Saturday, November 27, 2010

PONTUS GÜZELİ



Fındıktan bir biblo
Her yanı kin bir mızrağın arsız sivriliğinde
Pontus güzeli yüreğimin en kırılgan yerinde
Kanayışım dalga dalga hayallere yayılır
Artık dertler keman telinden ince
Bilmedin ki şairler de yanılır.

Ankara sokakları gölge mezarı
Ankara ayazları titreyen azap
Pontus güzeli mermerden bir sevgi narinliğinde
Bilsen
Varlığın dalgalarda şavkıyan tablo
Şeffaf enginliklere kolay mı ulaşılır
Bilir misin sen
Fındık fındık yüreğime batarsın
Ancak yok olursan yokluğuna alışılır

Olmaz olasıca!

Wednesday, November 03, 2010

HALLELUYAH




Yanmış Bedenlerin tezgahı gül bahçeleri
Şükür diyeceğim kirli ellerde esnafçıl titreklikler
Limelenmedik bugün halleluyah
Gözler güller dermez ama olsun
Sıcak çikolata kıvamındaymış beyinler

Başımı metalden sancılara yaslayacağım
Kanserli gırtlaklardan ezan sesleri
Bu cihangirliği de kazaya bırakacağım
Elası incelmiş gözlerde asit yağmuru
Ve ha geldiler ha geliyor tabelaları kasılacak yollarımda

Persçe bir tını ensemi tokatlarken
Bilal bedenleri göreceğim tevrattan kayalarda
Kayalar güneş yanığı
Kayalar asitle cilalı ve esmer yazgıların tozlu noktası
Sus diyecekler
Bu karamsarlık hayra alamet değil
Bilmezden gelmesinler
Deccalin tohum kustuğu bir çağın çocuğuyum
Güller filizlenmeyecek ellerimde…

Saturday, October 09, 2010

TENCERE


İçerisi haşlanmış lahana kokan salonda -Handan hariç- oturan aile bireyleri en büyük eğlenceleri olan “Benim Olacaksın” adlı yerli dizi filmi izlerken, bu şirin ailenin hamarat annesi Zehra Hanım, demir çerçeveli gözlüklerinin ardından dikkat kesilmiş gözleriyle sarma yapmaktaydı. Baba Selahattin Bey huzurlu aile manzarasının mimarlığının kıvancı ve aile huzuru bulmuş köy soylu bir esnafın klasik edalarıyla kaskın, orta parmak uzunluğundaki sigarasını tüttürüyordu. Ailenin ninesi Gülizar kucağındaki kedinin sıcacık ensesini okşuyorken, evin Antropoloji öğrencisi genç oğlu Cüneyt hem çayını yudumluyor, hem de genç kızlarınki gibi uzun ve düzgün parmaklara sahip ellerini önündeki kuru üzüm ve leblebi kâsesine uzatıyordu. Evin büyük kızı Saliha soymakta olduğu dudaklarının üzerine kurulmuş aşağılayan bakışlarıyla kocası Süleyman’ı süzerken Süleyman, yüreğinde kabarmış şehvetin tüm vahşiliğiyle dizinin içindeki güzelim kızları kolunda hayal ediyordu. Herkesin dizideki hareketliliğin etkisiyle sessizleştiği bir anda evin kapısı çaldı. Zehra sarma içiyle yağlanmış ellerini tepsinin kenarındaki bir bezle silerek kapıya yöneldi. Kapıyı çalan alt kattaki komşuları Abide Hanım’ın küçük kızı Funda’ydı.
—Zehra Teyze, eğer mümkünse annem birazcık toz fındık istedi. Pasta yapıyor da!
Zehra kıza herhangi bir cevap vermeden -bekle bile demeden- geniş koridordan geçerek mutfağa yöneldi. Küçük kız aralı kapıdan hepsi aynı işle meşgul aile bireylerine bakarken Zehra yaklaşık yarım dakika sonra bir çay bardağı fındık tozuyla döndü. Sevimli kız “iyi akşamlar” deyip merdivenlere yönelirken -sana da bile demeden- kapıyı örttü. Sarma tepsisinin başına tekrar döndüğünde suratı o kadar sıktı ki biraz daha asılsa belki bir ayakkabının tabanına dönüşebilirdi. Bu dönüşümden kurtulmak için sevgili ailesine içini dökmeliydi.

