitelerde modernitenin yıkıntılarını insan lehine yeniden yapmaya
çalışır. Velhasılkelam aydın bugün farkında ya da olmadan geleneği yaşamdan dışlayarak
Modernizmin imkanlarını işler kılıyor. Selahaddin Darvınoğlu’nun derdi bir
gömleğe beden uydurmaktı ve başaramıyordu, şimdi saygıdeğer aydınımız bedeni
gömleğin standartları ölçüsüne yaklaştırıyor.
- O zaman bu bir kısırdöngü, gelenek modernite karşısında
başarısız oluyor. Ne yaparsa yapsın modern deryada doneleşiyor, bir nostalji,
bir müze malzemesine dönüşüyor. Bunun sebebi nedir?
Bakın
Modernitenin en büyük artısı sorgulama yetisine sahipliktir ki kendisi de
varlığını Hrsitiyan aklın, Hıristiyanlık öncesi rehberlerle sorgulanması ile
kazandı. Bu sorgu yöntemi ile önce Hıristiyanlığı aştı, Avrupa ve sonrasında da
tüm batının dini haline geldi. Bu yeteneğini hiç bırakmadı, her sorgu süreci
ona yeni bir kimlik kazandırdı, her yeni kimliği benliğine başka alanlarda
hüküm hakkı verdi, hesap vermek zorunda olduğu bir tanrısı olmaması ve göklere
dair bir derdinin olmaması yeryüzünde onu kıyasıya güçlü kıldı.
-Yani İslam, gelenek, bir doğmalar bütünü
mü?
Öncelikle
İslam bir felsefi akım değil, bir din, bünyesinde akletmeye, fikretmeye,
tefekküre izin verir, İslam sorgulamalardan hoşlanmaz ve müsadede etmez. Lakin
yanlış anlaşılmasın İslam’ın zihni modern zihinle baş edemez diyemiyoruz, tam
tersi İslam, safi İslam aklının bütün gücüyle Modernizmin kendisine açtığı
bütün savaşta daha moderniteye hamle hakkı vermeden tarumar eder. İslam
karşısında hiçbir akımın, felsefenin, kavrayışın gücü yoktur. Bizim burada
bahsini ettiğimiz, profilini çizdiğimiz prototipin bizi yanıltan tek yönü
kendisine Müslüman demesi ama yaşantı ve algıda tepeden tırnağa bir batılı
olması. Salt İslami bir kavrayışla, mümince modern deformasyona direnmesi
imkansız gibi bir şey, çünkü modernliğe karşı varlığını sorgulayıp
çıkarımlarını yaşamına yansıtması kendisine çok büyük kayıplar verecek.
Günümüzde İslam’ın bir doneler bütününe dönüşmesi, bir duygu ve kozmetik
simgeciliğinin kavrayışı haline gelmesi bu sorgulayamama yeteneğinin bir
tezahürüdür. Modernizm İslam’a karşı bir zafer kazanamayacak ama Müslümana dair
her geçen an yeni bir zafer kazanıyor. Önümüzdeki süreçte sürekli kendini taze
ve akim kılan bir modernlikle, her geçen an zavallılaşan gelenekçi-dindarı
göreceğiz.
-Yani
sorun sadece dindarlar mı, modernite sadece Gelenekle bağını koparmamaya
çalışan ama buna rağmen, dünyevi veya başka sebeplerle varlığını koruyamayan
insanı mı etkiliyor. Batının buna karşı tavrı ne, tamam Tanzimat öncesi ve
sonrası, Cumhuriyet döneminde batılıların devletin toplumla olan her türlü
müdahalesine rastlıyorduk ama artık buna rastlayamıyoruz, ya da batılıların bu
olayda fonksiyonu nedir?
Öncelikle
Batılıların artık bahsettiğiniz dönemlerdeki gibi direkt müdahalelere ihtiyacı
yok, çünkü Modernizmi var kılacak ciddi bir batılı kitlesi zaten Türkiye’de
yaşıyor. Batı bir ülkede kurumsallığını tamamladıktan sonra orayı zaten
kompradorları ile yönetir. Kompradorluk mevzuu ülkemizde sadece sosyalistlerin
ekonomi temelli tartışmalar üzerinden açtığı bir tartışma ama ya bunun kültür,
sanat eğitim boyutu? Acaba batılılar artık çalışan makineyi tekrar çalıştırma
ihtiyacı duymuyor olabilirler mi? Ara ara motora bakım yapmak, yağ koymak, vida
sıkmak onlar için yeterli oluyor olabilir mi?
- Acaba?
Türkiyeli
sanatçıların tutumlarını gözlemek bu konuda bize ip uçları verebilir, özellikle
de yurtdışında ödüllere boğulan, eserleri her geçen gün popülerleşen
sanatçılar, yazarlar, sinemacılar…
- Mesela kimler ve eserleri neden yurtdışında,
batıda gözde ve değerli?
Öncelikle şunu
söyleyeyim bu sanatçılar hakkında Türkiye’de yapılan olumsuz eleştirilerin
birçoğu Türkiye’de eleştirmenliğin nasıl çetrefilli bir basmakalıpçılık ve
nasıl garip bir sanatsal duvar olduğunu gösteriyor. Siyonistlerin Filistin
sınırına ördürdükleri duvardan bile daha yüksek ve kalın bir duvar.
