Wednesday, May 31, 2006

Rüya Saçan Adam

RÜYA SAÇAN ADAM
Başını önüne eğmişti, yüzüne, üşümüş tenini kırarcasına çarpan lapa tanelerinden ve vefakar bir boğa yılanı gibi boynuna dolanmış koyu renkli atkısından utanır gibi. Adımları, başka çareleri kalmadığından dolayı ölüme giden adamların gözü yaşlı hayıfları gibi cılız ve acındırıcıydı. Saçları, sanki yumuşak ve altında kan bollukları taşıyan bir bedensel canlılığa değil de, üzerinde tüm sadakatiyle hiç durmadan esen rüzgara bile selam veremeyecek kadar acizleşmiş bir çöl parçasına yapışık gibiydi. Grinin beyazla karıştığı yolların sadeliğine yansıyan gözbebeklerinin ardında uçsuz bucaksız bir boşluğun sınır çizgileri kolaylıkla seziliyordu. Bu sınır çizgilerinin ardında ise huzursuzluk, kararsızlık ve yabancılaşma üç koyu renk olarak bütün ihtişamları ile benliklerini bulunduruyorlardı. Ruhunun demir döküm kalıplarına girmekten usanmışlığını haykıran kahverengi göz altı torbaları her adımında altın renkli uyku tozları saçıyordu amansız yollara. Adam, sallanan kollarının havadaki ritminden dalga dalga yayılan yassı sinikliğe boyarken elinin ulaştığı noktalardaki dört ana rengi, etrafındakiler bebekler gibi uykuya dalıyordu zaman içinde tüm Gönüllülükleriyle çaresiz bıraktıkları hayallerini, her an daha da dertlenen başlarına yastık yaparak. Kısa zaman sonra bir rüya görüyorlardı beyinlerinde kıpraşıp duran karınca sürülerinin müsaadesiyle.

