YURTDIŞINDA ÖDÜL ALAN TÜRK SANATÇILAR ÜZERİNE YAPILAN SÖYLEŞİ
Hüseyin Arslan'ın Özkan Şahin ile söyleşisi
-Çeşitli
sanatçılarınız Batılı ülkelerde çok ciddi ödüller aldılar ve bu yazarların ve
ödüllerin sayılarının artacağı da bir malum. Peki bu sanatçıları ve eserlerini
Batı gözünde seçkin kılan nedir?
-
Öncelikle
şunu söyleyeyim bu sanatçılar hakkında Türkiye’de yapılan olumsuz eleştirilerin
birçoğu Türkiye’de eleştirmenliğin nasıl çetrefilli bir basmakalıpçılık ve
nasıl garip bir sanatsal duvar olduğunu gösteriyor. Siyonistlerin Filistin
sınırına ördürdükleri duvardan bile daha yüksek ve kalın bir duvar. Eleştirmen
dediğimiz bu adamlara şiirlerimizi, öykülerimizi, belgesellerimizi, kısa
filmlerimizi gönderiyor, birçoğu yayıncılık bünyesinde çalışan bu insanların
insafında eserlerimizi insanlara ulaştırmaya çalışıyoruz. Türkiye’de nitelikli
sanatçının maalesef nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğunu bilelim, bu bir
kadersizlik. Orhan Pamuk, Elif Şafak veya Nuri Bilge gibi adamların bu eleştirmenlere
cevap vermeye tenezzül etmemeleri belki de giriştikleri tek asil tavır.
Konuşmamıza neden böyle başladık bilmiyorum ama her şeyden önce Türk
eleştirmeni adam olmalı, değerlendirmesine politikasını, dini kavrayışlarını,
felsefesini, idealini elbette katacaktır, görüş zaten bunların etrafında ruh
bulur ama duygusunu katmamalı, bir esere yaklaşmak Nevizade’de şarap şişelerine
yaklaşmaya benzemez veya ne bileyim bir eser bir heves değildir. Yazarların,
yönetmenlerin eleştirmenlerden fersah fersah daha çalışkan ve duygusuz olduklarını
görüyoruz. Sanatçılar eleştirmenlerden çekinmesi gerekirken, eleştirmenler
hangi eksikliğimizi yazar ve esere çatarak tatmin edebiliriz havasındalar. Bunu
neden böylesi yarı hınçlı bir tavırla söylüyorum siz sormadan açıklayayım. Yurt
dışında ödül alan yazar ve eserlerin o kadar çok konuşulacak şeyi var ki?
Eserlerinin tarihsel niteliği, toplumla ilişkileri, sunumları, kişilikleri,
dilleri, Batı ile hangi ilişkimizi koordine ettikleri, bu çıkarsınımlardan
varacağımız nokta ise ülke ve toplumun tarihsel hali ve dahası… Birisi bir
roman yazıyor, romandan çok yazarın etnik kökeni konuşuyor, birisi bir film
çekiyor, filmden çok o filmden yapımcıların kaç para kazanılacağı tartışılıyor.
Bunu bizim gibiler değil, kelli felli adamlar yapıyor, koca koca köşeler
kapmış, tuğlamsı kitaplar yazmış adamlar. Sizin sorduğunuz şu soruyu herhangi
birine iletebilecek bir eleştirmene rastladınız mı? Her zaman diyorum, bizim
geleneğimizde aslında kişi ve konu her zaman ikinci plandadır, birincil olan
usuldür, konuya yaklaşım konudan bile daha önemlidir lakin bizler maymunların
hayvanat bahçesi yönettiği bir heyulanın çocuklarıyız, fazla yakınmamamız
gerek. Biz konumuza dönelim. Soru neydi, özür dilerim.
-
Peki
bu sanatçıları ve eserlerini Batı gözünde seçkin kılan nedir?
-
Şöyle
bir anımı anlatarak başlayayım! Tahran’dayım, bir gece bir kafede oturuyorum,
yaşıtım birkaç tane insanla tanıştım, kalabalık bir grup. Dakikalarca sohbet
ettik, konuştuk, yedik içtik, sonunda içlerinden birisi bana dedi ki, bir film
çektik, yaklaşık bir ay sonra vizyonlara girecek ve çok umutluyuz, izlemek
ister misin? Elbette dedim, Filmi bir USB diskin içine kopyalayıp bana verdi.
