Atilla ve Cengiz Han’ın torunlayız; bunu bildiğimden canım toplumumun adalet ararken bile kabarttığı uçarılık, pespaye kabadayılığı ya da sönük şiddet gösterilerini kınamam, tam tersi bana hoş gelir, samimi gelir, genetik derinliklerinde hala o savaş sanatkârı yalın akıllı adamların öfkesini görürüm, sevinirim. İşte derim bozkırlı ayvazlığımız, sarkık bıyıklı, top göbekli aslanlığımız. İşte Çinli ve Lehli kızları mest eden şey! Evet o şey… Basit bir postane binasındaki kırık dökük, kübik sırada işini hızlı yapmayan memura duyulan öfkenin patladığı ya da yaşlılar, öğrenciler ve eli faturalı ev hanımlarıyla dolu bir devlet bankasının mermer koridorlarında “kitlenen bilgisayar sistemine” ayıp sayılmayacak küfürlerle gazaplanırken badem gözlerin dürüldüğü o an. Sonrasında değişmezliğe dair onlarca sitayiş, şikâyet… Ardından denizin çarşaflaşması, sesi en çok çıkan adamın Köroğlu gururu ile etrafa bakınması… Kahramanlarına saygıyla yaslanan banka, postane, otobüs halkı… Hiçbir kitaba girmeyecek kadar cılız olsa da tarihsel bir manzara.
Bu
manzaranın daha literal, daha edebi, daha estetik hallerini o renkli kapakları
kılıçlarla, kalkanlarla, atlarla, çöllerle, develerle süslü gazavatnamelerden
okurduk. Birkaç kalitesiz film ve birkaç roman, uydurma masallar. Tüm
zayıflıklarına rağmen öyle hayranlık duyulasılardı ki. Hani bir söz vardır ya
Köroğlu’nun kendi dayak yer namı adam döver diye. O sayfalardaki, o
tasvirlerdeki şahsı manevi bizi bizden alırdı. Mızrakları, kılıçları, gürzleri,
topuzları bozuk devranlara giren pırlanta çomaklar olurdu. Karşılarında zalim
dayanmazdı, nerede mazlum, garip, hakkı yenmiş, aç, açık, yetim varsa, bu
adamlar onları kolları arasına alır, o güzelim adaleti, o adamı insan eden
adaleti ihdas ederlerdi. Bilinçaltlarımızın en kaslı koltuklarında yer
edinmişlerdi. Okullarda öğretmenlerimiz kafası kavuklu saray eli kanlılarını ve
boyunbağlı vampir diktatörleri bizlere kahraman diye yutturmaya kalksalar da,
beyinlerimize, biz ha doğmadan kazınmış bir şeyler gri duvar yalanlarına meyil
vermezi salık verirdi. Bir Öküz Kağan, bir Kür Şad, bir Köroğlu, bir Pir Sultan
adı duyar duymaz ‘işte’ derdik ‘bizimkilerden bahsediyorlar’. ‘Ezikliğimizi,
yılgınlığımızı, çaresizliğimizi sahiplenecek adamlar geldi işte’. O an Bolu
Beyleri, Hızır Paşalar yağmura tutulmuş birer sokak kedisi gibi pespaye,
kudretsiz, namsızlaşırdı gözümüzde. Varlıkları zaferdi, insanlıkları bayrak. En
garibanları Keloğlandı, Nasreddin Hocaydı. Kelimizin bile gözü padişah
sarayıydı, içtiği kuru tarhana olsa da aklında filleri çukurlara doldurmak
vardı. Hocamız aksakallı, boz eşekli bir yiğitti ki canı hakikate feda.
Kellerimiz saç tohumu merkezlerine, hocalarımız da 657 de tabi hırslarıyla bir
mevlüt fazla okuyup kredi kartı asgarisi derdine düşmeden önce böyle yiğitlerimiz
vardı işte.
