Saturday, July 27, 2013

YURTDIŞINDA ÖDÜL ALAN TÜRK SANATÇILAR ÜZERİNE YAPILAN SÖYLEŞİ

YURTDIŞINDA ÖDÜL ALAN TÜRK SANATÇILAR ÜZERİNE YAPILAN SÖYLEŞİ



Hüseyin Arslan'ın Özkan Şahin ile söyleşisi



-Çeşitli sanatçılarınız Batılı ülkelerde çok ciddi ödüller aldılar ve bu yazarların ve ödüllerin sayılarının artacağı da bir malum. Peki bu sanatçıları ve eserlerini Batı gözünde seçkin kılan nedir?

-         Öncelikle şunu söyleyeyim bu sanatçılar hakkında Türkiye’de yapılan olumsuz eleştirilerin birçoğu Türkiye’de eleştirmenliğin nasıl çetrefilli bir basmakalıpçılık ve nasıl garip bir sanatsal duvar olduğunu gösteriyor. Siyonistlerin Filistin sınırına ördürdükleri duvardan bile daha yüksek ve kalın bir duvar. Eleştirmen dediğimiz bu adamlara şiirlerimizi, öykülerimizi, belgesellerimizi, kısa filmlerimizi gönderiyor, birçoğu yayıncılık bünyesinde çalışan bu insanların insafında eserlerimizi insanlara ulaştırmaya çalışıyoruz. Türkiye’de nitelikli sanatçının maalesef nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğunu bilelim, bu bir kadersizlik. Orhan Pamuk, Elif Şafak veya Nuri Bilge gibi adamların bu eleştirmenlere cevap vermeye tenezzül etmemeleri belki de giriştikleri tek asil tavır. Konuşmamıza neden böyle başladık bilmiyorum ama her şeyden önce Türk eleştirmeni adam olmalı, değerlendirmesine politikasını, dini kavrayışlarını, felsefesini, idealini elbette katacaktır, görüş zaten bunların etrafında ruh bulur ama duygusunu katmamalı, bir esere yaklaşmak Nevizade’de şarap şişelerine yaklaşmaya benzemez veya ne bileyim bir eser bir heves değildir. Yazarların, yönetmenlerin eleştirmenlerden fersah fersah daha çalışkan ve duygusuz olduklarını görüyoruz. Sanatçılar eleştirmenlerden çekinmesi gerekirken, eleştirmenler hangi eksikliğimizi yazar ve esere çatarak tatmin edebiliriz havasındalar. Bunu neden böylesi yarı hınçlı bir tavırla söylüyorum siz sormadan açıklayayım. Yurt dışında ödül alan yazar ve eserlerin o kadar çok konuşulacak şeyi var ki? Eserlerinin tarihsel niteliği, toplumla ilişkileri, sunumları, kişilikleri, dilleri, Batı ile hangi ilişkimizi koordine ettikleri, bu çıkarsınımlardan varacağımız nokta ise ülke ve toplumun tarihsel hali ve dahası… Birisi bir roman yazıyor, romandan çok yazarın etnik kökeni konuşuyor, birisi bir film çekiyor, filmden çok o filmden yapımcıların kaç para kazanılacağı tartışılıyor. Bunu bizim gibiler değil, kelli felli adamlar yapıyor, koca koca köşeler kapmış, tuğlamsı kitaplar yazmış adamlar. Sizin sorduğunuz şu soruyu herhangi birine iletebilecek bir eleştirmene rastladınız mı? Her zaman diyorum, bizim geleneğimizde aslında kişi ve konu her zaman ikinci plandadır, birincil olan usuldür, konuya yaklaşım konudan bile daha önemlidir lakin bizler maymunların hayvanat bahçesi yönettiği bir heyulanın çocuklarıyız, fazla yakınmamamız gerek. Biz konumuza dönelim. Soru neydi, özür dilerim.

-         Peki bu sanatçıları ve eserlerini Batı gözünde seçkin kılan nedir?