“ Kimliği olmayan bir karanlık masal ülkesinde bütün benliklerini pembeye bezeseler de karalıklarından ve yok ediciliklerinden nokta kadar bir zerreyi bile kapatamayan tırnakları köylü kadınların dudaklarından taşmış ölüm gibi kokan siyah renkli kazma dişlere benzeyen tırnaklarıyla batışa giden yolu işaret eden cadı kadınların tam ortasındaydılar ve gözleri süzerken kanlı toprağa doğru uzaktan bakan herkesin irin sanacağı sarı beyinlerini cereme bakışlı akbabalar katılmaktaydı kokuşmaya başlamış aralarına tüm insanlıklarıyla yola koyulmuşlarken zincirleme bir süreğenlikle bu göçün nasıl tamamlanacağını düşündü her biri ve bu aşağılık göçü başlatan uykunun müsebbibi adamın nerden nasıl çıktığını neden ve nasıl böyle bir düşmanlığa sahip olduğunu düşünerek yürüdüler yürüdüler yürüdüler ve akbabalar afiyetlerini kabartırken uçurumlar ülkesine vardılar geldikleri yerin yeni bir kıta olduğunu düşünüp önlerinde duran şehvet dolu cennetçiklere kurtulduk diye sevinçle haykırarak dalarken ağızlarından parlak renkli açlıkları göğe saçabilen ejderhalar ülkesinin tam ortasına düşmüş olduklarını anladılar yem olmamak için ruhlarının tüm cesareti ile ter yerine kan fışkırta fışkırta koşarken dostlarının ciğerlerine üşüşmüş dehşetleri görmemek için daha sağır duymamak için daha kör ve yaşamamak için daha hızlı çabalarlarken acınasılık meleği Ğuyem çıktı karşılarına ve nur dolu şişesinden birer damla gözyaşı fırlatırken titreyişe belenmiş alınlarına önce gülümseyerek yanlarına çağırdılar bu gözlerinden hayat akıtan meleği sonra vefasızlıkların en Şeytanisiyle akbabaları ejderhaları şefik gösterecek bir atılganlıkla üşüştüler etrafına nurlar saçan Ğuyem etine daha da kurtulmak için ama insanlıkları onları öyle cehillileştirmişti ki unutmuşlardı mazlum etlerinin midelerde halı desenli kobralara dönüşeceğini ve bu cehililikle kendi içlerini kendi dilleriyle yediler yediler yediler ve tam tükenmek üzerelerken Allah onlara son bir fırsat verdi Ademiliklerini bildiğinden ve böylece hiç farkında olmadan kobralaşmış içlerini kapılarının kenarları elmasla zümrütle yeşimle yakutla süslü gayyalara fırlatarak tekrar yola koyuldular erkekleri bıldırcın avladı kadınları incir ve zeytin topladı başlarına şeker kaplı kudret helvaları yağarken güle güle yediler ve havaya atılmış oklar gibi fırladılar birden ayağa rüyaların bittiği o kör noktaya varmak için tüm kuvvetleriyle yürüdüler heybelerinde aşk taşıyan kervanlar gibi hırslı hırslı ama yürüdükçe de doğuştan kurtlu hatırlarında ne bıldırcın eti kaldı ne incir zeytin kudret helvası kan içip kızılcık şerbeti içtik diyenlerin ülkesine geldiklerinde gözleri ezginliğin ayaları azgınlığın aynası ahaliye akbabaları yolduk dediler ejderleri kestik kobraları boğduk gözleri dağ doruklarına renk veren bulutlar ülkeye çiseleyecek bir can yağmuru getirirken kasıldılar kasıldılar ve mahzun bir file binmiş şahların şahı İskender gibi haşmete bürünürken bedenleri kan kusup kızılcık şerbeti içtik diyenlerin ülkesinden kale duvarları gibi heybetle ayrıldılar rüyaların bittiği noktaya doğru giden buzlar ülkesine vardıklarında hem sokuldular üşüdüklerinden kaderlerine hem de azar azar döküldüler ihanet ettikleri için kederlerine yılmadılar yıkıldıkça bir sancak gibi göğerdi bakışları altında hayat dolu bir göğü saklayan kristal türbeye ulaştıklarında iki yaralı ses duydular gökkuşağı rengindeki biri erkek biri dişi iki balıktan çıkan şaşırdılar başkalaşmış kabarıklıklar saldı içlerine yürekleri bir imanlı darbe ile kırdılar türbenin ışıldayan soğuk kapısını gökkuşağı renkli balıkları pul pul dökülmeye başlamış elleriyle yakaladılar Allah razı olsun dedi dişi balık siz olmasaydınız hangi göz derdimizi görürdü hangi ses efganımızı duyar hangi el ışıltılı zindanımızın kapısınız kırardı erkek balık gülümsedi ve ağlayarak keşke ellerimiz olsa da boynunuza sarılsak keşke yüreğimizdeki acı bolluk akıtan bir sevince dönüşse de yaralarınızı sarsak dedi balıklar bir ağızdan haydi firkatimizi verin deyince ademlerin kanlı dişleri saplandı garibanların yedi rengine kanlarını nefislerine renk pullarını yozlaşmışlıklarına süs ve yedi rengi hırslarına bayrak yaparak şeytanın ayak seslerini andıran geğirtilerle tekrar yollarına düştüler Allah lanetini yol ayrımlarına kün diye yerleştirirken yürüdüler kanadılar eridiler aktılar yürüdüler kanadılar eridiler aktılar yürüdüler kanadılar eridiler aktılar ve kaderlerinin Allah gazabı ile buluştuğu yol ayrımında Kızıldeniz nefsine kefen bu garip dünya hakimiyetine hülya olan alçak Firavun ellerini kaldırdı ey şaşkalozlar bu yol benim lanetlendiğim tuzlanmış sele bu yol sizlerin kurtuluşu güzelliklere gider hadi düşün üzerine hiç çekinmeden ve hizmetime karşılık öpün asamın yılan başlı tacını öpe öpe yola düştüler ve son Ademin dudaklarının asanın zehir zehir bakan gözlerine değişinde çakan şimşeğin haşmetinde Allah tepelere görünmez ordularını yerleştirdi yerin altındaki bataklıklara da Ad Semud ve Lut gölgelerini ademler büyük bir sevinçle yolun götüreceği yeri hayal ederken önce gökkuşağı renkli balıkların lanetleri kulaklarına çalındı sonra şeytanilikten kurtlanmış tenlerine görünmez orduların lav uçlu okları Allah gazabının abidesi olup benliklerini bataklıklara gömerken kibirlerini Semud yedi riyalarını Ad ve şehvetleri de Lut ağzında yok oluşa uğurlandı yok olurken benliklerinden fışkıran gökkuşağı renkli iki balık önce gözyaşıyla hamd etti sonrada bedenlerini kızgın kum üstünde saldılar Ademlerin benliklerinin layık olmadığı rüyaların bittiği o gerçekçi noktaya vardıklarında el ele verip yedi renkli bir umman yaratıp doğurganlıklarını konuşturdular bin yıllarca hırsla ve ademlerden uzak”
Tekrar bir şimşek çaktı ve içlerine bir katre daha şaşkınlık ve yalvarış dolsa patlayacak gözleri açıldı. Hep birden ayağa kalkıp bedenlerinin muhafızı giysilerini kaplayan kar yumrularını temizlediler. Kum fırtınasına yakalanmış Eshab-ı Keyhf sürülerini andırıyorlardı. Önce nerede olduklarına baktılar sonra boğulmaktan son anda kurtulan aptal bir kaplumbağanın sevinciyle hallerine şükredip “sadece bir rüyaymış” dediler. Dünyaya yayılmaya tekrar başladıklarında yürekleri heyecanla atıyordu.