Eleştirmenler artık bir sınıf gibi, kıyasıya cahil, anlayışsız, farkındalığı
bulunmayan ama; eserin muhatap olmaya mahkum olduğu ve böylece kadersizliğinin
başladığı garip bir mekanizma. Eleştirmen dediğimiz bu adamlara şiirlerimizi,
öykülerimizi, belgesellerimizi, kısa filmlerimizi gönderiyor, birçoğu yayıncılık
bünyesinde çalışan bu insanların insafında eserlerimizi insanlara ulaştırmaya
çalışıyoruz. Neyi neden kutsadıklarının, neyi neden yerdiklerinin farkında
olmayan bir sınıf. Modernite kültür sanat alanındaki varlığını bu cehaletin
gölgesinde tohumluyor. Türkiye’de nitelikli sanatçının maalesef nasıl bir bela
ile karşı karşıya olduğunu bilelim. Orhan Pamuk, Elif Şafak veya Nuri Bilge
gibi adamların bu eleştirmenlere cevap vermeye tenezzül etmemeleri belki de
giriştikleri en asil tavır. Konuşmamızı neden böyle sürdürüyoruz bilmiyorum ama
her şeyden önce Türk eleştirmeni adam olmalı, değerlendirmesine politikasını,
dini kavrayışlarını, felsefesini, idealini elbette katacaktır, görüş zaten
bunların etrafında ruh bulur ama duygusunu katmamalı, bir esere yaklaşmak
Nevizade’de şarap şişelerine yaklaşmaya benzemez veya ne bileyim bir eser bir
heves değildir, bir eserin bir insanın dimağının inşacısı olduğu görmezden
gelinemez. Yazarların, yönetmenlerin eleştirmenlerden fersah fersah daha
çalışkan ve duygusuz olduklarını görüyoruz. Sanatçılar eleştirmenlerden
çekinmesi gerekirken, eleştirmenler hangi eksikliğimizi yazar ve esere çatarak
tatmin edebiliriz havasındalar. Bunu neden böylesi yarı hınçlı bir tavırla
söylüyorum siz sormadan açıklayayım. Yurt dışında ödül alan yazar ve eserlerin
o kadar çok konuşulacak şeyi var ki… Eserlerinin tarihsel niteliği, toplumla
ilişkileri, sunumları, kişilikleri, dilleri, Batı ile hangi ilişkimizi koordine
ettikleri, bu çıkarsınımlardan varacağımız nokta ise ülke ve toplumun tarihsel
hali ve dahası… Birisi bir roman yazıyor, romandan çok yazarın etnik kökeni
konuşuluyor, birisi bir film çekiyor, filmden çok o filmden yapımcıların kaç
para kazanılacağı tartışılıyor. Bunu bizim gibiler değil, kelli felli adamlar
yapıyor, koca koca köşeler kapmış, tuğlamsı kitaplar yazmış adamlar. Sizin
sorduğunuz şu soruyu herhangi birine iletebilecek bir eleştirmene rastladınız
mı? Her zaman diyorum, bizim geleneğimizde aslında kişi ve konu her zaman
ikinci plandadır, birincil olan usuldür, konuya yaklaşım konudan bile daha
önemlidir lakin bizler maymunların hayvanat bahçesi yönettiği bir heyulanın
çocuklarıyız, fazla yakınmamamız gerek. Biz konumuza dönelim. Soru neydi, özür
dilerim.
-
Bu
sanatçıları ve eserlerini Batı gözünde seçkin kılan nedir?
Şöyle bir anımı
anlatarak başlayayım! Tahran’dayım, bir gece bir kafede oturuyorum, yaşıtım
birkaç tane insanla tanıştım, kalabalık bir grup. Dakikalarca sohbet ettik,
konuştuk, yedik içtik, sonunda içlerinden birisi bana dedi ki, bir film çektik,
yaklaşık bir ay sonra vizyonlara girecek ve çok umutluyuz, izlemek ister misin?
Elbette dedim. Filmi bir USB diskin içine kopyalayıp bana verdi. Gece ayrıldık,
otele gittiğimde filmi izlemeye başladım. Muhteşem bir konu, her dakikası
sorgu, Dostoyevski romanı gibi, sürükleyici, akıcı. Lakin filmde bir yanlışlık
vardı, o da filmdeki kimse İranlıya benzemiyordu. Tipleri, konuşmaları,
kaygıları, telaşları… İranlıları ben çok iyi tanıyorum, Tahran’ı da… İranlılar
esmer, geniş, geveze, gelenekçi, yüzlerinde garip bir huşu bulunan insanlardır.
Tahran’sa kapalılığna rağmen renkli, her köşesinde devrime dair bir done
bulabileceğiniz ve nüfusun büyük çoğunluğunun bahsettiğim insanlardan oluştuğu
resmen bir ülkedir. Belirttiğim gibi filmdeki kimse İranlıya benzemiyordu,
şehir Tahran’a benzemiyordu, kaygılar da İranlı kaygılarına. A Seperation’dan
bahsediyorum. Filme adını veren sebep çiftin İran’dan ayrılma konusunda
yaşadıkları polemikti ve bu yüzden garip
bir ayrılık doğuyordu. Vurgulardan
biri de “bu ülkede yaşanılamayacağıydı!” İranlıların aile yapısı bize çok
benzer tek bir sebepten dolayı bir karı koca ayrılmaz, ayrılamaz. Film böyle
bir Batı yücelişi ile başlıyor; İran’ın kaçılması gereken, kaçılması uğruna
ailelerin parçalandığı, ailenin parçalanma sebebinin İran’dan başka bir şey
olmadığı enteresan bir durum! Bu film gitti Oscar aldı. Asla bizim
eleştirmenlerin dediği gibi “yok efendim bu film İran’ı kötülüyor, bu yüzden
gitti ödül aldı” diyemem, filmin genel mantalitesi içerisinde İran’ın
yaşanmazlığına dair bir manzara yok, filmdeki çileler her ülkede, her insanın
başına gelebilecek, hatta batıda daha acı sonuçlar doğurabilecek basit sorunlar
ama o garip bir ayrılığın tek müsebbibi İrandı, filmin zemini bu mantıktı. Öyle
olsa kötüleme konusunda bir adaylık dalı olsa bütün ödülleri alacak olan
filmler var. Lakin şunu diyelim, bu filmi çeken objektif İranlı bir objektif
değil, bir Batılının objektifi, bir Modernleşmişin objektifi. Mesela film ben
gibi bir doğulunun yabancı olduğu bir İran ailesini yazmış, filmdeki Tahran ben
gibi bir doğulunun tamamıyla yabancı olduğu bir Tahran. Ben o tavırları çok az
İranlı’da gördüm. Yani o film batılıların gözünde Doğu içinde bir yerde Modern
bir formu sunduğu, İran gibi bir ülkede Modernizme imkan tanıdığı için
mükemmel. Tek sebep bu değil, ama ana sebep bu. Yoksa araştıralım gerek
senaryo, gerek oyunculuklar, yönetim ve teknik konularında o filmi fersah
fersah geçecek nice filmlere rastlarız ama bu film ödüllerin ödülünü alıyor?
-
Yani
Nuri Bilge’nin, Orhan Pamuk’un ya da Elif Şafak’ın eserlerinin ilgi görmesinin
sebebi de bu filmin batıda yankı uyandırma sebebi ile özdeş mi?