Gece ayrıldık, otele gittiğimde filmi izlemeye başladım. Muhteşem bir konu, her
dakikası sorgu, Dostoyevski romanı gibi, sürükleyici, akıcı. Lakin filmde bir
yanlışlık vardı, o da filmdeki kimse İranlıya benzemiyordu. Tipleri,
konuşmaları, kaygıları, telaşları… İranlıları ben çok iyi tanıyorum, Tahran’ı
da… İranlılar esmer, geniş, geveze, gelenekçi, yüzlerinde garip bir huşu
bulunan insanlardır. Tahran’sa kapalı, renkli, her köşesinde devrime dair bir
done bulabileceğiniz ve nüfusun büyük çoğunluğunun bahsettiğim insanlardan
oluştuğu resmen bir ülkedir. En başta filmdeki kimse İranlıya benzemiyordu,
şehir Tahran’a benzemiyordu, kaygılar da İranlı kaygılarına. A Seperation’dan
bahsediyorum. Filme adını veren sebep çiftin İran’dan ayrılma konusunda
yaşadıkları polemikti ve bu yüzden bir
ayrılık doğuyordu. İranlıların aile yapısı bize çok benzer tek bir sebepten
dolayı bir karı koca ayrılmaz, ayrılamaz. Film böyle bir Batı yücelişi ile
başlıyor, İran’la hiçbir alakası olmayan bir film. Bu film gitti Oscar aldı.
Asla bizim eleştirmenlerin dediği gibi “yok efendim bu film İran’ı kötülüyor,
bu yüzden gitti ödül aldı” diyemem. Öyle olsa kötüleme konusunda bir adaylık
dalı olsa bütün ödülleri alacak olan filmler var. Lakin şunu diyelim, bu filmi
çeken objektif İranlı bir objektif değil, bir Batılının objektifi, bir
Modernleşmişin objektifi. Mesela film ben gibi bir doğulunun yabancı olduğu bir
İran ailesini yazmış, filmdeki Tahran ben gibi bir doğulunun tamamıyla yabancı
olduğu bir Tahran. Ben o tavırları çok az İranlı’da gördüm. Yani o film
batılıların gözünde Doğu içinde bir yerde Modern bir formu sunduğu, İran gibi
bir ülkede Modernizme imkan tanıdığı için mükemmel. Tek sebep bu değil, ama ana
sebep bu.
-
Yani
Nuri Bilge’nin, Orhan Pamuk’un ya da Elif Şafak’ın eserlerinin ilgi görmesinin
sebebi de mi aynı?
-
Öncelikle
şunu söyleyelim, bu kişilerin hiç biri tembel, beceriksiz, kötü iş çıkaran
insanlar değiller. Hepsinin eserleri çok nitelikli ve bir şekilde geleceğe
akacaklar ama bizim derdimiz onların eserlerinin sözlerinden ziyade
söylemlerinden, özlerinden bahsetmek. Bu insanlar Avrupalılar gözünde neden
gözde! Modernliğe nasıl bir imkan sağlıyorlar? Benim kendi listemde ilk onun
üst sıralarında Orhan Pamuk’un Sessiz Ev adlı romanı vardır. Aslında romanları
arasında en az tartışılan, popüleritesi az olan bir romandır lakin en çok
tartışılması gereken romanıdır. Çünkü roman Selahaddin Darvınoğlu gibi bir
karakteri barındırıyor. Osmanlı bakiyesi pozitivist bir aydını ki bu adam Orhan
Pamuk için Modern Osmanlı aydınının bir prototipi. Aynı tarihteki örnekleri gibi
öylesine cahil, öylesine duygusal, heyecanlı, ahmak ve çalışkan ki elini attığı
her şeyi mahvediyor. Hiçbir dirayeti olmayan bir zavallı! Yeni bir toplum, yeni
bir ahlak oluşturmak için didinen lakin hakikat ile hiçbir somut bağı olmadığı
için ahmaklıkların ve ahlaksızlıkların en bayağılarını gerçekleştiren bir
maymun. Darvınoğlu’nun eşi rolündeki ihtiyar kadın ise umutsuz ve bütün
yaşamını istemeden bu karakterin tarihine endekslemiş zavallı bir kadın.