Ülkemizdeki
bazı entelektüel vatandaşlar toplumların kahramancı kültlerini daima hakir
gördüler ve bu onlar için toplumun zavallılığının yalın bir göstergesiydi.
Varoluşsal bir düşünce bütünlüğü oluşturamayan geri kalmış kültürler hala
kahramanlar üretiyor ve bunlara romantik bir duygusallıkla bağlanıyordu onlara
göre. Çaresizliğe, sıkışmışlığa, umutsuzluğa dair en belirgin gösterge… Lakin
doktoralarını yaptıkları Amerika’ların Süpermenlerini, böcek adamlarını, kedi
avratlarını gözleri görmedi. Alamanların, İtalyanların Gamalı Haçlı Robin Hood
ları onlar için modern ilerlemenin basit birer nüvesiydi, kınanmamalıydı. Aklı,
bilimi, insan onurunun doruğunu simgeliyordu bu adamlar. Çarpık mı çarpık birer
kişiliğe sahiplerdi ama olsun! Oysa zaman gösterdi ki kahramanlık kültü modernliğin
ve onun inşa ettiği toplumların bile yok edemeyeceği bir güce sahipti. Açlık,
sömürü, katliamlar, evrensel kahırlar devam ettikçe yeni yeni kahramanlar rücu
ediyordu. Refah, bollu, düzen kimi diyarların her noktasını kaplasa da, bu
diyarlar da kahramansız kalmıyordu. Güzel İnsanlık, bu kocaman yeryüzü ve koca
koca milletlerin üç beş tane hanedanlı şizofrene teslim edilmeyeceğini bir
yerden seziyordu. Her olumlu veya olumsuz sürecin acılarına dair bir refleksti
bu kült ve ürünleri.
Dedelerimizin İtalyan malı fötrler
giyip, sakallarına ustura vurarak hamam oğlanına döndükleri günlerde; Komünizm
nedir, vatan-millet nedir, devletiydi demokrasisiydi ne menem şeylerdir,
bilmediğimizden, ayaklarımız Kore, Kıbrıs yolları, midemiz süt tozu, kafamız
bit ilacı, gerdanımız parfüm bilmediğinden, evliyaullahlarımız mebuslara
dönüşmediğinden, Hz. Alilerle, Zal oğlu Rüstemlerle, Köroğlularla idare etmedeydik.
Hala heyulalarımızdaki cenkler Allah içindi, karılarımızın, bacılarımızın
namusu, Urum gavuruna köleleşmemek içindi. Modernite belası kahraman nedir,
kahramanlık nedir sorularını henüz cevaplamadığından, hasat nasırıyla
paralanmış avuçlarımıza yeni bir tanım tutuşturmadığından kafamız rahattı. Gün
geldi; Sevgili milletimiz Cenk Hikayeleri, Hayber Kaleleri alması gereken
paralarla, koca sinema salonlarında Cüneyit Filmleri izlemeye başladı o zaman
Köroğlu’nun mezarına ilk avuç toprak atıldı. Modernlik kafamızdaki kahraman
imajını o iğreti İngiliz sırıtışıyla çarpıtma faaliyetine girişti. Modernlik
klasik usulüyle, Türkleri, Japonları, Arapları karikatürize ederek
kendilerinden tiksindirirdi ya! Teni tenimize, saçı saçımıza benzemeyen,
Arabistanlı Lawrence kılıklı bir adam Briyantinli saçları ve renkli gözleri ile
altında etsiz bir sütçü beygiri, elinde yamuk bir kılıç, alacalı, veremli köy
gariplerinden müteşekkil papaz elbiseli Urum ordularını doğruyordu. Bizim
padişaha kafa tutan kahramanlarımız Fatihlerin, Yavuzların fedaisi bıyıksız
şaklabanlara dönüşmüştü. Alnı secdeli, harama uçkur çözmeyen, peygamber aşığı yarı
derviş kahramanlarımız artık Rum saraylarında aşk yaşamadık (!) dilber
bırakmıyor, bir oturuşta bir testi şarap içiyor, elinden gelince de fazla değil
yarım saatte, kırk beş dakikada İznikleri, Bursaları toplu kelimei şahadet
törenleri ile Müslüman ediyordu. Tarkan’ımız bacağına dolanan uyuz bir itle,
basit bir mağara adamı kıyafeti ile Adriyatik’ten Çin Seddi’ne dünyanın anasını
ağlatıyordu. Keloğlan’ımız İstanbul varoşlarına yerleşip iş buluyor, yalı
kızlarının peşinde topuk aşındırıyordu. Daha acısı bu milletin Kel Oğlanı porno
film çeviriyor, İstanbullu boyalı dilberlerin koynunda tarihini
sonlandırıyordu. Allah bize yine acı ki Nasreddin Hocaya banka kurdurup halka
yüksek faizili kar payı verdirmedik, Hacıvat’ımızı, Karagöz’ümüzü namusundan
edip Şişli ve Merter sokaklarına düşürmedik.
