Friday, December 15, 2006

Yurt

Hangi suça cezadır bu yanık sıradanlık
Kimdir nefsini boğan girift serzenişlerin
Bir kaplan pençesi mi kuru gözlerimdeki
Bir ney mi saplandı deşik sırtıma yoksa
Hangi deliğin rahminden bu kahreden suskunluk
Bir bulut mu devrildi çölden yurduma yoksa

Korku mudur kustuğu serkeş yıldırımların
Gözüne yaş bulamaz sinik sadeliklerim
Ey telini kaybetmiş saz
Ey ucunu kaybetmiş kalem
Gırtlağına siccin düşmüş ey gariban hemavaz
Ve ey elem
Ne şairsiz
Ne şiarsız
Ve nede yokken dumandan bir bedenin
Ne ararsın
Yolları katran dillerdir bu dikenli soluğun
Görmedin mi bir çürümüş musalla benim simsiyah yurdum

Yol bir selli yüreğin bağrı kanlı bağıdır
Ne kirpikten bedeni
Ne kayadan dikeni
Bozamaz zilzallere gark gri inceliğini

Ve ey bülbül
Bilir misin bir noktadır konduğun darağacı
Zakkum tohumlarıdır hırsla gagaladığın
Haklısın
Güllerin soluyorken kim sordu ki halini
Zehirleşirken yaşın bu sonlu uçsuzlukta
Zulümlere el ettiler can kılıklı dilini

Darağacı
Güzler feda ışığa bulanmış gerdanına
Darağacı
Yazlar eda aşığa kanmış yumuşak sırdanına
Darağacı
Sen necat diyarının altın kapısı mısın
Darağacı
Sen deme talip bir ömrün acep hepisi misin


Ya sen gözlerime sürme olan letafet
Ne zaman dilime doğru umutla koşacaksın
Tuza düşmanlığın mı
Aza pişmanlığın mı
Neye küskün ciğerlerine pelesenk olan sürur
Kime açıktır eli bu kahraman çilenin
Ya ne hakla siyahımdan çekip de gideceksin

Çile bu kör yalnızlığın camdan gökkuşağıdır
Kah bir bülbül dilinde
Mezar sadeliğinde
Akları utandıran bir gayya aşığıdır
Bir zalimin kınında olsa da bahtı kara
Şairin hokkasında Süreyya ışığıdır.

Ey mezar
Kurtlu bir pancar mıdır göğsünde sakladığın?


Kalem duy
Gülizarlar olacak şahadetine kefen
Ayın parıldamaya utandığı o zaman
Vuslat denizlerinde Zemzeme kanacaksın
Toprak layık bulamazsa derinliğine mezar
Şair dualarıyla Ravzaya akacaksın

Hangi suça cezadır bu yanık sıradanlık
Hangi aşka son nokta titrek ürperişleri
Hangi yas gününe gümüş tasla bir huzur
Hangi eli kanlı katile gözü yaşlı bir Hızır?

11.12.2006


sokakfilozofu1@hotmail.com

Thursday, December 07, 2006

Bir Sürecin İki Farklı Sonucu: Anadolu Aleviliği, İran Caferiliği

İran ve Anadolu’nun politik kaderini tarihin bir yerinde birleştirmemiz gerekirse gözümüze ilk çarpan zaman dilimi 16. yüzyılın başı olur. İran ve Anadolu tarihin her döneminde birbirine güçlü bağlarla yakın, birbirleri ile sürekli bir zihin alışverişi halinde olmuş iki coğrafya olsa da, günümüzdeki etkilerini tüm şiddeti ile sürdürmesi ve bilahare bu etkinin sadece düşünsel ve kültürel boyutta kalmayıp toplumsal ve siyasal politikayı derin manada etkilemesi bakımından, Safevi yıldızının parladığı bu zaman dilimi –özellikle bahsine girişeceğimiz konunun başlangıcı olması sebebiyle- ileri derecede önemlidir.


Malum süreç hakkındaki ayrıntıları konu ile uzaktan ya da yakından ilgilenmişler olarak bilmemize rağmen, kafamızdaki veri trafiğini düzenlemek babında şunları yeniden belirtebiliriz.