-         Şöyle bir anımı anlatarak başlayayım! Tahran’dayım, bir gece bir kafede oturuyorum, yaşıtım birkaç tane insanla tanıştım, kalabalık bir grup. Dakikalarca sohbet ettik, konuştuk, yedik içtik, sonunda içlerinden birisi bana dedi ki, bir film çektik, yaklaşık bir ay sonra vizyonlara girecek ve çok umutluyuz, izlemek ister misin? Elbette dedim, Filmi bir USB diskin içine kopyalayıp bana verdi. Gece ayrıldık, otele gittiğimde filmi izlemeye başladım. Muhteşem bir konu, her dakikası sorgu, Dostoyevski romanı gibi, sürükleyici, akıcı. Lakin filmde bir yanlışlık vardı, o da filmdeki kimse İranlıya benzemiyordu. Tipleri, konuşmaları, kaygıları, telaşları… İranlıları ben çok iyi tanıyorum, Tahran’ı da… İranlılar esmer, geniş, geveze, gelenekçi, yüzlerinde garip bir huşu bulunan insanlardır. Tahran’sa kapalı, renkli, her köşesinde devrime dair bir done bulabileceğiniz ve nüfusun büyük çoğunluğunun bahsettiğim insanlardan oluştuğu resmen bir ülkedir. En başta filmdeki kimse İranlıya benzemiyordu, şehir Tahran’a benzemiyordu, kaygılar da İranlı kaygılarına. A Seperation’dan bahsediyorum. Filme adını veren sebep çiftin İran’dan ayrılma konusunda yaşadıkları polemikti ve bu yüzden bir ayrılık doğuyordu. İranlıların aile yapısı bize çok benzer tek bir sebepten dolayı bir karı koca ayrılmaz, ayrılamaz. Film böyle bir Batı yücelişi ile başlıyor, İran’la hiçbir alakası olmayan bir film. Bu film gitti Oscar aldı. Asla bizim eleştirmenlerin dediği gibi “yok efendim bu film İran’ı kötülüyor, bu yüzden gitti ödül aldı” diyemem. Öyle olsa kötüleme konusunda bir adaylık dalı olsa bütün ödülleri alacak olan filmler var. Lakin şunu diyelim, bu filmi çeken objektif İranlı bir objektif değil, bir Batılının objektifi, bir Modernleşmişin objektifi. Mesela film ben gibi bir doğulunun yabancı olduğu bir İran ailesini yazmış, filmdeki Tahran ben gibi bir doğulunun tamamıyla yabancı olduğu bir Tahran. Ben o tavırları çok az İranlı’da gördüm. Yani o film batılıların gözünde Doğu içinde bir yerde Modern bir formu sunduğu, İran gibi bir ülkede Modernizme imkan tanıdığı için mükemmel. Tek sebep bu değil, ama ana sebep bu.

-         Yani Nuri Bilge’nin, Orhan Pamuk’un ya da Elif Şafak’ın eserlerinin ilgi görmesinin sebebi de mi aynı?