Zehra’nın dediği:
Daha iki gün önce güzelim düdüklü tencereyi istemişti canı çıkası. Hani… Daha onu geri göndermeden sıpasını kapıma yollatıp toz fındık istetiyor birde. Utanmazlar anam utanmaz… Köyden çıkıp şehirde ev kurunca ne olacak. Sanki aldın da ne oldu tencereyi… Kocanın önüne bir tabak nohut mu koyabildin? Ya yaktı tenceremi, ya lastiğini eritti, ya düdüğünü bozdu. Kesin başına bir iş geldi de göndermiyor tenceremi. Allah’tan korkmaz mendeburlar.

Gülizar’ın dediği:
Bunun kaynanası da böyleydi kızım kaynanası da. Sanki kocasının eli kör, gözü dikenli miydi? O adam da eşek gibi çalışır eve taşırdı ama cimriydi anam bunlar cimri cimri… Paraya kıyar da bir tencere mi sokar mutfağına mendebur nalet. Yakında kızı da kendine benzer. Baksana üç kuruşa kıyıp bir tutam fındık alamıyor da çocuğu alıştırıyor onun bunun kapısında ağız yüz eğdirmeye. Canları çamura düşesiceler. Bizim soyumuzda, köyümüzde yok şükür böyle sırtlan yürekliler. Allah gözlerini doyursun.

Damat’ın dediği:
Yahu anam ne çok çeneniz varmış be! Ne oldu, alt tarafı bir tencere. Unutmuştur ya da işi bitmemiştir. Komşu komşunun külüne muhtaç değil mi hem? Bu gün ona yarın sana. Hem vermese ne olur, bu kadar laf söylenir mi? İhtiyacın olduğunda hatırlatırsın, eşek değiller ya çıkarır verirler. Bir televizyon izletmiyorsunuz adama. Cüneyt ne oldu şimdi, kaçırdım, anlatsana!

Selahattin’in dediği:
Tabi damat bey babanın tenceresi değil ya at uzaktan kurşunu… Aile dediğin hiçbir ihtiyacı için oraya buraya ağız yüz eğmez. Bir kıçı kırık tencereye, bir tutam fındığa kalmışsa ailen intihar et intihar. Erkeğim diye kasılma sokaklarda. Biz öyle miyiz biz! Tırnaklarımla var etim eşimi, işimi, gücümü. Yemedim içmedim çabaladım eşekler gibi nedeeen? Babamız adamdı babamız… Ana babam seni kaç kere göndermiştir onun bunun kapısına git bir tutam tuz iste diye? Aile dediğinde dirayet olmalı dirayet, güç olmalı, bağlılık olmalı, sevgi olmalı. Kazık gibi sabah akşam yatmamalı insan dediğin. Çalışmalı, çalışmalı, çalışmalı…




Cüneyt’in dediği:
Aslında komşularımızın yaptığı bu saygısızlığı bilimsel bir yaklaşımla da anlayabiliriz. Öncelikle tarihsel kökenlerimizi biraz bilmeliyiz… Atlı, göçebe bir yaşam ve yağmacı, talancı bir üretim biçiminin günümüze sirayet etmiş görüntüleri bunlar. Toplumumuz ne kadar bu tip özelliklerini bir nebze aşmış ve kentli bir sanayi toplumu görünümü yakalamış olsa da kökenlerimizin bilinçaltı işaretlerine dair çok güzel bir örnek bu mesele. Şimdi komşularımız varlığını bize unutturmaya çalıştıkları bu tencereyi bir ekonomik kar olarak addediyorlar. Bu unutturmaya çalışma eylemi önemli çünkü toplumun tarihsel süreçte bir azcık da olsa hukuku sindirebilmişliğinin göstergesi. Eğer bu sindirebilmişlik olmasaydı kaba kuvvet etken olurdu ve eğer güçleri yetiyorsa bizden izin dahi almadan kapılarımızı kırarak tenceremizi alır, evlerinde kullanır ve bu tencere hakkındaki bütün tasarruflarını kendi şiddetperestlikleriyle…

Hep bir ağızdan dedikleri:
Amma da uzattın be Cüneyt. Aaaaaaa yeter.