Şükrümüz
sadece bu kadar çünkü Modern kahırlar bütünü öyle bir oynadı ki bu masum
dirayetimizle! Kahramanı maymunlaştırma süreci sadece Cüneyit ve Keloğlan
filmlerinde kalsa karikatürize birer çarpık eser der bunu da aşardık. Zaman
ilerleyip Batılı saygınlarımızın elimize tutuşturduğu vatanı, milleti, hukuku,
parlementoyu, siyasi partileri, demokrasiyi suyu kandan ve hamaset dili
salyalarından müteşekkil birer tarhanaya dönüştürüp kanmaz bir şekilde içerken
bütün tanımlarımızı, hayatın zor yanlarına dair bütün tasarımlarımızı
garabetlere dönüştürdük. Darbe darbe sindirdik tank paletindeki tepsilerde
önümüze sunulan dikenli özgürlüğü, yeni yeni değerlerimiz oldu, yeni yeni
yiğitlerimiz. Halden anlamaz, eli kanlı, her şeyi ile çarpık yiğitler! Köroğlu’nun,
Zaloğlu’nun, Kiziroğlu’nun yaşasa peşlerine düşecekleri işkenceci, vatancı,
milletçi, en büyük şerefleri insan doğramak, en büyük süsleri kan olan, İtalyan
elbiseli, Amerikan cüzdanlı tipler! Yüzlerinde zerre nur olmayan, at
hırsızından azcık hallice, eroinman bakışlarıyla artık gökdelenlerle bezenmiş
şehirleri haraca kesen tipler. Nerede Bolu Beylerini devirmeye and içen
Köroğulları, nerede uyuşturucu baronlarının, altın kolyeli pezevenklerin, kadın
tüccarlarının yüzde üç beşleri ile ekmek yiyen, alınları secdeden değil el
öpmekten aşınmış bu tipler. Halkın vatanını, Allah’ın dinini, peygamberin misyonunu kimseye
bırakmayan bu tipler! Evet, modern kahramanlarımızdan bahsediyorum. Yaklaşık on
yıl önce yüreklerimizden yiğitliği taşırmış Deli Yüreklerimizden ve yıllardır
kanallarımızın paylaşamadığı, yedi cihan dağlarına yiğitliğin resmini kazımış
Polat Alemdar ve nursuz çetesinden ve türevlerinden.
Uzun
zamandır tarihin kahraman kavramını nasıl bu şekilde evrilttiğini düşünüyorum.
Geçenlerde Japon bir tarihçi arkadaşım ile internet üzerinden bu konu hakkında
konuşuryorken “Bizim Samuraylarımızın yerini Porno starları aldı” cümlesinin
ardından konuya dair ilk düşüncelerim belirginleşti. Zaten kendi tarihimizde
bir konunun flulaştığını, işaretlerin kaybolduğunu görünce Japon tarihçilerle
konuşurum; onlarla özdeş çelişkilere sahibizdir çünkü. Modernizm iki toplumun
onuruylada aynı şekilde oynamış, iki toplumu da aynı şekilde dönüştürmüştür.