16. yüzyılın başlarında -adları zamanla Safevi olarak anılacak- çeşitli Türkmen grupları Azerbaycan merkezli bir devletin etrafında toplayan Türkmen Lider Şah İsmail “İmamiye” öğretisini devletinin resmi ideolojisi olarak belirlemiş ve kısa sürede nüfuzunun artmasıyla hâkimiyet kurduğu alanlarda İmamiye ideolojisini avam ve elitler üzerinde yaymaya başlamıştı. Bu yayılıştan nasibini alan Anadolulu Türkmenler gerek yaşam şekilleri, gerek inançları ve gerekse öğreticileri ile aralarındaki kuvvetli bağ nedeniyle imamiye ideolojisini bünyelerinde sağlıkla barındırabilecek bir pozisyondaydılar. Böylece kısa süre içerisinde yeni kimliklerini üzerlerine oturttular ve İslam, İmami öğretiler, Tarihi-felsefi miras üçlü saçayağından müteşekkil bir çerçevede, Şahçı bir politik duruşla Kızılbaşlar-Aleviler halini aldılar. İmamiyeci-Safevi etkisinin Çaldıran savaşı ile Anadoluda kırılmasının ardından başlayan Osmanlı kıyımlarının ardından Merkezlere uzak yerlere göçerek yeni kimlikleri ile varlıklarını sürdüren Kızılbaşlar Tanzimat-Cumhuriyet dönemeci ile kentlere kasabalara indiler. 1960lara kadar bünyelerinde Hetorotik-İslami argümanlar ağır bassa da 1960 Askeri darbesinden sonra Atheist-laik bir tavır aldılar ve Dini-geleneksel karakterlerinden büyük ölçüde sıyrıldılar.

Bu kısa anekdotun ardından konuyu irdeleyerek cevabını bulmak istediğimiz asıl soruyu açıklayabiliriz.

Anadolu Alevilerinin tarihdaşları İranlı ve Azerbaycanlı toplumların büyük çoğunluğu neden sıkı bir İslami-Şii Rasyonel kimliğe kavuşurken Aleviler tarihi süreçleri içinde önce Şifahi-Sufi ardından Atheist-laik bir tutum edindiler?

Çaldıran Savaşı ile Aleviler Osmanlıların Coğrafi hâkimiyet Alanına girdiler. Safevi Tekke-merkezlerinden akan bilgiler ve öğretmenlerin yolculuğu asgariye indi. Çaldıran savaşının ardından gerçekleşen irili ufaklı isyanlar da Osmanlı güçleri tarafından feci şekilde bastırıldı. Dolayısı ile Anadolulu Kızılbaş gruplar yeni öğretilerini besleyecek damarlardan mahrum kaldılar.


İnsan düşüncesi de insanla birlikte kimi zaman hızlı kimi zaman ağır bir şekilde evrim geçirir ve toplumlar özellikle din ve inanç konusundaki evrimlerini gerçekleştirebilmek için (içtihatlanmak) Tekke, medrese, manastır, üniversite, gibi akademik kurumlara ihtiyaç duyarlar. Saydığımız kurumlar ise yetkin bir kent yaşamı, toplum ve hükümet desteği, telebeler ve özgür düşünce unsurlarına muhtaç organizasyonlardır. Dolayısı ile kendi dini, düşünsel ve felsefi telakkilerini akademik bir biliç ortamında algılama olanağına sahip olmadıklarından yüzyıllar sürecek bir düşünsel donukluğa maruz kaldılar


Öğreti, yerel önderler (dede, derviş, pir) tarafından şifahi bir şekilde canlı kalarak güçlü, arı ve coşkun bir edebi estetikçilikle gelen nesillere aktarılsa da zamanla gerek akılcı bir tutuma kavuşamadığından, gerek totaliter Sünni otoriteye karşı aldığı muhalif duruşunu keskinleştirdiğinden, gerekse kentleşme ile gençliğin taşrada kalan şifahi kültüre yabancılaşmasından dolayı yeni içtihat kapıları bulamadı ve bu şekilde Alevi gruplar Laik Ateist bir kimliğe sahip oldu. Laikliğe kayışın ana sebebi kendilerini Osmanlı esaretinde kurtaran Cumhuriyete karşı bir bilinçaltı borcu, ateizme karşı aldıkları tavrın ana sebebi de Sünni asimilasyondan korunma amacıyla İslama ve İslami argümanlara karşı aldıkları karşıt tavırdı. İşte saydığımız bu engelleyici etmenler olmasaydı günümüz Anadolu Alevileri de İranlı-Azerbaycanlı tarihdaşları gibi Rasyonel bir Şiilik telakkisine sahip olacaklardı.


Oysa İran ve Azerbaycan’da tam tersi bir durum mevcuttu.