Aslında Darvınoğulları cinslerinin mahvettiği çaresiz ama omurgalı halkı temsil
ediyor bu kadın. Tüm ömrü başına bir evlilik bağı ile bela olmuş bu adamın
pisliklerini temizlemek, onun bayağılıklarına katlanmakla geçiyor. Yaşamındaki
bütün acı kavşaklarının başrol oyuncusu Darvınoğlu. Torunlar ve torunlardan
birisini öldürecek ülkücü delikanlı ise, Darvınoğlu ve onun eşi arasındaki
çarpık ilişkinin sonucu olan gençler. Yani halkın Modernizmle kaynaşmış
görüngüleri. Bu romanı okuduğumda öylesine heyecanlanmıştım ki etrafımda
defalarca bu romanı tartıştım, arkadaşlarıma okuttum, romanın misyoneri
kesildim adeta. Bu nasıl bir tarih tasarımıydı ve bu adam koskoca bir tarihi
nasıl bu şekilde özetlemişti? O eser Orhan Pamuk’un yerli diyebileceğimiz bir
objektifle kendi tarihine baktığı son eseri diyebiliriz, sonrasında usulünü
“Kara Kitap” ile geliştirdi. Tam Batının görmek istediği bir anlatım formuna
erişti, olgunlaştı, en ciddi tartışma ve eserlerini de bundan sonra edindi
zaten. Aynı usul Elif Şafak’ta da Mahrem romanına kadar görünür. İki yazarında
bundan sonra yazdığı her metinde ciddi bir Modernizme imkan yaratma çabası
görürüz. Ne konular, ne kişiler, ne anlatım, ne söylem, ne ideoloji artık bir
yerli dimağın ötesine taşmıştır. Bu anlattığım dönemeçlerden sonra yazarlarımız
Türk yazarından ziyade Modern birer yazar haline gelmişlerdir. Mesela “Kar”
romanını ele alalım ki en önemli romanıdır Pamuk’un. Neden en önemlidir, ben bu
roman ile Nobel’i aldığına inanıyorum. Siz öyle bir Kars tahayyül edebiliyor
musunuz? Kars’a gidelim ve notlarımızı alalım, Pamuk’un anlattığı gibi bir
Kars’ı anlatmıyor olacağız. Sizce Kars’ta yaşayanlar Pamuk’un romanda diyaloga
girdikleri insanlar gibi midirler? Böyle bir Kars ve Karslılık yok. Bu roman Modernizmin
Türkiye tipi ülkelerdeki imkanlarının sadece büyük şehirlerde değil,
Türkiye’nin taşralarında da işler zeminlerinin olduğunu göstermiştir. Ve
romanın konusu İslamcılık! Bu romanla Pamuk İslamcılığın şifrelerini çözmüş ve
İslamcı bilinçaltının tüm verilerini öylesine ustaca çözümlemiştir ki?
Türkiye’deki tüm İslamcıları bir araya getirin bu anlatının başarısının yüzde
beşine ulaşamazlar.
-
Peki
ya Elif Şafak?
-
Elif
Şafak, Orhan Pamuk’un yaptığını biraz daha acemice yapıyor. En çok satan romanı
Aşk’ı ele alalım? Tamamıyla Batılıların havsalasına hitap eden bir Sufizm, bir
Mevlana ve Tasavvuf hikâyesi! En garip olanı Elif Şafak’ın romanda tasvire
yeltendiği aşk ile Sufilerin algıladığı aşkın başkalığı! Siz romandaki Mevlana
ya da Şemsin gerçekten yaşamış olabileceğine inanıyor musunuz? Aşk romanı
Türkiye’ye ait bazı ana doneleri Modernizme adapte etme görevi üstlendi.