Onların yiğitleri Porno Starlara, Bizim yiğitlerimiz, Celalilerimiz de eli kanlı
mafya babalarına dönüşmüş işte. Defterler açılsa başka neler çıkacak ama
kısmet!
Peki
toplumlar bu dönüşümü neden böylesine alışılmadık bir fanatiklikle
benimsemişti? Ahlak vurgunu bu yığınların, Mevlana ve Yunus Emre’nin
çocuklarının bu tiplere meyyalliği neredendi?
Türkiye’de şehirleşme, büyük insan yığınlarının kentlere doluşması onların Modernlikle olan alakalarını kabalaştıran süreçti. Şehre gelmeleri ile tüm tarihsel benliklerinden sıyrıldıkları bir mecradaydılar ve bunun geri dönüşü olmayacaktı. Kültürleri, dinleri, inançları terk ettikleri yerelliğe dair birer nostaljik unsur olacaktı ve Keloğlanları, Köroğluları, Yunus Emreleri kent için ayrıksı, yabancı, kent için hiçbir şey ifade etmeyen balçıktan birer doneydi. Bu donelerin hiçbir özelliği şehirde para etmiyordu. Yiğitlik davasının ekmek davası yanında esamesinin bile okunmadığı bu ortamda kahraman ihtiyaçlarını Modern kültürü halka yayma aracı olan Medya karşılayacaktı. Sinema salonları ve aç gözlü prodüktörlerin görevini zamanla televizyon kanalları ve yapımcılar aldı.
Türkiye’de şehirleşme, büyük insan yığınlarının kentlere doluşması onların Modernlikle olan alakalarını kabalaştıran süreçti. Şehre gelmeleri ile tüm tarihsel benliklerinden sıyrıldıkları bir mecradaydılar ve bunun geri dönüşü olmayacaktı. Kültürleri, dinleri, inançları terk ettikleri yerelliğe dair birer nostaljik unsur olacaktı ve Keloğlanları, Köroğluları, Yunus Emreleri kent için ayrıksı, yabancı, kent için hiçbir şey ifade etmeyen balçıktan birer doneydi. Bu donelerin hiçbir özelliği şehirde para etmiyordu. Yiğitlik davasının ekmek davası yanında esamesinin bile okunmadığı bu ortamda kahraman ihtiyaçlarını Modern kültürü halka yayma aracı olan Medya karşılayacaktı. Sinema salonları ve aç gözlü prodüktörlerin görevini zamanla televizyon kanalları ve yapımcılar aldı.
Bu
ihtiyaç önem olarak aslında yiyecek ve taşıt kadar önemli bir ihtiyaçtı çünkü eski
köylü yeni şehirliler aşağılık komplekslerini bastırmak zorundalardı. Kendini
bu tip adamların varlığı ile güçlü hissetmek, bilinçaltlarındaki kahramanlık
güdüsüne bir kılıf bulmak zorundaydı. Muhayyilesindeki güç ve güçlü
kavramlarının tanımı için hiç olmazsa görselleşecek kadar somut bir unsura
muhtaçlardı çünkü artık edebiyat yapma, edebi eser oluşturma gibi bir
yetenekleri, bir olanakları da kalmamıştı. Şehirde karşılaştığı canavar ruhuna
ve bu ruhun tahakkümüne karşı çaresizliğin doğuracağı ahlaksızlığı haklı
çıkaracak girift ilişkileri tanımlamaya muhtaçtı. Ahlak terk edilen yerele ait
bir değer olduğu için ve artık kahramanın ahlaklı olması gibi bir gerekliliği
kalmadığından onun içtimai mefkureci değerlere sadakati neo kahramanımıza ahlak
olarak yetiyor artıyordu bile. Adil sıfatını hak etmesi için etrafındaki çakal
sürüsünü doyurması ve zeki sayılabilmesi için de rakiplerini bir şekilde katakulliye
getirip alt etmesi yeterliydi. Kahramanın “savunucu” imajı onu bir koruyucu
melek seviyesine çıkarıyordu. Vatanı savunmak için yaptığı tek şey çetesi ile
oraya buraya mermi yağdırmaktı, dini savunuyor ama alnı secdeye bir kez bile
gelmiyor, üstüne üstlük açık saçık hatunlarla yatıp kalkıyordu ama olsun.