Öncelikle şunu
söyleyelim, bu kişilerin hiç biri tembel, beceriksiz, kötü iş çıkaran insanlar
değiller. Hepsinin eserleri çok nitelikli ve bir şekilde geleceğe akacaklar ama
bizim derdimiz onların eserlerinin sözlerinden ziyade söylemlerinden,
özlerinden bahsetmek. Bu insanlar Avrupalılar gözünde neden gözde! Modernliğe
nasıl bir imkan sağlıyorlar? Benim kendi listemde ilk sıralarda az once
bahsettiğimiz Orhan Pamuk’un Sessiz Ev adlı romanı vardır. Önemsediğim için
yukarıda söylediklerimi tekrarlayacağım kusuruma bakma! Aslında romanları
arasında en az tartışılan, popüleritesi az olan bir romandır lakin en çok
tartışılması gereken romanıdır. Çünkü roman Selahaddin Darvınoğlu gibi bir
karakteri barındırıyor. Osmanlı bakiyesi pozitivist bir aydını ki bu adam Orhan
Pamuk için Modern Osmanlı aydınının bir prototipi. Aynı tarihteki örnekleri
gibi öylesine cahil, öylesine duygusal, heyecanlı, ahmak ve çalışkan ki elini
attığı her şeyi mahvediyor. Hiçbir dirayeti olmayan bir zavallı! Yeni bir
toplum, yeni bir ahlak oluşturmak için didinen lakin hakikat ile hiçbir somut
bağı olmadığı için ahmaklıkların ve ahlaksızlıkların en bayağılarını
gerçekleştiren bir maymun. Darvınoğlu’nun eşi rolündeki ihtiyar kadın ise
umutsuz ve bütün yaşamını istemeden bu karakterin tarihine endekslemiş zavallı
bir kadın. Aslında Darvınoğulları cinslerinin mahvettiği çaresiz ama omurgalı
halkı temsil ediyor bu kadın. Tüm ömrü başına bir evlilik bağı ile bela olmuş
bu adamın pisliklerini temizlemek, onun bayağılıklarına katlanmakla geçiyor.
Yaşamındaki bütün acı kavşaklarının başrol oyuncusu Darvınoğlu. Torunlar ve
torunlardan birisini öldürecek ülkücü delikanlı ise, Darvınoğlu ve onun eşi
arasındaki çarpık ilişkinin sonucu olan gençler. Yani halkın Modernizmle
kaynaşmış görüngüleri. Bu romanı okuduğumda öylesine heyecanlanmıştım ki
etrafımda defalarca bu romanı tartıştım, arkadaşlarıma okuttum, romanın misyoneri
kesildim adeta. Bu nasıl bir tarih tasarımıydı ve bu adam koskoca bir tarihi
nasıl bu şekilde özetlemişti? O eser Orhan Pamuk’un yerli diyebileceğimiz bir
objektifle kendi tarihine baktığı son eseri diyebiliriz, sonrasında usulünü
“Kara Kitap” ile geliştirdi. Tam Batının görmek istediği bir anlatım formuna
erişti, olgunlaştı, en ciddi tartışma ve eserlerini de bundan sonra edindi
zaten. Aynı usul Elif Şafak’ta da Mahrem romanına kadar görünür. İki yazarında
bundan sonra yazdığı her metinde ciddi bir Modernizme imkan yaratma çabası
görürüz. Ne konular, ne kişiler, ne anlatım, ne söylem, ne ideoloji artık bir
yerli dimağın ötesine taşmıştır. Bu anlattığım dönemeçlerden sonra yazarlarımız
Türk yazarından ziyade Modern birer yazar haline gelmişlerdir. Mesela “Kar”
romanını ele alalım ki en önemli romanıdır Pamuk’un. Neden en önemlidir, ben bu
roman ile Nobel’i aldığına inanıyorum. Siz öyle bir Kars tahayyül edebiliyor
musunuz? Kars’a gidelim ve notlarımızı alalım, Pamuk’un anlattığı gibi bir
Kars’ı anlatmıyor olacağız. Sizce Kars’ta yaşayanlar Pamuk’un romanda diyaloga
girdikleri insanlar gibi midirler? Böyle bir Kars ve Karslılık yok. Bu roman
Modernizmin Türkiye tipi ülkelerdeki imkanlarının sadece büyük şehirlerde
değil, Türkiye’nin taşralarında da işler zeminlerinin olduğunu gösterdiği için
önemlidir. Ve romanın konusu İslamcılık! Bu romanla Pamuk İslamcılığın
şifrelerini bulmuş ve İslamcı bilinçaltının tüm verilerini öylesine ustaca
çözümlemiştir ki şaşırırız? Türkiye’deki tüm İslamcıları bir araya getirin bu
anlatının başarısının yüzde beşine ulaşamazlar, kendi bilinçaltlarını
tanımlayamazlar. Ve ilginç olanı İslamcılık gibi Modern ve kente ait bir
bilinç, Kars gibi bir taşrada çözümlenmiştir, metinde taşraya ait geleneksel tiplerden hiç biri yoktur dikkat edin,
kahramanların hepsi modern varyasyonlardır, bu metin bir sosyal bilimci için en
az Sessiz Ev kadar çıldırtıcıdır. Ben Orhan Pamuk’un Nobel ödülünü de “Kar”
romanı sayesinde aldığını düşünüyorum.
-
Peki
ya meşhur Tutunamayanlar, onda modernizme imkan yaratma kaygısı mı var. Çünkü
anlattığınız darvınoğlu karakterine benzer özellikler gösteren kahramanlara
sahip bir metin. Nedense aklıma birdenbire Oğuz Atay ve eseri geldi!
Çok güzel temas
ettiniz, bu söyleşi Tutunamayanlardan bahsetmesek yarım kalırdı. Bakın Oğuz
Atay ve Tutunamayanların derdi Modernliğe sunulmuş insan tipinin çaresizliği ve
bu tipteki farkındalıktır. Oğuz Atay Modernliğe imkan tanınmışlıkla alay eder,
bu yüzden karakterleri tarihli ama tarihsiz, kudretli ama aptal, zeki ama dengesiz,
çok sorgulayan ama sorguları işe yaramayan, sürekli benlik arayışında olan ama
hem benliği bulamayan, bulmaya çalıştıkça da ironik bir kişisizliğe bulanan bir zavallılar yığınıdır. Oğuz Atay
modern bir metin ortaya koymuştur, daha doğrusu postmodern bir metin ortaya
koymuştur çünkü Modernin yıkıcılığını modernin usulleri ile betimlemiştir.
Romanın tipolojisine dair önemli bir unsure Oblomov-Oblomovluktur ki Oblomov
Tutunamayanlardaki kahraman tipinin Rus romanındaki karşılığıdır. Oğuz Atay
romanında bir Oblomovlaştırma faaliyetine girişmez, onun derdi
Oblomovlaşmışların halini ortaya koymaktır.
-
Ya
Elif Şafak? Elif Şafak’da da bizim görmekte zaafiyet gösterdiğimiz bir ustalık
mı var?