Tasavvuf hakkında yazılan romanlara bakın? Romanların kahramanları hep batılı
ve Egzotik bir merakla bir mistisizm arayışına giriyorlar. İslam irfanının
kurumlarına mistik birer ayrıntı muamelesi yapıyorlar, Aşkı abideleştiren
adamlar batılı mistik meraklara çerez oluyor. Moğol ordusunun yapamadıklarını
Modernizme imkan tanıyan bu insanlar yapıyorlar.
-
Ama
Batılılarında benzer romanları, çalışmaları var?
-
Anlamamız
gereken şu, onlar Batılı oldukları için böyle çalışmalar yapacaklar, başka tip
çalışmalar zaten yapamazlar. Garip olan İstanbullu, Konyalı, Ankaralı,
Çanakkaleli insanların böylesi usuller böyle bir çalışmaya girişmesi. Tüm
çabaları Avrupa ve Amerika’daki Modern yayıncılar, eleştirmenler, gazeteciler
benim romanımı, filmimi muhatap aldığında bana ne gibi bir aferin çekecek. Bu
insanlar Modernizm’in kompradoru ve tüm zekalarını, emeklerini, çabalarını bu
kompradorluk için harcıyorlar. Düşünün, o Modernlerle kaynaşma çabasında olan
Türkiyeli elitler İslam’ın tek ordusu olan Yeniçeri ocağını ve o peşinde
koştukları aşkın! ocağı olan Bektaşi tekkesini, tüm Melamileri yok ettiler.
Modernizm’in kazığını yiyen ilk insanlar bunlardı ve bu kazığı nasıl bir
fecaatle yediler hepimiz biliyoruz. Modernizm siyasal bazda tamamen
kanıksandığında ilk işlerinden biri o aşkın ocakları olan tekkeleri, dergahları
kapatmak oldu. Birçok sufi, ilk modernleşme hamlelerinden itibaren feci şekilde
yok edildi. Bakmayın bu konuda Japonlar ve biz dünyanın en karanlık tecrübesine
sahibiz. Biz İslam gibi korunaklı bir mağaraya sığındığımızdan direnebiliyoruz,
onların öyle bir mağarası olmadı. Modernizm öyle bir beladır ki sizi ya imha
eder, ya da bir alay konusu… Size ancak kendi meşru ölçülerinde kendinizi
tanımladığınıza varlık ve ifade imkanı verir. Orhan Pamuk ve Elif Şafak gibi
edebiyatçıların açmazı romantizmleri olacak. Özellikle Orhan Pamuk’u nostalji
tutkusu kötü derecede sarsacak. Elif Şafak ise şahsi çelişkilerini gereğinden
fazla edebiyat malzemesi yapma konusundaki direngenliği karizmasını eninde
sonunda sarsacaktır. Çok farklı bir eser yazması gerekiyor. Dışarıda tanınan
Türkler açısından en şanslısı Nuri Bilge Ceylan.
-
Neden?
-
Nuri
Bilge Ceylan’da Uzak filmine kadar eserlerinde yerli görüngülere
rastlayabileceğimiz bir sanatçıydı. Uzak Filmi ile İstanbul gibi bir alanda
tamamen depresif, çatışmacı, çarpık bir postmodern ilişkiler yumağını
Batılılara sundu. Filmdeki İstanbul’a bakın, tanımakta zorlanırız; Paris’in,
Londra’nın o renksiz ve kimsesiz içedönükçülüğünü kopyalamıştır sanki yönetmen
Uzak filminde. Oysa İstanbul doğulu ve her daim şen şakrak ve karakterleri
batılılardan çok çok daha farklı olan bir heyuladır. Ben İstanbul’a kapalı
renkli gökkuşağı derim çünkü her zaman geleneğe meydan, ifade tanıyan bir imkan
sunar ve ne kadar uğraşsanız da tamamıyla modernleştiremezsiniz. Filmlerdeki
ilişkiler, sokaktaki evdeki ilişkilerimize benzemez. İklimler filminde
gelenekten zerre iz bulamayız çünkü karakterler de tamamıyla Türkiye’nin
modernleşmiş sınıfı, akademisyen ve sanatçılardır. Nuri Bilge bu filmde kendi çevresel
krizini Batılılara sunar ve sunumda çokta başarılı olur. Üç maymun filmi tam
bir kepazeliktir, bir ihanettir. Bu filmde Nuri Bilge Postmodern çatışmanın ve doğurduğu
insansı çarpıklığın Türk avamını –ki avamın gelenekle bir bağı mutlaka vardır- tamamıyla
kapsadığını, Türk avamının Modernizmle ilişkisinde koordinasyon kurmakta artık
sıkıntı çekmediğini tüm insanlığa gösterir. Bir zamanlar Anadolu filmi de Orhan
Pamuk’un Kar romanının muadilidir ve bu film Kırıkkale’deki bozkır insanlarının
bile artık postmodernizmi emebilecek bir olgunluğa eriştiğini gösterir. Mesela
yıllar önce Almanya’da yaşayan Türk yönetmen Fatih Akın’ın meşhur filmi “Duvara
Karşı” Avrupa’da Altın Ayı olmak üzere birçok ödülü alınca çok heyecanlandım.