1500lerin yılların başındaki Safeviler eliyle yeniden şekillendirilen İran ve Azerbaycan’da Anadolu’daki gibi yerel dinlerin, Sufizmin ve Sünni kavrayışların etkisi altındaydı. Şiileştirme politikasını istikrarla sürdüren Safeviler öğretilerinin tarihsel kalıcılığı için de yeterli önlem almışlar, ülke sathında kurdukları medreseler ile geleceğe dair sağlıklı bir yatırım yapmışlardı. Bu yatırımın neticeleri zamanla öylesine gürbüz bir bedene kavuşacaktı ki İran Caferiliği, Şiiliğin ana yurdu diyebileceğimiz Güney Irak’ı bile bir ilim ve ideoloji havzası olarak geride bırakacak, bu süreci 1979 İran devrimi ile –modern politik telakkilerin aksine- orijinal bir politik tavır geliştirerek devam ettirecekti.


Bu kısa yazının ikinci kısmında “Günümüz Anadolu Alevilerinin gelecekte nasıl bir dini telakkiye sahip olabileceğini?” anlamaya çalışacağız.

Wednesday, September 20, 2006

YABANCI

YABANCI



Hangi dilber tırnaklarıma mızrak çakacak
Hangi kilite diyar yaralı dudaklarım
Bir kuru rüzgar savuracak kırıklarımı
Gözlerim dibi kurtlu kör bir kaba akacak

Diyar bir çelişki Arafının mermerlerinden
Bir kanayış volkanına yollar taşıyor
Lime lime tel tel sökülüyorken sema
Çöller yıldızlar kadar berraklaşıyor

Oysa ben
Bir yosmanın ağzındaki çürük sakızım
Bazen bir seccadenin çatlak köşesi
Gündüz korkularıma düşler yağarken
Kabuslarımda ballanır varoluş sızım
Bazen serkeş bir kahraman dünya yürekli
Bazen eli şişeli bir hayırsızım

Adımı koyan boşluğun dehlizlerinden
Seraplarıma kor çiviler yağarken
Bir Tavusum korkuyla meraklanan
Göz kapaklarımdan kırmızı tüller
Savrulur karalara akıp aklanan


Hangi kalem kan kusar ellerime
Hangi sevda içli içli baharlar ağlar
Nasıl bir yurt burası bellerde dağlar
Hangi Dumrul uğrayacak tozlaşmış yollarıma

Bir bakışlık rengim kaldı sadece
Bir çığlıklık acım
Bir yüreklik sızım kaldı yanık mı yanık
Hangi özlemi taşıyor şu paslı çarmıh
Hangi çocuğun elinden bu yosunlu taş

Monday, June 05, 2006

ŞÜKRAN

ŞÜKRAN

Teşekkür ederim
Onlar etimi kurtlara pay ederken
Sen dudağıma saplanmış zehirli dikenleri
Bir orman şefkatiyle bağrıma bastın
Donuk sinikliğimde bir alaz ateş yaktın
Ey fedakar letafet
Evladın olmasam da
Burnuma
Hecermiş gibi koktun



Teşekkür ederim
Onlar beni nokta silerken
Sen deşilmiş irislerin kızıllığından bana tinler yoğurdun
Tuttun sadeliğimden
Dünya boylu bir kayaydı sanki ellerindeki ruhum
Çilek edip yedirirken kalemime dil mermilerini
Yetim yurtlarına ipek sancaklar diktin
Babam değildin evet
Ama derinliğime
Muhammet gibi baktın


Teşekkür ederim
Onlar kılıçlarını dilimde biliyorken
Sen onların sırtına yıldırımlar sapladın
Göğsünden kopardığın merhemler olmasaydı
Bir mazlum sancısıyla nasıl konuşacaktım
İtildiğim uçurumun nefesi ensemdeydken
Bir Hasan olmasam da
Ellerimden
Aliymiş gibi tuttun

Teşekkür ederim
Soluklarımı baharlara yönlendiren cılızlığına
Sen mi yutmuştun o koskoca firavn ejderlerini
Sen miydin Kızıldenizleri ayaklandıran
Canım ciğerim
Kalemim değildin elbet bilmekteyim
Ama kabukları savrulan cesetlerimi
Kefen aşkıyla sardın