Sorunlarını çözmek için şiddetten başka bir yol bilmese de ara sıra kitabın
ortasından konuşması yetiyor, onu hikmetinden sual olmaz bir bilgeye
çeviriyordu. Gayesine ulaşmak için kumarhane kralları ya da uyuşturucu
baronları ile hep el eleydi ama olsun sonuçta vatanı, milleti, dini
savunuyordu. Ve garibi ölmüyordu. Yıllar süren bölümler boyunca Ürdün ordusuna
muadil miktarda adam öldürmüştü, binlerce çatışmaya girmiş, çetesinden onlarca
şehit (!) vermişti ama kendisine bir tane mermi isabet etmiyordu. Yunan tanrısı
gibi bir şeydi bu sinekkaydı adamlar. Toplumumuzda böylesi adamlar varken
sırtımız yere gelir miydi? Yunan’dan, Ermeni’den neden korkacaktık ki?
Uyuşturucu baronlarından, kumarhanecilerden, kaçakçılardan, pezevenklerden
çekinmemize ne hacet… Aslanlarımızın kudreti bizi bir şekilde kötülüklerden
koruyordu.
Acı
çok acı. Tarihimizin o aslan tavırlı yiğitlerini yerlerine bu adamları koyarak
ihanet etmemeliydik. Kahramansız kalmak, tarihin kuytularında birer unutulmuş
olarak onları bırakmak, yüz çevirmek ama yerlerine başkasını koymamak, en
azından onların nezdinde adımızı haine çıkarmazdı. Kardeşlerim, Polat Alemdar
ve türevleri Türkün Modernizmle imtihanının kanserli bilinçaltı. Üzerlerindeki
takım elbise aklını kaçırmış, irfanını farelere yem etmiş koca bir millete
giydirilmiş deli gömleği. Bu neo kahramanların hiçbir zaman ahlakı olmadı,
hiçbir zaman mert bir yüzleri, kahraman bir tarihleri olmadı. Ellerine bir kere
kalem almadılar, aldıklarında da pavyon şarkıcılarının bestelemeye tenezzül
etmeyecekleri şiirler yazdılar. Nerede bir insan, nerede bir yücelik görseler
kurt iştahlarıyla bu güzelliklerin üzerlerine atladılar. Ne İslam, ne insan, ne
vatan mücadeleleri oldu. 6 7 Eylül olaylarında Rum kızların ırzına tasallut
edip, kaçmaya çabalayan ailelerin bavullarını yağmaladılar… 6. Filoyu protesto
edenlere bu gariban toplumun en hürmetli nidaları ile saldırdılar, Zalimliğin
babası olan Amerikan Ordusuna karşı Karaköy kevaşelerinin gösterdiği dirayeti
göstermediler. Bir tane cami yaptırma dernekleri olmadı, en namlı
kumarhaneleri, en namlı hayali ihracat şirketlerini inşa ettiler. Maraş’ta,
Çorum’da çoluk çocuğu doğrayanlar bunlardı, gecekondu mahallelerinde bahçelere
dalan çocukların ellerine 14 lüleri tutuşturanlar bunlar… Prodüksiyondan olmayan
tarihlerinde bir tane garibanın elinden tutmadılar, bir tane mazlumun ekmek
veren eli olmadılar. Ne halkçıydılar, ne ulusçuydular, ne de
İslamcı. Konu mahallede göz koydukları kız olduğunda halkçı oluyorlardı. Birkaç
esnaf haraç vermeyi reddettiğinde Anti Moskof ve ara ara, cumadan cumaya da Müslümanlıkları
tutuyordu. Bu zavallı bozkırlıların basit bir siyasi görüşü bile olmadı,
olamadı, üretemediler.