Elif Şafak, Orhan
Pamuk’un yaptığını biraz daha acemice yapıyor. En çok satan romanı Aşk’ı ele
alalım. Tamamıyla Batılıların havsalasına hitap eden bir Sufizm, bir Mevlana ve
Tasavvuf hikâyesi! En garip olanı Elif Şafak’ın romanda tasvire yeltendiği aşk
ile Sufilerin algıladığı aşkın başkalığı! Siz romandaki Mevlana ya da Şemsin
gerçekten yaşamış olabileceğine inanıyor musunuz? Aşk romanı Türkiye’ye, Türk
kültürüne, yerelliğe ait bazı ana doneleri Modernizme adapte etme görevi
üstlendi. Tasavvuf hakkında yazılan romanlara bakın? Romanların kahramanları
hep batılı ve Egzotik bir merakla Mistisizm arayışına giriyorlar. Doğuya bir
yolculuğa çıkıyorlar, güya Doğuluların irfanına vuruluyorlar, Mevlanaları, İbni
Arabileri okuyor, mest oluyorlar. Ama sufi olmuyorlar, bu tanrıya yaklaşma
için, göklerin kapılarını çalmak için çıkılan bir yolculuk değil, ana dert
Modern kişinin bunalımını hafifletecek bir çeşni bulmak. İslam irfanının
kurumlarına mistik birer ayrıntı muamelesi yapıyorlar, Aşkı abideleştiren
adamlar batılı mistik meraklara çerez oluyor. Bunu Müslüman ismi taşıyan
yazarlar yapıyor, Moğol ordusunun yapamadıklarını Modernizme imkan tanıyan bu
insanlar yapıyorlar.
-
Batılı’lar
doğal olarak hep bu Batılı merakla yazıyorlar romanlarını, neden Elif Şafak
gibi bir çok satan hanımefendi yazınca, onu Moğol ordusuyla teşbih ediyoruz?
Anlamamız gereken
şu, onlar Batılı oldukları için böyle çalışmalar yapacaklar, başka tip
çalışmalar zaten yapamazlar. Sonuçta onlar baştan aşağı Modernliğin kodladığı
ve Moderndışı unsurları, hele de bu unsurlar Din ağacının gövdesinde filizlenen
unsurlarsa çok ama çok zor çabalarla anlayabilecek insanlar. Garip olan
İstanbullu, Konyalı, Ankaralı, Çanakkaleli insanların böylesi usullerle böyle
bir çalışmaya girişmesi. Tüm çabaları Avrupa ve Amerika’daki Modern yayıncılar,
eleştirmenler, gazeteciler benim romanımı, filmimi muhatap aldığında bana ne
gibi bir aferin çekecek. Bu insanlar Modernizm’in kompradoru ve tüm zekalarını,
emeklerini, çabalarını bu kompradorluk için harcıyorlar. Düşünün, o Modernlerle
kaynaşma çabasında olan Türkiyeli elitler İslam’ın tek ordusu olan Yeniçeri
ocağını ve o peşinde koştukları aşkın! ocağı olan Bektaşi tekkesini, tüm
Melamileri yok ettiler. Zamanla o irfanın bütün eserleri dışlandı, bütün
tekkeler kapandı, insanlar için manevi birer depo olan bu ocaklar müzeye
dönüştürüldü, o irfan sanki şeytanın nefesiymiş gibi her yerden dışlandı.
Modernizm’in üzerlerinden bir silindir gibi geçtiği ilk insanlar sufilerdi,
vahşice yok edildiler, mirasları yok edilebildiği kadar yok edildi, edilmediği
yerlerde ise tarihleri, varlıkları, toplulukları manüple edildi, dönüştürüldü.
Bakmayın bu konuda Japonlar ve biz dünyanın en karanlık tecrübesine sahibiz.
Biz İslam gibi korunaklı bir mağaraya sığındığımızdan direnebiliyoruz, onların
öyle bir mağarası olmadı. Son Samuray filmindeki bir sahneyi hatırlayın, hani
batı tipi yeni japon askerleri sokakta bir samurayın geleneksel şekilde
bağlanmış saçlarını alayla, itibarsızlaştırarak keserler. Samurayın
yalvarmasına, çektiği acıya verdikleri tek cevap kötü adam kahkahalarıdır. Bu
sahne Modernite ile ilişkinin başladığı anın resmedildiği bir sahnedir.
Modernizm öyle bir beladır ki sizi ya imha eder, ya da bir alay konusu… Size
ancak kendi meşru ölçülerinde kendinizi tanımladığınıza varlık ve ifade imkanı
verir. Orhan Pamuk ve Elif Şafak gibi edebiyatçıların açmazı romantizmleri
olacak. Özellikle Orhan Pamuk’u nostalji tutkusu kötü derecede sarsacak. Elif
Şafak ise şahsi çelişkilerini gereğinden fazla edebiyat malzemesi yapma
konusundaki direngenliği karizmasını eninde sonunda sarsacaktır. Çok farklı bir
eser yazması gerekiyor. Dışarıda tanınan Türkler açısından en şanslısı Nuri
Bilge Ceylan.
-
Neden?
Nuri Bilge Ceylan’da
Uzak filmine kadar eserlerinde yerli görüngülere rastlayabileceğimiz bir
sanatçıydı. Uzak Filmi ile İstanbul gibi bir alanda tamamen depresif,
çatışmacı, çarpık bir postmodern ilişkiler yumağını Batılılara sundu. Filmdeki
İstanbul’a bakın, tanımakta zorlanırız; Paris’in, Londra’nın o renksiz ve
kimsesiz içedönükçülüğünü kopyalamıştır sanki yönetmen Uzak filminde. Senaryo
ilginçtir, başroldeki fotoğrafçı bir Oblomovdur, emelleri, kayıpları,
yalnızlığı, hatırsızlığı arasında sıkışmış zavallı bir adamdır, İstanbul onun
zavallılığı ile tasvir edilir filmde, filmdeki İstanbul o zavallının
İstanbuludur. Uzaktan gelen ve yardımını dileyen, samimiyeti, ifadeleri,
aptallığı, ümitvarlığı ve hayalciliği ile klasik bir Anadolu çocuğudur,
direnir, yalvarır, aranır hatta dilenir ama fotoğrafçı onu dışlar, hakir ve
küçük görür, etrafında bir varlık alanı açmak istemez. Köylü çocuğun kullandığı
sigara bile Fotoğrafçı açısından içilesi değildir. Fotoğrafçı amiyane tabirle
çocuğun elinden tutmaz, çocuk bir gece sessizce çeker gider, Fotoğrafçı o kaba,
çetrefilli ve çarpık yalnızlığı ile baş başa kalır. İlginç olan yönetmen köylü
çocuğun dünyası ile İstanbul’da karşılaştığı dünyayı öylesine acayip
resmetmiştir ki izleyici zaten köylü çocuğu o dünyaya layık görmez, filmin
sonunda izleyicide “iyiki gitti” havası hakim olur, Uzak dediğimiz şey budur