Kedi’nin düşündükleri:
Şu insanlarda bir kuşun tırnağı kadar akıl varsa köpek olayım. Ne tenceresi ya hu ne fındığı? Kıvrılın sıcak bir köşeye, alın birer tabak yiyecek ohhhh gel keyfim gel. Bizim kedi milleti bile kırk kat akıllı bunlardan. Kaşınıyor bunlar kaşınıyor.

Saliha’nın dediği:
Offff aman off. Ne tencereymiş ki sizi bir saat konuşturdu. Bu kadar lafı nereden buluyorsunuz Allah aşkına. Benim canım pıt pıt istedi. Patlatayım mı siz de yer misiniz?


Saliha salondan çıkıp mutfağa girdiğinde ve mermer taşlığa konan tencerenin takırtısı duyulduğunda evin Handan soğuktan kıpkırmızı olmuş suratıyla evin dış kapısını açtı. Eşikte botlarını çıkarıyorken herkese “iyi akşamlar” diledi. Paltosu, atkısı ve beresini vestiyere astıktan sonra ellerini ovuşturarak içeri girdi. “Of be canım annem, yarın lahana sarması yedireceksin yavru kuşlarına ha” deyip kızarmış yüzünü annesinin sol yanağına dayadı. Annesi kızının tenindeki soğukla irkilirken çiğ sarmadan bir tane aldı ve abisinin yanındaki boş koltuğa oturdu. Cam kâsedeki leblebi ve üzümlerden alıp ağzına attı. Ağzındakileri gevelerken “Haa anne unutmadan Abide Teyze dün sabah tam ben evden çıkarken tencereyi getirdi. Ayakkabılarımı giyindiğimden tekrar çıkarıp mutfağa götürmeye üşendim. Tencere vestiyerin üstündeki boş dolapta” dedi. Salondaki herkes -Handan hariç- birbirlerinin ekşimiş yüzlerine bakarken Handan kâseyi bir daha avuçladı. Mutfaktan patlamaya başlamış mısırların ritimli patırtıları duyuluyordu.


5 Ocak 2008
Şekerpınar


mail&masn: okuyanboga@hotmail.com
facebook page: çelişki krallığı

Monday, September 27, 2010

ALAMETİ ŞERRİN HAYIRLI ÖYKÜLERİ


Futuristika! yazarlarından Özkan Şahin'in, bazıları ilk kez burada yayımlanmış öykülerden oluşan kitabı Kırık Dökük Adamlar yayımlandı. Şahin ile üstü başı kırık dökük ama temiz yüzlü bir röportaj yaptık:

Futuristika: Ünlü sorudur, neden yazıyorsun?

Özkan Şahin: “Neden yazıyorum?” diye şimdiye kadar uzun uzadıya düşündüğüm olmadı. Hani her insanın korkutan soruları vardır ya! Ne zaman bu soruya bir cevap düşünsem garip bir ürperti yüreğime hakim olur. Hayra alamet midir, alameti şerden midir bilmem… Bu soru ne zaman aklıma takılsa kendimi elimde kalemimle bulurum. Eğer yazarlık bir meslekse -ki gerçekten tutku olan her şeyin mesleğe dönüşeceğine, insanın yaşama kavgasının bile merkezine bu tutkunun yerleşeceğine inananlardanım- yaşam ve kişiliğim benim elime kalem tutuşturdu. Eğer yazmak sadece tutkuysa –ki sadece tutku olacak kadar yalın bir saplantı olduğuna da inanmıyorum yazarlığın- tutkuların sebebi de olmaz.