Filmi büyük bir iştahla izledim ki üniversiteyi yeni bitirdiğim, modernite ve
imkanları üzerine okumalar yaptığım bir döneme denk geliyor. Bizim için
Almaya’da, Avrupa’da, yaşayan Türkler üzerlerinde çok fazla ciddi araştırma ve
edebiyat eserleri ile durulmasa da çok önemli bir konudur çünkü Türkiye’de
yaşayan hemen hemen herkesin bazı yakın akrabaları bu Türklerdir. Bu Türkler
açısından en büyük sorun Avrupalılaşma, bu Türklerin üzerine incelemeler yapan,
onların sosyal hareketlerini gözlemleyen Avrupalı bilim adamları ve
politikacılar için de en büyük sorun bu Türklerin entegrasyonudur. Avrupalı bir
Türk’ün Anadolu geleneği ile mutlaka bir bağı vardır, Avrupalılaşmaya karşı
bütün imkanlara set çekmiş bir aile yapısı, gelenekten uzaklaşmanın
oluşturacağı çarpıklıkların farkında olan çaresiz işçiler ve entegre olun diye
başlarının etini yiyen politikacılar ve medya mensupları. Fatih Akın bu cendere
içerisindeki insanların ahvalini basit bir pornocu Türk kızını başrole koyarak
ve istisna bile olması zor bir kurgu üzerinden usta bir yönetmenlikle Avrupa’ya
sundu. Avrupa’nın hayalindeki Avrupalılaşmış Türk insanı, Avrupa için ideal
Türk insanı prototipini ustaca anlattı. Ayrıca gelenekçi işçilerin çocuklarının
Avrupa modernliği için nasıl zeminler haline geldiğini muhteşem bir sanatsal
dille tüm dünyaya gösterdi. Almadık ödül bırakmadı, dünyanın sayılı
yönetmenleri arasına girdi. Türkiye’deki medya ise bir Türk! Yönetmenin
Avrupalılarca! Nasıl teveccühle anıldığını, ödüllere boğulduğunu öve öve
bitiremediler? Film sanatsal değeri çok yüksek olduğu için değil, Modernliğin
nasıl bir zeminde tecessüm edebileceğini gösterdiği için muhteşemdi!
Değindiğimiz gibi, başrol oyuncusunun seçimi de ayrı bir enstantaneydi. Hani
başta eleştirmenlere değindim ya, bize bu filmleri öve öve bitiremeyen ya da
filmlerin ardındaki sosyal bilimsel hakikati okuyamayan tipler, zaten
Modernizmin mekteplerinde, geleneğe dair hiçbir formu, algıyı, hakikati
bilmeden yaşamış tipler. Neye hizmet ettiklerini, neye sahip çıkıp
çıkmayacaklarına karar verememiş tipler. Ha bilenleri var mı, istikametleri
sabit onlarcası var. Onlar zaten amiyane tabirle şeytanın arka ayağı. Batılı
ödül dağıtıcılardan kat kat daha hain tipler.
-
Yani
bu insanlar bu eserleri kötü niyetlerle mi hazırlıyorlar?