işte… Fotoğrafçı çocuğa uzaktır, çocuk fotoğrafçıya, fotoğrafçı ve çocuk
İstanbula uzaktır, Film ise Türklere ve doğululara… Filmin yakın olduğu tek yer
Paris’in zemini şarapla yıkanan kültür sanat ortamlarıdır. Oysa İstanbul doğulu ve her daim şen şakrak ve
karakterleri batılılardan çok çok daha farklı olan bir heyuladır. Ben
İstanbul’a kapalı renkli gökkuşağı
derim çünkü her zaman geleneğe meydan gösteren, ifade tanıyan bir imkan sunar
ve ne kadar uğraşsanız da tamamıyla modernleştiremezsiniz. Filmlerdeki
ilişkiler, sokaktaki, evdeki ilişkilerimize benzemez. İklimler filminde
gelenekten zerre iz bulamayız çünkü karakterler de tamamıyla Türkiye’nin
modernleşmiş sınıfı, akademisyen ve sanatçılardır. Nuri Bilge bu filmde kendi
çevresel krizini Batılılara sunar ve sunumda çok da başarılı olur. Üç maymun
filmi tam bir kepazeliktir, bir ihanettir. Bu filmde Nuri Bilge Postmodern
çatışmanın ve doğurduğu insansı çarpıklığın Türk avamını –ki avamın gelenekle
bir bağı mutlaka vardır- tamamıyla kapsadığını, Türk avamının Modernizmle
ilişkisinde koordinasyon kurmakta artık sıkıntı çekmediğini tüm insanlığa
gösterir. Geleneğin bir tohum gibi korunduğu aile müessesesini çarpık bir
anlatımla geleneğe karşı kullanır. Geleneksel aile bile Modernleşmiştir bu
anlatımda, duygular gitmiştir, aile bir mekanizmaya dönüşmüştür, herkes para
adlı tanrıya bir değerini sunar. Baba hapse girer, karısının patronu ile
yatmasına ses çıkarmaz, kadın kocasının patron ile yatar oğlu bunu bilir ama
babasının patronunun verdiği para ile bir araba alır ve bu sessizliği için
yeter ve bu sessizliğe gömülen alt sınıf bir Türk ailesidir. Bir batılı göz bu
manzarayı seyretmekten hayatının en büyük hazzını alır çünkü bu onun için bütün
yönleri ile tamamlanmış bir fethin manzarasıdır. Bir zamanlar Anadolu filmi de
Orhan Pamuk’un Kar romanının muadilidir ve bu film Kırıkkale’deki bozkır
insanlarının bile artık postmodernizmi emebilecek bir olgunluğa eriştiğini
gösterir… Bir sahaftan bir roman almıştım yıllar önce, yazarını hatırlamıyorum
ama araştırsak romanı bir yerlerden bulabiliriz, belki benim Ankara’daki
kütüphanemin bir yerlerindedir. Bir Batılının Türkiye hakkında yazdığı bir
romandı, adı “Süleyman’ın Ağaçları”… Karanlık, iç bunaltan, korku romanı gibi
bir romandı ve bir Türk köyündeki cinayeti anlatıyordu. Hatta “Acaba Nuri Bilge
filmini kurgularken bu romandan etkilendi mi?” diye düşünmüştüm Bir Zamanlar
Anadolu’da yı izlerken. Aynı biçimsizlik, aynı Modern duygusallığı iki eserde
de yaşadım. Şahsım adına ilginç deneyimlerdi. Mesela yıllar önce, Almanya’da
yaşayan Türk yönetmen Fatih Akın’ın meşhur filmi “Duvara Karşı” Avrupa’da Altın
Ayı olmak üzere birçok ödülü alınca çok heyecanlandım. Filmi büyük bir iştahla
izledim ki üniversiteyi yeni bitirdiğim, modernite ve imkanları üzerine
okumalar yaptığım bir dönem. Bizim için Almanya’da, Avrupa’da, yaşayan Türkler,
üzerlerinde çok fazla ciddi araştırma ve edebiyat eserleri ile durulmasa da çok
önemli bir konudur çünkü Türkiye’de yaşayan hemen hemen herkesin bazı yakın
akrabaları bu Türklerdir. Bu Türkler açısından en büyük sorun Avrupalılaşma, bu
Türklerin üzerine incelemeler yapan, onların sosyal hareketlerini gözlemleyen
Avrupalı bilim adamları ve politikacılar için de en büyük sorun bu Türklerin
entegrasyonudur. Avrupalı bir Türk’ün Anadolu geleneği ile mutlaka bir bağı
vardır, Avrupalılaşmaya karşı bütün imkanlara set çekmiş bir aile yapısı,
gelenekten uzaklaşmanın oluşturacağı çarpıklıkların farkında olan çaresiz
işçiler ve entegre olun! diye başlarının etini yiyen politikacılar ve medya
mensupları. Çünkü Avrupa kendi bünyesinde Moderndışı tavırları sürdüren dev bir
insan kitlesi arzulamaz, Avrupa’nın biz gibi tahammül genişliği yoktur. Fatih
Akın bu cendere içerisindeki insanların ahvalini basit bir pornocu Türk kızını
başrole koyarak ve istisna bile olması zor bir kurgu üzerinden usta bir
yönetmenlikle Avrupa’ya sundu. Avrupa’nın hayalindeki Avrupalılaşmış Türk
insanı, Avrupa için ideal Türk insanı prototipini ustaca anlattı. Ayrıca
gelenekçi işçilerin çocuklarının Avrupa modernliği için nasıl zeminler haline
geldiğini muhteşem bir sanatsal dille tüm dünyaya gösterdi. Almadık ödül
bırakmadı, dünyanın sayılı yönetmenleri arasına girdi. Türkiye’deki medya ise
bir Türk! yönetmenin Avrupalılarca! nasıl teveccühle anıldığını, ödüllere
boğulduğunu öve öve bitiremediler? Film sanatsal değeri çok yüksek olduğu için
değil, Modernliğin nasıl bir zeminde tecessüm edebileceğini gösterdiği için
muhteşemdi! Değindiğimiz gibi, başrol oyuncusunun seçimi de ayrı bir
enstantaneydi. Hani başta eleştirmenlere değindim ya, bize bu filmleri öve öve
bitiremeyen ya da filmlerin ardındaki sosyal bilimsel hakikati okuyamayan
tipler, zaten Modernizmin mekteplerinde, geleneğe dair hiçbir formu, algıyı,
hakikati bilmeden yaşamış tipler… Neye hizmet ettiklerini, neye sahip çıkıp
çıkmayacaklarına karar verememiş tipler. Ha bilenleri var mı, istikametleri
sabit onlarcası var. Onlar zaten amiyane tabirle şeytanın arka ayağı. Batılı
ödül dağıtıcılardan kat kat daha hain tipler.
-
Yani
bu insanlar bu eserleri kötü niyetlerle mi hazırlıyorlar?