Çok kitap okudum; ama kitaplardan ziyade asıl okuduğum yazarları oldu. Bugün, okuduğum kitaplardan geriye, yaşamımdan şimdiye silkebileceğim birkaç cümle kaldı. Ama yazarlar ve ruhları, ruhları ve saplantıları, saplantıları ve boşlukları, boşlukları ve debelenişleri Asalet denen o şeyin, Şeytan’ın Adem’den emmeye çalıştığı o şeyin insan derinliğine vurulmuş mühürleri olarak elimde kaldı. Belki de Asalet denen o duyarlılık hastalığının didikçilerinden biri olmaya çalışıyorum ve bu yüzden yazıyorum. Bilmiyorum.

Nerede doğdun, nerede büyüdün?

Ankara’da doğdum. Askerliğim dolayısı ile dokuz ay kaldığım Mardin’de büyüdüm. O kent büyüdüğüm kentti diyebilirim. O dokuz ay olmasa, avuçlarıma yığılmış yirmi üç yılın muhasebesini yapamazdım. Sonrasında İstanbul’a geldim, İstanbul’da geçirdiğim üç yıl Mardin’deki sürecimin meyvelerini olgunlaştırdı. Olgunlaşma tamamlanınca Ankara’ya geri döndüm. Bugünlerde de yaşlandığımı hissediyorum. Ehliyetim, nüfus cüzdanım, üzerinde doğum tarihim yazan bütün eşyalarımla kavgalıyım.

“Kırık Dökük Adamlar” başlıklı kitabında 95 sayfada aralarında bazıları Futuristika’da ilk kez görülmüş olan 10 adet öykü var. Kırık dökük adamlar diyince, sanki kaybedenlerin öyküleri gibi algılanabilir başta. Ancak kitabı okudukça anlıyoruz ki, aslında her biri başarılı insanlar. Sadece yaşadığımız hayattaki yapay statü farklılıkları, çarpıtılmış doğrulara göre yanlış(!) yerde duran insanlar. “Cemal” isimli öykünde şöyle diyorsun:

“Her şey değişir, bir tek insanın hikayesi değişmez. Hikaye dediysem başımıza gelenlerden bahsetmiyorum, hikayeden kastım yaşam ve tarih boyunca yapa geldiğimiz ahmaklıkların bütünü. Sonra adına tarih der emzikten yeni kopmuş çocuklardan, gözlerinin feri sönmüş ihtiyarlara övüne övüne anlatırız.”


Aslında iki şeyi aynı anda sormalı; İnsanlığa dair karamsar ve umutsuz musun? Ve tarih, sadece ahmaklıklarımız bütünü müdür?


Aslında buna karamsarlık ya da umutsuzluktan ziyade, insan yıkıcılığına dair bir farkındalık diyebiliriz ki tarih ortada… İnsan ortada, insanın yaptıkları da! Teknoloji ve sanat insan zekasının kudretine dair iki delil sayılsa da, bu ikisi tarih boyunca insan benliğinden fışkırmış yıkıcılığı engelleyememiş. Ne ruh ne de açlık teskin olmayı başaramamış. Ruhunu ve bedenini bu karmaşadan çekmek isteyen adam da ya boya fırçası, ya da kalemleriyle bu anlamsızlığın içini doldurmaya çalışmış. Belki bu yüzden birçok gözde sanatçının sonu intihar olmuştur. Ve evet, tarih hangi vechesiyle alınırsa alınsın aslında insan ahmaklığının, bu ahmaklıktan taşanların kayıt defteri gibi. Tarih içinde deneme yanılma olmayan, bünyesinde sadece yanılmayı barındıran bir laboratuar gibi.