Teşekkür ederim
...
...
...
Teşekkür ederim

Wednesday, May 31, 2006

Rüya Saçan Adam

RÜYA SAÇAN ADAM
Başını önüne eğmişti, yüzüne, üşümüş tenini kırarcasına çarpan lapa tanelerinden ve vefakar bir boğa yılanı gibi boynuna dolanmış koyu renkli atkısından utanır gibi. Adımları, başka çareleri kalmadığından dolayı ölüme giden adamların gözü yaşlı hayıfları gibi cılız ve acındırıcıydı. Saçları, sanki yumuşak ve altında kan bollukları taşıyan bir bedensel canlılığa değil de, üzerinde tüm sadakatiyle hiç durmadan esen rüzgara bile selam veremeyecek kadar acizleşmiş bir çöl parçasına yapışık gibiydi. Grinin beyazla karıştığı yolların sadeliğine yansıyan gözbebeklerinin ardında uçsuz bucaksız bir boşluğun sınır çizgileri kolaylıkla seziliyordu. Bu sınır çizgilerinin ardında ise huzursuzluk, kararsızlık ve yabancılaşma üç koyu renk olarak bütün ihtişamları ile benliklerini bulunduruyorlardı. Ruhunun demir döküm kalıplarına girmekten usanmışlığını haykıran kahverengi göz altı torbaları her adımında altın renkli uyku tozları saçıyordu amansız yollara. Adam, sallanan kollarının havadaki ritminden dalga dalga yayılan yassı sinikliğe boyarken elinin ulaştığı noktalardaki dört ana rengi, etrafındakiler bebekler gibi uykuya dalıyordu zaman içinde tüm Gönüllülükleriyle çaresiz bıraktıkları hayallerini, her an daha da dertlenen başlarına yastık yaparak. Kısa zaman sonra bir rüya görüyorlardı beyinlerinde kıpraşıp duran karınca sürülerinin müsaadesiyle.