Hayır, ne demek, bir
kötü niyete, bir komplo ve entrika mantığına sahip değiller, burada komplocu
olan modern tarihin kendisi; ama şunu diyebiliriz, bu sanatçılar kanıksadıkları
gerçeği roman ve film şeklinde açığa vuruyorlar. Bu insanların, yani Türk aydınının
nasıl bir dünya ve insan tasavvuru olduğunu öğrenmemiz için bu eserler en iyi
kaynaklar. Batı ve çelişkisi ile olan ilişkimizin aynaları! Batı 11 Eylül’den
sonra Türklerden modernliğe imkan yaratmalarını istemedi, daha doğrusu, Batı
Türklerden hiçbir zaman Modernlik üretmesini istemedi ama ürettiği Modernliğe
Ortadoğu’da hazırlanacak zeminlerin, imkanların Türkler tarafından üretilmesini
istedi. Bunun için önce Türk aydınının ve Türk sanatçısının ödüle boğulması,
dünya üzerinde popüler edilmesi gerekiyordu. Türklerin gerek teknik, gerekse
muhteva olarak insanlığa hitap eden eserler üretebilmesi gerekiyordu ve 2000’li
yılların başından itibaren Türkler bu olgunluğa eriştiler. Başta Türk
şarkıcılar, ardından edebiyatçılar ve sinemacılar, önce Orta Doğu aydınını
sonrasında da klipler, şarkıcılar ve diziler vasıtasıyla da Orta Doğu avamına
modernleşme zeminlerini hazırladılar. Çünkü Batının klasik Modernleşme usulleri
İslam dünyasının sadece elitlerine nüfuz ediyordu, kontenjanı kısıtlı okullar,
burslar toplumun tümünü dönüştürmeye yetmezdi ve bu şekilde bir toplum dönüştürülmeye
çalışsa gerek altyapı, gerek ekonomik olarak ciddi bir risk içeriyordu. Halklar
11 Eylül öncesine kadar ABD ve Avrupa’dan gelen her şeye temkinli yaklaşıyor,
her türlü eylem, söylem ve yayını kafir yayılmacılığı olarak görüyor ve elinden
geldiğince reddediyordu. Lakin her zaman karizmatik gördükleri ve İslami
kimliğinden sıyrılmamış Türklerin ürettiği ve yaydığı söylem ve eyleme, Bir
Amerikan ya da bir Fransızın üretip yaydığı söylem ve eylem gibi yaklaşamıyordu
ve Müslüman kardeşinin ürettiği imkanın şekli, diğerlerinin ürettiği imkan
şekline gore daha masumdu. Türk dizilerine, Türk filmlerine bir pazar imkanı
yaratılıp Arap dünyasında popüler edilmesinin sebebi budur. Normalde sokaktaki
bir Türkün gündeliği ile alakalı olmayan bu kurgular şu anda Ortadoğu’nun en
çok takip edilen, benimsenen ürünleridir. Türklerin dizilerdeki toplum formu
yaşanası, meşru bir form olarak sabah akşam ailelerce izlenmekte, başrol
karakterleri kahraman olarak benimsenmektedir. Bu dizilerin, filmlerin ve
benzer donelerin her biri “Türklerin başardığını siz de başarabilirsiniz”
telkinidir. Bu önemli bir konu eğer içine girersek çok dağılırız…
-Şunu da sorayım,
burada bir algı problemimi var, yani bizim aydınımız! Başına ne geldiğinin
farkında mı değil? Batı karşısında bu çöküşün farkında olup, buna tedbir niyeti
ile düşünce, fikir, tasarım üreten aydın ve sanatçılarımız olmadı mı?
Öncelikle, Lale
devri ile beraber Batılılaşma içselleşmeye başladı, tedrici olarak Medrese ve
Kışla dışındaki bütün elitler varlık gücünün, varolabilme ve mücadele edebilme
gücünün bir batı varyasyonuna dönüşmek ile kaim olabileceğini kanıksadılar.
Zamanla medresede de bu algı hakim oldu, bu algının bir türlü yerleşemediği
kurum olan Yeniçeri ocağı ve Bektaşi tekkeleri yok edildi. Aslında bu yok ediş
ve zorla dönüştürme süreçleri de elitlerin Batılılaşmayı kanıksayışının bir
tecellisiydi. Benim hep şaşırdığım şudur, özellikle Osmanlı bakiyesi olan
Cumhuriyet yazarlarına baktığımızda her biri büyük birer sanatçı olan bu
yazarların önemli eserlerinin aslında birer Batılılaşma eleştirisi olduğunu
görürürüz; onlar Modernleşmenin nüfuz alanını her geçen süreçte artırmasından
ve özellikle birey ve ardından aileyi dönüştürmesinden kıyasıya rahatsızlardır.
Mesela Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kiralık Konak’ında, Reşat Nuri Güntekin,
Yaprak Dökümü’nde , Safveti Ziya, Salon Köşelerin’de (bu metin Cumhuriyet
öncesi bir metindir ama muhtevası açısından saydıklarımızla özdeştir) Peyami
Safa, Fatih Harbiye’sinde ve sayabileceğimiz bir çok örnekte hepsi modernitenin
imkan bulduğu ailelerin çarpık tutumlarını tasvir ederler. Garip olanı bu
garabetin farkında olmalarına rağmen ortaya “olması gerekeni” koyamamalarıdır!
Bunun bence iki sebebi var! Birincisi; bu yazarlar geleneğin farkında olan,
geleneksel ortamlarda yetişmiş ve bu yüzden karşılarındaki manzarayı çok iyi
çözümleyebilen birer zihne sahiplerdi. Lakin aynı zamanda bu yazarlar sınıfsal
olarak aristokrat, aileleri bürokrasi ile içli dışlı, geleneği bilmekle asıl
eğitimlerini batılı kurumlarda alan ara formlardı. Yıkıcılığı görselerde bu
yıkıcılığı moderniteden ziyade Yeni Türk İnsanı’nın maymun iştahlılığı ve
özentici karakterine bağladılar. Yani gelişme, refah, aydınlanma, kalkınma için
modernleşme şarttı ama bu modernleşmeyi beceremeyen zavallı Türk insanıydı.
İkincisi de yaşadıkları dönem politik olarak devletin bütün gücü ile bakiye
bütün kurumları ve toplumu şaşılası bir azimle modernleştirmeye çalıştığı bir
dönemdi ve devletin o dönemde gelenekçi-dini müdahaleleri öneren bir aydını
dinlemesi bir yana, onun faaliyetlerine tahammül etmesi dahi mümkün değildi. Bu
bağlamda aynı zamanda bir çoğu bürokrat olan bu yazarların devletin resmi
ideolojisinin önerdiği çözümler dışında çözümleri önermeleri de olanaksızdı.