-         Öncelikle şunu söyleyelim, bu kişilerin hiç biri tembel, beceriksiz, kötü iş çıkaran insanlar değiller. Hepsinin eserleri çok nitelikli ve bir şekilde geleceğe akacaklar ama bizim derdimiz onların eserlerinin sözlerinden ziyade söylemlerinden, özlerinden bahsetmek. Bu insanlar Avrupalılar gözünde neden gözde! Modernliğe nasıl bir imkan sağlıyorlar? Benim kendi listemde ilk onun üst sıralarında Orhan Pamuk’un Sessiz Ev adlı romanı vardır. Aslında romanları arasında en az tartışılan, popüleritesi az olan bir romandır lakin en çok tartışılması gereken romanıdır. Çünkü roman Selahaddin Darvınoğlu gibi bir karakteri barındırıyor. Osmanlı bakiyesi pozitivist bir aydını ki bu adam Orhan Pamuk için Modern Osmanlı aydınının bir prototipi. Aynı tarihteki örnekleri gibi öylesine cahil, öylesine duygusal, heyecanlı, ahmak ve çalışkan ki elini attığı her şeyi mahvediyor. Hiçbir dirayeti olmayan bir zavallı! Yeni bir toplum, yeni bir ahlak oluşturmak için didinen lakin hakikat ile hiçbir somut bağı olmadığı için ahmaklıkların ve ahlaksızlıkların en bayağılarını gerçekleştiren bir maymun. Darvınoğlu’nun eşi rolündeki ihtiyar kadın ise umutsuz ve bütün yaşamını istemeden bu karakterin tarihine endekslemiş zavallı bir kadın. Aslında Darvınoğulları cinslerinin mahvettiği çaresiz ama omurgalı halkı temsil ediyor bu kadın. Tüm ömrü başına bir evlilik bağı ile bela olmuş bu adamın pisliklerini temizlemek, onun bayağılıklarına katlanmakla geçiyor. Yaşamındaki bütün acı kavşaklarının başrol oyuncusu Darvınoğlu. Torunlar ve torunlardan birisini öldürecek ülkücü delikanlı ise, Darvınoğlu ve onun eşi arasındaki çarpık ilişkinin sonucu olan gençler. Yani halkın Modernizmle kaynaşmış görüngüleri. Bu romanı okuduğumda öylesine heyecanlanmıştım ki etrafımda defalarca bu romanı tartıştım, arkadaşlarıma okuttum, romanın misyoneri kesildim adeta. Bu nasıl bir tarih tasarımıydı ve bu adam koskoca bir tarihi nasıl bu şekilde özetlemişti? O eser Orhan Pamuk’un yerli diyebileceğimiz bir objektifle kendi tarihine baktığı son eseri diyebiliriz, sonrasında usulünü “Kara Kitap” ile geliştirdi. Tam Batının görmek istediği bir anlatım formuna erişti, olgunlaştı, en ciddi tartışma ve eserlerini de bundan sonra edindi zaten. Aynı usul Elif Şafak’ta da Mahrem romanına kadar görünür. İki yazarında bundan sonra yazdığı her metinde ciddi bir Modernizme imkan yaratma çabası görürüz. Ne konular, ne kişiler, ne anlatım, ne söylem, ne ideoloji artık bir yerli dimağın ötesine taşmıştır. Bu anlattığım dönemeçlerden sonra yazarlarımız Türk yazarından ziyade Modern birer yazar haline gelmişlerdir. Mesela “Kar” romanını ele alalım ki en önemli romanıdır Pamuk’un. Neden en önemlidir, ben bu roman ile Nobel’i aldığına inanıyorum. Siz öyle bir Kars tahayyül edebiliyor musunuz? Kars’a gidelim ve notlarımızı alalım, Pamuk’un anlattığı gibi bir Kars’ı anlatmıyor olacağız. Sizce Kars’ta yaşayanlar Pamuk’un romanda diyaloga girdikleri insanlar gibi midirler? Böyle bir Kars ve Karslılık yok. Bu roman Modernizmin Türkiye tipi ülkelerdeki imkanlarının sadece büyük şehirlerde değil, Türkiye’nin taşralarında da işler zeminlerinin olduğunu göstermiştir. Ve romanın konusu İslamcılık! Bu romanla Pamuk İslamcılığın şifrelerini çözmüş ve İslamcı bilinçaltının tüm verilerini öylesine ustaca çözümlemiştir ki? Türkiye’deki tüm İslamcıları bir araya getirin bu anlatının başarısının yüzde beşine ulaşamazlar.

-         Peki ya Elif Şafak?

-         Elif Şafak, Orhan Pamuk’un yaptığını biraz daha acemice yapıyor. En çok satan romanı Aşk’ı ele alalım? Tamamıyla Batılıların havsalasına hitap eden bir Sufizm, bir Mevlana ve Tasavvuf hikâyesi! En garip olanı Elif Şafak’ın romanda tasvire yeltendiği aşk ile Sufilerin algıladığı aşkın başkalığı! Siz romandaki Mevlana ya da Şemsin gerçekten yaşamış olabileceğine inanıyor musunuz? Aşk romanı Türkiye’ye ait bazı ana doneleri Modernizme adapte etme görevi üstlendi. Tasavvuf hakkında yazılan romanlara bakın? Romanların kahramanları hep batılı ve Egzotik bir merakla bir mistisizm arayışına giriyorlar. İslam irfanının kurumlarına mistik birer ayrıntı muamelesi yapıyorlar, Aşkı abideleştiren adamlar batılı mistik meraklara çerez oluyor. Moğol ordusunun yapamadıklarını Modernizme imkan tanıyan bu insanlar yapıyorlar.