-
Hayır,
ne demek, bir kötü niyete sahip değiller ama kanıksadıkları gerçeği roman ve
film şeklinde açığa vuruyorlar. Bu insanların, yani Türk elitinin nasıl bir
dünya ve insan tasavvurunu öğrenmemiz için bu eserler en iyi kaynaklar. Batı ve
çelişkisi ile olan ilişkimizin aynaları. Batı 11 Eylül’den sonra Türklerden
modernliğe imkan yaratmalarını istemedi, daha doğrusu, Batı Türklerden hiçbir
zaman Modernlik üretmesini istemedi ama ürettiği Modernliğe Ortadoğu’da
hazırlanacak zeminlerin, imkanların Türkler tarafından üretilmesini istedi.
-
Fakat
halk bu sanatçı ve eserlerine çok büyük bir ilgi gösteriyor.
-
Bakın
bu bir kandırmaca! Halkın bu sanatçılara ilgi göstermesinin sebebi
avamlıklarını bastırmak, sanki girift bir kurgu ve güçlü bir dile sahip bu
eserlerden anlıyormuş görünerek kendilerini sınıfsal olarak başka bir konumda
hissetmek. Bu tip eserlerden anlayan insan sınıfı bellidir. Sonuçta bu kişiler
dünyanın en büyük dağıtımcıları ve yayıncıları ile çalışıyorlar ve eserlerinin
ticari değeri çok yüksek. Şüphesiz halk kitlelerinin karşılaşmaktan haz aldığı
unsurların da olduğu eserler ama unutulmasın ki sanatçılar bu tip eserleri en
başta batılı eleştirmenlerin beğenisi için yazar. Hem bakın biz bu eserler kalitesiz
ya da ilgi çekmeyecek eserler demedik, bizim derdimiz bu eserlerin
tasvirlerindeki ayrıntılara bakmak, şeytan yakalamaya çalışıyoruz.
-
Bir
İran filminden bahsettik en başta, mesela Cafer Pehani ve Abbas Kiyarüstemi
örnekleri var. Bunlar da bahsettiğiniz örneklerin türevleri midir?
-
Hayır,
bu kişiler İran toplumundaki çarpıklıkları ve köşeye sıkışmış insanların
öykülerini anlatıyorlar. Bizdeki Zeki Demirkubuz veya Yılmaz Güney örneğindeki
gibi. Dert yerli, dil, söylem, kahramanlar, çarpıklık, çözümsüzlük veya çözüm
yerli. Onların eserleri ile az önce bahsini ettiğimiz kişilerin eserleri ve
usulleri çok farklı. Her aykırılık Modernizme imkan sağlama çabası olarak
algılanmamalıdır.
-
Peki
son olarak, çözüm olarak ne öneriyorsunuz?
-
Şimdi
karşımızdaki bir sorun, Türkiye’de dediğim gibi tartışılmayan, tartışılamayan
bir sorun ve önümüzde popülerlik gibi bir bela ile çıkan bir sorun.
“Sanatçıların Modernizme İmkan yaratma sorunu?” Bu Türkiye’deki akıl mevzuna
dair en büyük sorunlardan biri ki belki de politik-tarihi sorunlar
yumağımızdaki karşılığı ve etkisi Kürt sorunu kadar büyük bir sorun. Ve somut
bir sorun değil, soyut bir sorun, bir düşünce ve anlam bunalımı sorunu. Dolayısıyla
yapmamız gereken tek şey Modernizme tanınan bu imkan ve eserleri eleştirmek, Modernizme
imkan tanımayan yeni eserler oluşturmak. Bu eserlere kutsal kitap muamelesi
yapan insan yığınlarına bir farkındalık oluşturmak, ne ile karşı karşıya
olduklarını anımsatmak.
-
Peki
bu o kadar kolay mı?
-
Bu
bambaşka bir konuşmanın konusu lakin söylemem gereken tek şey, nicelikle
ilgilenecek durumda değiliz, etrafımızda bir yangın var ve bu yangından
kaçırmak zorunda olduğumuzu kaçırmak zorundayız. Bizim yegane görevimiz
farkındalık oluşturmak. Ne kadar başarılır onu Allah bilir!
-
Teşekkür
ediyorum.
-
Ben
teşekkür ederim.
No comments:
Post a Comment