Zaten sonrasındaki süreçte bu tip aile merkezli modern konumlanmaları eleştiren
eserler yazılmayı bırakıldı. 1960’lardan sonar kimi İslamcı yazarlar bu tip
eserler telif ettiler lakin bu eserler metin niteliği açısından çok zayıflardı
ve Modern tutumlara karşı genel bir tavır almaktan ziyade bir çoğu Müslüman
kişi veya yığınların modernite ile uyuşarak yaşayabileceğini ama dindarlığından
taviz vermemesi gerektiğini vurgulayan ideolojisiz metinlerdi. İslamcı
romancının metinleri moderniteden ziyade Modernitenin çarpıttığı insan tipini
hedef alıyordu ve ideolojik bir akımdan ziyade bir roman furyası oluşturdular.
-
Şunu
sormak istiyorum, halk bu sanatçı ve eserlerine çok büyük ilgi gösteriyor. Elif
Şafak’ın pembe kitabı, hayatında ilk okuduğu roman olan milyonlar var.
Masumiyet Müzesi, ilk baskısında yüz bin basılmıştı, şimdi onuncu baskıda,
üstelik kitabın fiyatı da, dört kişilik çekirdek bir ailenin on beş günlük
ekmek ihtiyacına muadil. Ayrıca örnek verebileceğimiz diğer eserler… Bunu
toplum Batı zihnini kendi zihnine kopyalamaya çok hevesli diye mi algılamalıyız?
Bakın bu bir
kandırmaca! Halkın bu sanatçılara ilgi göstermesinin sebebi avamlıklarını
bastırmak, sanki girift bir kurgu ve güçlü bir dile sahip bu eserlerden
anlıyormuş görünerek kendilerini sınıfsal olarak başka bir konumda hissetmek.
Bu tip eserleri kolaylıkla okuyan ve anlayan insan sınıfı bellidir. Sonuçta bu
kişiler dünyanın en büyük dağıtımcıları ve yayıncıları ile çalışıyorlar ve
eserlerinin ticari değeri çok yüksek. Şüphesiz halk kitlelerinin karşılaşmaktan
haz aldığı unsurların da olduğu eserler ama unutulmasın ki sanatçılar bu tip
eserleri en başta batılı eleştirmenlerin beğenisi için yazar. Hem bakın biz bu
eserler kalitesiz ya da ilgi çekmeyecek eserler demedik. Bizim derdimiz bu
eserlerin tasvirlerindeki ayrıntılara bakmak, şeytan yakalamaya çalışıyoruz.
Ayrıca bu eserlere dair sürekli bir medya desteği var, her geçen an
popülerlikleri artan, reel birer reklam malzemesi olan insanlardan
bahsediyoruz. Bu bir propaganda savaşı ve avamın medya ile olan çarpık ilişkisi
bu sanatçıların gücüne güç katıyor. Medya bu imkanın yumurtalığı
diyebileceğimiz zemin. medya kamuyu bilgi sahibi yapmak için değil, kamuya
yalanı ve her türlü çarpıklı hakikat diye kanıksatmak için vardır. Ve zaten avamda hakikate değil manüplasyona
düşkündür. Mesela geçenlerde İstanbul’da, Boğaziçi üniversitesinde bir Orhan
Pamuk ve Umberto Eco buluşması olacağı ve bu ikilinin kurgu ve tarih üzerine
bir söyleşi yapacağı duyuruldu, acayip bir medya kampanyası… Söyleşi internet
üzerinden yayınlandı, kimi aydınlar bu buluşmadan garip bir gururla
bahsettiler, sanki dünyanın en büyük kültür buluşması gerçekleşiyordu? Buluşma
gerçekleşti ve ortaya aslında ciddiye alınabilecek bir fikir ya da bütün
düşünceleri alt üst eden bir entelektüel tasarım çıkmadı. Bir de oturup “insanların
çoğu aptaldır” gibisinden bir laf ettiler. Yani modern aydın, moderniteyi
üreten aydın zaten avamın modernlik derecesinden memnun olmaz. Neden Pamuk ve
Eco buluşması? Eco herhangi bir yazar değildir ve onun herhangi biri
olmayışının sebebi Avrupa’nın tarih algısını modernizm lehine yönlendirmiş
büyük düşünürlerden biri olmasıdır. Faucault Sarkacı ve Gülün Adı en önemli
eserleridir, muhteşem metinler, muazzam ama hain bir tasarım! Faucault
Sarkacı’nda yazar Hıristiyanlığın evrimini okuyucuya izletir, romanı okudukça
(Batıl) Hıristiyanlığın Modernizm karşısındaki yenilgisinin kaçınılmaz olduğu
vurgulanır, modernite nihai sondur, Hristiyanlık karanlığı ve belirsizliği
temsil eder, modern ise kesin bilgilerle donanmış özgür beynin aydınlığını!
Gülün Adı çok daha önemli bir metindir, Eco’ya uluslar arası ününü
kazandırmıştır. Eco Hıristiyanlığı ve onun yürütücü alimlerini (keşişlerini)
skolastik dünyanın göbeğinde bir manastırda olabildiğine puslu, karanlık,
zavallı ve entrikalarla dolu bir düzenek olarak tasvir etmiştir. Bir yanda
baştan ayağa yobazlığa batmış, algı zavallısı, akılsız keşişler, diğer tarafta
Aristo’nun gülmeye dair bir eseri. Yobaz keşişler öyle aşağılık adamlardır ki (!)
Avrupa halkları aydınlanmasın, Hıristiyanlık öncesi Avrupa’nın en önemli
birikimi olan Antik Yunan felsefesini keşfetmesinler diye Yunan klasiklerini
dehlizlerle, labirentlerle çevrili mahzenlerde saklamışlar, bu eserler
bulunursa okuyan ölsün diye de sayfa kenarlarına zehir sürmüşlerdir, hani
insanlar kitap sayfalarını karıştırırken kolaylık olsun diye parmaklarını
dilleriyle ıslatırlar ya! Otomatikman parmak zehri sayfadan alıp dile
ulaştırır. Soruşturma sürecindeki tasvirler, engizisyon yetkililerinin
tavırları, bu muazzam metindeki her şey ama her şey Hıristiyanlık aleyhineydi.
Romanın sonunda yok olan bir engizisyon ve yanan koca bir manastır. Romandan
uyarlanan filmin son sahnelerinden biri çok ilginçtir, Sean Conery kucağında
bir baba şefkati ile taşıdığı Yunan klasikleri ile yanan manastırdan kurtulur.
Bu kucağı kitapla dolu kaçış, Hıristiyan aklından modern akla kaçıştır. Fazla
uzatmazsak işte İtalya ve Türkiye’nin baştan aşağı Modernite imkancısı iki
yazarını getirip konuşturdular ve konuşmadan da bir şey anlaşılmadı, ortaya bir
şey çıkmadı, insana ve onun dertlerine dair hiçbir cümle sarfedilmediği gibi
bir de yazarların beyanıyla insanlar “aptal” yerine kondu. Bu konuşma büyük
buluşma diye günlerce anons edildi, duyuruldu, kampanyası yapıldı. Modern
iletişim kurum ve araçları kendi ideolojilerinin propagandasını en yetenekli
şekillerde gerçekleştiriyorlar. Yoksa avamın teveccühü bu mevzuları kıyaslarken
baz almamız gereken bir unsur değil. Avamın teveccühü hakikatin şeklini
belirlemez.