-         Ama Batılılarında benzer romanları, çalışmaları var?

-         Anlamamız gereken şu, onlar Batılı oldukları için böyle çalışmalar yapacaklar, başka tip çalışmalar zaten yapamazlar. Garip olan İstanbullu, Konyalı, Ankaralı, Çanakkaleli insanların böylesi usuller böyle bir çalışmaya girişmesi. Tüm çabaları Avrupa ve Amerika’daki Modern yayıncılar, eleştirmenler, gazeteciler benim romanımı, filmimi muhatap aldığında bana ne gibi bir aferin çekecek. Bu insanlar Modernizm’in kompradoru ve tüm zekalarını, emeklerini, çabalarını bu kompradorluk için harcıyorlar. Düşünün, o Modernlerle kaynaşma çabasında olan Türkiyeli elitler İslam’ın tek ordusu olan Yeniçeri ocağını ve o peşinde koştukları aşkın! ocağı olan Bektaşi tekkesini, tüm Melamileri yok ettiler. Modernizm’in kazığını yiyen ilk insanlar bunlardı ve bu kazığı nasıl bir fecaatle yediler hepimiz biliyoruz. Modernizm siyasal bazda tamamen kanıksandığında ilk işlerinden biri o aşkın ocakları olan tekkeleri, dergahları kapatmak oldu. Birçok sufi, ilk modernleşme hamlelerinden itibaren feci şekilde yok edildi. Bakmayın bu konuda Japonlar ve biz dünyanın en karanlık tecrübesine sahibiz. Biz İslam gibi korunaklı bir mağaraya sığındığımızdan direnebiliyoruz, onların öyle bir mağarası olmadı. Modernizm öyle bir beladır ki sizi ya imha eder, ya da bir alay konusu… Size ancak kendi meşru ölçülerinde kendinizi tanımladığınıza varlık ve ifade imkanı verir. Orhan Pamuk ve Elif Şafak gibi edebiyatçıların açmazı romantizmleri olacak. Özellikle Orhan Pamuk’u nostalji tutkusu kötü derecede sarsacak. Elif Şafak ise şahsi çelişkilerini gereğinden fazla edebiyat malzemesi yapma konusundaki direngenliği karizmasını eninde sonunda sarsacaktır. Çok farklı bir eser yazması gerekiyor. Dışarıda tanınan Türkler açısından en şanslısı Nuri Bilge Ceylan.

-         Neden?