“ Kimliği olmayan bir karanlık masal ülkesinde bütün benliklerini pembeye bezeseler de karalıklarından ve yok ediciliklerinden nokta kadar bir zerreyi bile kapatamayan tırnakları köylü kadınların dudaklarından taşmış ölüm gibi kokan siyah renkli kazma dişlere benzeyen tırnaklarıyla batışa giden yolu işaret eden cadı kadınların tam ortasındaydılar ve gözleri süzerken kanlı toprağa doğru uzaktan bakan herkesin irin sanacağı sarı beyinlerini cereme bakışlı akbabalar katılmaktaydı kokuşmaya başlamış aralarına tüm insanlıklarıyla yola koyulmuşlarken zincirleme bir süreğenlikle bu göçün nasıl tamamlanacağını düşündü her biri ve bu aşağılık göçü başlatan uykunun müsebbibi adamın nerden nasıl çıktığını neden ve nasıl böyle bir düşmanlığa sahip olduğunu düşünerek yürüdüler yürüdüler yürüdüler ve akbabalar afiyetlerini kabartırken uçurumlar ülkesine vardılar geldikleri yerin yeni bir kıta olduğunu düşünüp önlerinde duran şehvet dolu cennetçiklere kurtulduk diye sevinçle haykırarak dalarken ağızlarından parlak renkli açlıkları göğe saçabilen ejderhalar ülkesinin tam ortasına düşmüş olduklarını anladılar yem olmamak için ruhlarının tüm cesareti ile ter yerine kan fışkırta fışkırta koşarken dostlarının ciğerlerine üşüşmüş dehşetleri görmemek için daha sağır duymamak için daha kör ve yaşamamak için daha hızlı çabalarlarken acınasılık meleği Ğuyem çıktı karşılarına ve nur dolu şişesinden birer damla gözyaşı fırlatırken titreyişe belenmiş alınlarına önce gülümseyerek yanlarına çağırdılar bu gözlerinden hayat akıtan meleği sonra vefasızlıkların en Şeytanisiyle akbabaları ejderhaları şefik gösterecek bir atılganlıkla üşüştüler etrafına nurlar saçan Ğuyem etine daha da kurtulmak için ama insanlıkları onları öyle cehillileştirmişti ki unutmuşlardı mazlum etlerinin midelerde halı desenli kobralara dönüşeceğini ve bu cehililikle kendi içlerini kendi dilleriyle yediler yediler yediler ve tam tükenmek üzerelerken Allah onlara son bir fırsat verdi Ademiliklerini bildiğinden ve böylece hiç farkında olmadan kobralaşmış içlerini kapılarının kenarları elmasla zümrütle yeşimle yakutla süslü gayyalara fırlatarak tekrar yola koyuldular erkekleri bıldırcın avladı kadınları incir ve zeytin topladı başlarına şeker kaplı kudret helvaları yağarken güle güle yediler ve havaya atılmış oklar gibi fırladılar birden ayağa rüyaların bittiği o kör noktaya varmak için tüm kuvvetleriyle yürüdüler heybelerinde aşk taşıyan kervanlar gibi hırslı hırslı ama yürüdükçe de doğuştan kurtlu hatırlarında ne bıldırcın eti kaldı ne incir zeytin kudret helvası kan içip kızılcık şerbeti içtik diyenlerin ülkesine geldiklerinde gözleri ezginliğin ayaları azgınlığın aynası ahaliye akbabaları yolduk dediler ejderleri kestik kobraları boğduk gözleri dağ doruklarına renk veren bulutlar ülkeye çiseleyecek bir can yağmuru getirirken kasıldılar kasıldılar ve mahzun bir file binmiş şahların şahı İskender gibi haşmete bürünürken bedenleri kan kusup kızılcık şerbeti içtik diyenlerin ülkesinden kale duvarları gibi heybetle ayrıldılar rüyaların bittiği noktaya doğru giden buzlar ülkesine vardıklarında hem sokuldular üşüdüklerinden kaderlerine hem de azar azar döküldüler ihanet ettikleri için kederlerine yılmadılar yıkıldıkça bir sancak gibi göğerdi bakışları altında hayat dolu bir göğü saklayan kristal türbeye ulaştıklarında iki yaralı ses duydular gökkuşağı rengindeki biri erkek biri dişi iki balıktan çıkan şaşırdılar başkalaşmış kabarıklıklar saldı içlerine yürekleri bir imanlı darbe ile kırdılar türbenin ışıldayan soğuk kapısını gökkuşağı renkli balıkları pul pul dökülmeye başlamış elleriyle yakaladılar Allah razı olsun dedi dişi balık siz olmasaydınız hangi göz derdimizi görürdü hangi ses efganımızı duyar hangi el ışıltılı zindanımızın kapısınız kırardı erkek balık gülümsedi ve ağlayarak keşke ellerimiz olsa da boynunuza sarılsak keşke yüreğimizdeki acı bolluk akıtan bir sevince dönüşse de yaralarınızı sarsak dedi balıklar bir ağızdan haydi firkatimizi verin deyince ademlerin kanlı dişleri saplandı garibanların yedi rengine kanlarını nefislerine renk pullarını yozlaşmışlıklarına süs ve yedi rengi hırslarına bayrak yaparak şeytanın ayak seslerini andıran geğirtilerle tekrar yollarına düştüler Allah lanetini yol ayrımlarına kün diye yerleştirirken yürüdüler kanadılar eridiler aktılar yürüdüler kanadılar eridiler aktılar yürüdüler kanadılar eridiler aktılar ve kaderlerinin Allah gazabı ile buluştuğu yol ayrımında Kızıldeniz nefsine kefen bu garip dünya hakimiyetine hülya olan alçak Firavun ellerini kaldırdı ey şaşkalozlar bu yol benim lanetlendiğim tuzlanmış sele bu yol sizlerin kurtuluşu güzelliklere gider hadi düşün üzerine hiç çekinmeden ve hizmetime karşılık öpün asamın yılan başlı tacını öpe öpe yola düştüler ve son Ademin dudaklarının asanın zehir zehir bakan gözlerine değişinde çakan şimşeğin haşmetinde Allah tepelere görünmez ordularını yerleştirdi yerin altındaki bataklıklara da Ad Semud ve Lut gölgelerini ademler büyük bir sevinçle yolun götüreceği yeri hayal ederken önce gökkuşağı renkli balıkların lanetleri kulaklarına çalındı sonra şeytanilikten kurtlanmış tenlerine görünmez orduların lav uçlu okları Allah gazabının abidesi olup benliklerini bataklıklara gömerken kibirlerini Semud yedi riyalarını Ad ve şehvetleri de Lut ağzında yok oluşa uğurlandı yok olurken benliklerinden fışkıran gökkuşağı renkli iki balık önce gözyaşıyla hamd etti sonrada bedenlerini kızgın kum üstünde saldılar Ademlerin benliklerinin layık olmadığı rüyaların bittiği o gerçekçi noktaya vardıklarında el ele verip yedi renkli bir umman yaratıp doğurganlıklarını konuşturdular bin yıllarca hırsla ve ademlerden uzak”
Tekrar bir şimşek çaktı ve içlerine bir katre daha şaşkınlık ve yalvarış dolsa patlayacak gözleri açıldı. Hep birden ayağa kalkıp bedenlerinin muhafızı giysilerini kaplayan kar yumrularını temizlediler. Kum fırtınasına yakalanmış Eshab-ı Keyhf sürülerini andırıyorlardı. Önce nerede olduklarına baktılar sonra boğulmaktan son anda kurtulan aptal bir kaplumbağanın sevinciyle hallerine şükredip “sadece bir rüyaymış” dediler. Dünyaya yayılmaya tekrar başladıklarında yürekleri heyecanla atıyordu.