-
Bir
İran filminden bahsettik en başta, mesela Cafer Pehani ve Abbas Kiyarüstemi örnekleri
var. Bunlar da bahsettiğiniz örneklerin türevleri midir?
Hayır, bu kişiler
İran toplumundaki çarpıklıkları ve köşeye sıkışmış insanların öykülerini
anlatıyorlar. Bizdeki Zeki Demirkubuz veya Yılmaz Güney örneğindeki gibi. Dert
yerli, dil, söylem, kahramanlar, çarpıklık, çözümsüzlük veya çözüm yerli.
Onların eserleri ile az önce bahsini ettiğimiz kişilerin eserleri ve usulleri
çok farklı. Her aykırılık Modernizme imkan sağlama çabası olarak
algılanmamalıdır. İran örneğinde Bahman Gobadi örneğine dikkat etmemiz gerekir,
Mısır’da aynı konumda ünlü ve gelmiş geçmiş en yetenekli yazarlardan olan Necip
Mahfuz dikkat etmemiz gereken bir örnektir. Günümüzde gerek sokak, gerek
akademi Modernite imkancılarını klonlamaktatır, Batıdışı coğrafyada her geçen
gün yeni örnekler ile karşılaşacağız, dolayısıyla her örnek üzerinde
konuşabiliriz lakin bu çok hacimli bir konuşma olur.
-
Peki,
bu tüm zekalarını, emeklerini, çabalarını modernizm kompradorluğu için harcayan
kitleye karşı, ne öneriyorsunuz, dermanımız nedir?
Şimdi karşımızdaki
bir sorun, Türkiye’de dediğim gibi tartışılmayan, tartışılamayan bir sorun ve
önümüzde popülerlik gibi bir bela ile çıkan bir sorun. “Sanatçıların modernizme
İmkan yaratma sorunu?” Bu Türkiye’deki akıl mevzuna dair en büyük sorunlardan biri
ki belki de politik-tarihi sorunlar yumağımızdaki karşılığı ve etkisi Kürt
sorunu kadar büyük bir sorun. Ve somut bir sorun değil, soyut bir sorun, bir
düşünce ve anlam bunalımı sorunu. Dolayısıyla yapmamız gereken tek şey modernizme
tanınan bu imkan ve eserleri eleştirmek, modernizme imkan tanımayan yeni
eserler oluşturmak. Bu eserlere kutsal kitap muamelesi yapan insan yığınlarına
bir farkındalık oluşturmak, ne ile karşı karşıya olduklarını anımsatmak. Daha
da önemlisi, şunu unutmamak zorundayız. Modernizm evrensel bir fitne,
efendimizin asm dünyanın sonuna dair ümmetine sunduğu bütün verilerde
bahsettiği o Deccal fitnesi. Dolayısı ile Eskatolojik değeri olan ve dünyanın
sonunu hazırlayan bir etmenden bahsediyoruz. Bizim gücümüz bu fitneye karşı
sadece uyarıcı olabilmeye yeter, çünkü bu baş edilebilecek bir kriz değil, bir
farkındalık uyandırmak yeterli bir eylem olacaktır. modernite mevzusu açıldığı
zaman olayı bir Medeniyet çekişmesi şeklinde algılayan ve buna gore söylem ve
eylem geliştiren bir muhafazakar aydın kitlesi mevcut. Geçmişte, önemli
düşünürler olan Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, İsmet Özel gibi Müslüman
entelektüeller bir medeniyet kaygısı ile hareket ettiler, dertleri modern medeniyetin
karşısına Müslüman bir Doğu medeniyeti dikebilmekti. İslamcı aydının Osmanlı
vurgusunun altyapısında da bu kaygı vardı. Anlayamadıkları şu oldu: Modernizm
bir medeniyet değildi, tam tersi medeniyet öğütücü, medeniyetler üstü,
antimedeni amorf bir yapı idi. Modernizm karşısına dikebileceğiniz tarihsel bir
model yoktu, Batı dışı dünyanın en kudretli örneği olan Osmanlı İmparatorluğu
dahi son ikiyüz yılını modernitenin bir varyasyonu olmak için harcamıştı. Yeniçeri Ocağına atılan ilk topun fitili
ateşlendiği anda ortada Osmanlı bir medeniyet olarak tanımlanma şansını dahi
yitirmişti. Son olarak, tarih boyunca “İslam Medeniyeti” diye bir şeyde olmadı,
Medine’de geçirilen 13 yıl ütopik ve şaşına asla yaklaşılmayacak bir dönemdi ve
bu dönem baz alınarak bir tarih ve toplum tasarımı inşa edilemezdi. Zaten tarih
ve toplum tasarlamak modern bir tutumdu, İslamcılık denen İslam’ın antikültürü
heyulayı oluşturan şeydi. İslam yapısı itibarı ile yığın üzerinde tecelli
edebilecek bir kuramlar bütünü değildi, bir dindi ve dinlerin gayesi de toplum
inşa etmek değil, bireye müminlik imkanları sağlamaktır. Bakın “Mümin” İslam
Medeniyeti dediğimiz şeyin ta kendisidir. Dolayısı ile Modern entellektüelin
kuramcılığı ve tasarımcılığı dinin imkanlarına alan hazırlamaya yetmediği gibi,
bu imkanları oluşturanlara da vakit ve enerji kaybettirdi. Dolayısı ile
mücadele demeyelimde, farkındalığı canlı tutmanın tek yolu Kuran ve Ehlibeyt
hakikatinin canlı tutulması ve alınacak her türlü gündelik ve evrensel tavrın
dinin temel verilerine gore alınmasıdır. Belki buna çabalayarak Toynbee’yi
haksız çıkarabiliriz?
-Toynbee’yi haksız çıkarmak!
Üniversite’de kimi hocalarımız
Toynbee’nin bir sözünü öyle bir övgü ile tekrarlardı ki, aldıkları haz bana
garip bir utanç verirdi. Toynbe “Batı medeniyetinin en büyük eseri Türkiye
Cumhuriyetidir.” Bu ne demektir biliyor musunuz? Tarih Modernizmi bütün
tasarımların üzerine çıkardı, çünkü İslam’ın batı ile karşılaştığı son karakter
Osmanlı karakteriydi ve bu karakterin bir batı varyasyonuna dönüşmesi herhangi
bir durum değildir. Düşmanınızı herhangi bir askerinize çevirmiş olmak,
savaşmadan kazanılabilecek en büyük zaferdir! Bu kadar yeterli oldu sanırım.
-Teşekkür ederim!
-Ben
teşekkür ederim.