-         Nuri Bilge Ceylan’da Uzak filmine kadar eserlerinde yerli görüngülere rastlayabileceğimiz bir sanatçıydı. Uzak Filmi ile İstanbul gibi bir alanda tamamen depresif, çatışmacı, çarpık bir postmodern ilişkiler yumağını Batılılara sundu. Filmdeki İstanbul’a bakın, tanımakta zorlanırız; Paris’in, Londra’nın o renksiz ve kimsesiz içedönükçülüğünü kopyalamıştır sanki yönetmen Uzak filminde. Oysa İstanbul doğulu ve her daim şen şakrak ve karakterleri batılılardan çok çok daha farklı olan bir heyuladır. Ben İstanbul’a kapalı renkli gökkuşağı derim çünkü her zaman geleneğe meydan, ifade tanıyan bir imkan sunar ve ne kadar uğraşsanız da tamamıyla modernleştiremezsiniz. Filmlerdeki ilişkiler, sokaktaki evdeki ilişkilerimize benzemez. İklimler filminde gelenekten zerre iz bulamayız çünkü karakterler de tamamıyla Türkiye’nin modernleşmiş sınıfı, akademisyen ve sanatçılardır. Nuri Bilge bu filmde kendi çevresel krizini Batılılara sunar ve sunumda çokta başarılı olur. Üç maymun filmi tam bir kepazeliktir, bir ihanettir. Bu filmde Nuri Bilge Postmodern çatışmanın ve doğurduğu insansı çarpıklığın Türk avamını –ki avamın gelenekle bir bağı mutlaka vardır- tamamıyla kapsadığını, Türk avamının Modernizmle ilişkisinde koordinasyon kurmakta artık sıkıntı çekmediğini tüm insanlığa gösterir. Bir zamanlar Anadolu filmi de Orhan Pamuk’un Kar romanının muadilidir ve bu film Kırıkkale’deki bozkır insanlarının bile artık postmodernizmi emebilecek bir olgunluğa eriştiğini gösterir. Mesela yıllar önce Almanya’da yaşayan Türk yönetmen Fatih Akın’ın meşhur filmi “Duvara Karşı” Avrupa’da Altın Ayı olmak üzere birçok ödülü alınca çok heyecanlandım. Filmi büyük bir iştahla izledim ki üniversiteyi yeni bitirdiğim, modernite ve imkanları üzerine okumalar yaptığım bir döneme denk geliyor. Bizim için Almaya’da, Avrupa’da, yaşayan Türkler üzerlerinde çok fazla ciddi araştırma ve edebiyat eserleri ile durulmasa da çok önemli bir konudur çünkü Türkiye’de yaşayan hemen hemen herkesin bazı yakın akrabaları bu Türklerdir. Bu Türkler açısından en büyük sorun Avrupalılaşma, bu Türklerin üzerine incelemeler yapan, onların sosyal hareketlerini gözlemleyen Avrupalı bilim adamları ve politikacılar için de en büyük sorun bu Türklerin entegrasyonudur. Avrupalı bir Türk’ün Anadolu geleneği ile mutlaka bir bağı vardır, Avrupalılaşmaya karşı bütün imkanlara set çekmiş bir aile yapısı, gelenekten uzaklaşmanın oluşturacağı çarpıklıkların farkında olan çaresiz işçiler ve entegre olun diye başlarının etini yiyen politikacılar ve medya mensupları. Fatih Akın bu cendere içerisindeki insanların ahvalini basit bir pornocu Türk kızını başrole koyarak ve istisna bile olması zor bir kurgu üzerinden usta bir yönetmenlikle Avrupa’ya sundu. Avrupa’nın hayalindeki Avrupalılaşmış Türk insanı, Avrupa için ideal Türk insanı prototipini ustaca anlattı. Ayrıca gelenekçi işçilerin çocuklarının Avrupa modernliği için nasıl zeminler haline geldiğini muhteşem bir sanatsal dille tüm dünyaya gösterdi. Almadık ödül bırakmadı, dünyanın sayılı yönetmenleri arasına girdi. Türkiye’deki medya ise bir Türk! Yönetmenin Avrupalılarca! Nasıl teveccühle anıldığını, ödüllere boğulduğunu öve öve bitiremediler? Film sanatsal değeri çok yüksek olduğu için değil, Modernliğin nasıl bir zeminde tecessüm edebileceğini gösterdiği için muhteşemdi! Değindiğimiz gibi, başrol oyuncusunun seçimi de ayrı bir enstantaneydi. Hani başta eleştirmenlere değindim ya, bize bu filmleri öve öve bitiremeyen ya da filmlerin ardındaki sosyal bilimsel hakikati okuyamayan tipler, zaten Modernizmin mekteplerinde, geleneğe dair hiçbir formu, algıyı, hakikati bilmeden yaşamış tipler. Neye hizmet ettiklerini, neye sahip çıkıp çıkmayacaklarına karar verememiş tipler. Ha bilenleri var mı, istikametleri sabit onlarcası var. Onlar zaten amiyane tabirle şeytanın arka ayağı. Batılı ödül dağıtıcılardan kat kat daha hain tipler.

-         Yani bu insanlar bu eserleri kötü niyetlerle mi hazırlıyorlar?