Şimdi,
bir de utanmadan, kendi ülkelerini kan gölüne dönüştüren bu kara suratlılar
Global kahramanlığa soyundular, İslam beldelerinde erkeklik gösterilerine
giriştiler. Güya Irak’ı, Filistin’i kurtardı Polatlarımız, aslanlarımız. Tarihimizin
en modern, en kokuşmuş “Cenk Hikayeleri” bunların çektikleri filmler oldu.
Erkekliğimizi, zalime düşmanlık bilincimizi bilediğimiz o hikâyelerin yerinde,
hiçbir tarihi mesnedi olmayan, olmamış, olmayacak ama bizlere olmuştan beter
bir gerçeklikle sunulan sanallıklarla bu sefer zalime olan hıncımızı bilediler.
Irakta, Amerikan askerleri kız kardeşlerimizle annelerimizle
adaş onlarca kadını canlı yayında kirletti, bunlar koşa koşa alnımızdaki bu
lekeyi bomba efektleriyle, oraya buraya zıplayan nursuz figüranlarla kazıdı.
İsrail’de adaşımız onlarca insan her gün vahşice katlediliyor, insanlığımızı
simgelesinler diye denizlere revan ettiğimiz gemilere dünyanın en profesyonel
saldırısı gerçekleşti, gazeteci fotoğrafçı ağabeylerimiz öldü, tam
hınçlanıyoruz derken sayın abimiz koşa koşa İsrail kışlalarını bastı. Normalde
onlara hizmet için yaratılmış bu süfli timsahlar, asla ve kat’a yanına
yanaşamayacakları İsrailli subayları sözüm ona alt edip gönlümüzü
ferahlattılar. Şimdi en güncel görevleri dünyanın o en güzel, en yaşanılası
ülkesi Suriye’de kahramanlıklarını (!) gösteriyorlar. Gün gelecek “Bolu
Beylerine” sadakat adına gösterilen mazlum hedefe karşı başka bir karton
yiğitlik, sanal erkeklik gösterecekler. Kahramanlık dediğimiz şeyin ahir zaman
çarkları arasında dağılacak, adalete muhtaç, erliğe tutkun o bizi biz yapan tüm
bozkırlılığımızı üç tane hainin elinde maymun edeceğiz. Ağaları, Amerikaları, Siyonistleri,
Liboşları, Merkez Sağcıları, insanlık defterlerinde ne kadar pislik varsa bu
sanal kahramanlıklarla insan derisinden sayfaları temize çekecekler. Kaldırım
köşelerine kestane kabuğu birkaç yiğit F tiplerinde, kahvelerde, kurtlu kitapevlerinde
olmayacak geleceklerin hayalleriyle kızgınken kimileri utanacak, kimileri de
ellerinde çay buharından sararmış birer kumanda bu utançlarla övünecek. Bizim
de bu utançla övünmemiz lazım aslında, kafaları fazla kurcalamak boş. Hz.
Aliler, Köroğulları, şunlar bunlar basit birer ölü şimdi. Irzı kirletilen kızlarımız
esmer tenli birer şişme kadın, Irak’ımız, Suriye’miz aslında bize varlığı
inandırılmış birer masal şehri. Ölen yiğitlerimiz odundan, sömürülen
kaynaklarımız ottan çöpten başka bir şey değil. Bir gün nükleer namlular bize
dönerse de kafaya takmamak gerek. Cüneyit’le Polat’ı birbirlerine monte eder,
dünyanın en güçlü ordusunu oluşturur, Cümle Cahanın anasını ağlatırız!
Gazavatnamelerimiz gavatnamelere dönüşmüştür ama hayat; bedelsiz bir şey yok şu
yalan dünyada…
No comments:
Post a Comment