-         Hayır, ne demek, bir kötü niyete sahip değiller ama kanıksadıkları gerçeği roman ve film şeklinde açığa vuruyorlar. Bu insanların, yani Türk elitinin nasıl bir dünya ve insan tasavvurunu öğrenmemiz için bu eserler en iyi kaynaklar. Batı ve çelişkisi ile olan ilişkimizin aynaları. Batı 11 Eylül’den sonra Türklerden modernliğe imkan yaratmalarını istemedi, daha doğrusu, Batı Türklerden hiçbir zaman Modernlik üretmesini istemedi ama ürettiği Modernliğe Ortadoğu’da hazırlanacak zeminlerin, imkanların Türkler tarafından üretilmesini istedi.

-         Fakat halk bu sanatçı ve eserlerine çok büyük bir ilgi gösteriyor.

-         Bakın bu bir kandırmaca! Halkın bu sanatçılara ilgi göstermesinin sebebi avamlıklarını bastırmak, sanki girift bir kurgu ve güçlü bir dile sahip bu eserlerden anlıyormuş görünerek kendilerini sınıfsal olarak başka bir konumda hissetmek. Bu tip eserlerden anlayan insan sınıfı bellidir. Sonuçta bu kişiler dünyanın en büyük dağıtımcıları ve yayıncıları ile çalışıyorlar ve eserlerinin ticari değeri çok yüksek. Şüphesiz halk kitlelerinin karşılaşmaktan haz aldığı unsurların da olduğu eserler ama unutulmasın ki sanatçılar bu tip eserleri en başta batılı eleştirmenlerin beğenisi için yazar. Hem bakın biz bu eserler kalitesiz ya da ilgi çekmeyecek eserler demedik, bizim derdimiz bu eserlerin tasvirlerindeki ayrıntılara bakmak, şeytan yakalamaya çalışıyoruz.


-         Bir İran filminden bahsettik en başta, mesela Cafer Pehani ve Abbas Kiyarüstemi örnekleri var. Bunlar da bahsettiğiniz örneklerin türevleri midir?

-         Hayır, bu kişiler İran toplumundaki çarpıklıkları ve köşeye sıkışmış insanların öykülerini anlatıyorlar. Bizdeki Zeki Demirkubuz veya Yılmaz Güney örneğindeki gibi. Dert yerli, dil, söylem, kahramanlar, çarpıklık, çözümsüzlük veya çözüm yerli. Onların eserleri ile az önce bahsini ettiğimiz kişilerin eserleri ve usulleri çok farklı. Her aykırılık Modernizme imkan sağlama çabası olarak algılanmamalıdır.

-         Peki son olarak, çözüm olarak ne öneriyorsunuz?

-         Şimdi karşımızdaki bir sorun, Türkiye’de dediğim gibi tartışılmayan, tartışılamayan bir sorun ve önümüzde popülerlik gibi bir bela ile çıkan bir sorun. “Sanatçıların Modernizme İmkan yaratma sorunu?” Bu Türkiye’deki akıl mevzuna dair en büyük sorunlardan biri ki belki de politik-tarihi sorunlar yumağımızdaki karşılığı ve etkisi Kürt sorunu kadar büyük bir sorun. Ve somut bir sorun değil, soyut bir sorun, bir düşünce ve anlam bunalımı sorunu. Dolayısıyla yapmamız gereken tek şey Modernizme tanınan bu imkan ve eserleri eleştirmek, Modernizme imkan tanımayan yeni eserler oluşturmak. Bu eserlere kutsal kitap muamelesi yapan insan yığınlarına bir farkındalık oluşturmak, ne ile karşı karşıya olduklarını anımsatmak.

-         Peki bu o kadar kolay mı?

-         Bu bambaşka bir konuşmanın konusu lakin söylemem gereken tek şey, nicelikle ilgilenecek durumda değiliz, etrafımızda bir yangın var ve bu yangından kaçırmak zorunda olduğumuzu kaçırmak zorundayız. Bizim yegane görevimiz farkındalık oluşturmak. Ne kadar başarılır onu Allah bilir!

-         Teşekkür ediyorum.

-         Ben teşekkür ederim.