Kısa öyküyü her zaman şiire yakın hissediyoruz. Öykülerinin kurgusunda, tam zamanında kesintiler, tam zamanında bitirişler var. Uzatmaya gerek olmadan, bir yandan az kelime kullanırken, diğer yandan çok şey anlatmak ister gibisin. İnsanlar hala sence dinlemeyi becerebiliyor mu? O kadar koşturuyorlar ki, öyküye gereken değeri veriyorlar mı?



Dinlemek, koşuşturma içerisinde dinlemeyi başarabilmek artık küçük bir sınıfın yetisi, bu yetinin insanların geneline ya da topluma hasretmek yanlış… Ama eğer gerçekten dinlenesi bir malzemeniz varsa bahsini ettiğim bu yetenekli sınıfın çapını daha da genişletiyorsunuz, sınırları zorladığınız oluyor. Bir de ben fazla sözden sıkılan insanlardanım, gerek okuduklarımda, gerek sohbetlerimde… Her fazla söz o meşhur Çin işkencesindeki kel kafaya düşen damlalar gibi olur. Bu yüzden istediğimi zamandan, dil enerjisinden ve kelimeden tasarrufla anlatma kaygım var. Hem eğer yazarsanız, bu o bahsini ettiğim dinleme yeteneklisi sınıfın ruhuna hitap eden bir kaygı. Ve semboller yazan adamların kaldırım taşlarıdır.

Öykülerinden birini -Cemal- Yusuf Atılgan’a ve mirasına adamışsın. Hem Atılgan için, hem de varsa, mirasına ulaştığın için mutlu olduğun diğerleri için ne söylemek istersin?

Yusuf Atılgan önemli bir yazar ama belirtmem gerekirse benim için Atılgan’ı edebi kılan şey, eserlerinden ziyade yaşam tarzı… Yusuf Atılgan ideal yazarlar gibi fazla eser verememiştir, eserlerini toplumla, toplumu eserleriyle uyuşturamamıştır. Dehasını toplam kalınlığı çeyrek karış bile tutmayan birikimi ile göstermiştir o ayrı ama… Bu kadar dengeli bir yazar gözü, bu kadar açık bir duyarlılık, bu kadar naif bir yazma tutkusuyla beraber ömrünün hemen hemen en verimli yıllarını Manisa’da bir köyde geçirmiştir. Sosyalist olmasına rağmen fakirlik edebiyatı, edebiyatçı olmasına rağmen kelime üstatlığı yapmadan, o bahsettiğim sınıfın ruhunun bam tellerine dokunan eserler vermiştir. Yalnızlığı, dehasına denk bir bedel olarak seçmesi onu kendi edebiyat dünyamda köşe taşı yapar.

Aynı şekilde, Tezer Özlü, bu toprakların gelmiş geçmiş en büyük kadın yazarıdır. Onun da mirası dokunduğumuzda elimizin yanacağı bir bedel üzerine kurulu. Aziz Nesin’in mirasına ulaştığım için de çok mutluyumdur ama onun kimi zaman bayağılaşan mizahı ve toplumu o aşırı derecede ciddiye alışı bazen can sıkıcı hale gelir. Zaten Türkçe’nin kendisi başı başına bir dünya mirasıdır. Her ozandan bir şeyler mutlaka alınır ama şahsımda, yazarlara karşı anlamsız bir bedel saplantısı var. Bunun kökeninde ne var bilmiyorum ama seçicilik konusunda bana yön gösterdiği için bu saplantımı seviyorum.

Yazım sürecin genelde nasıl gelişiyor? Özellikle yazmaya ayırdığın vakitler ve mekanlar var mı? Yoksa genelde “yolda” aklında mı beliriyor metinler?

Geçenlerde şimdiye kadar yazdığım bütün metinleri hard diskimin bir köşesine topladım. Ardından yayımlanacak kalitedekileri ayırdım, abartmıyordum, bakkal hesabıyla elimde on kitaplık malzeme var. Vay anasını dedim bunları ne zaman nasıl yazmışım? Sonra anladım ki bu kadar şey belirli bir plan dahilide var edilemez. Ha sadece şuna özen gösteriyorum. Çantamda daima aklıma gelen her şeyi yazdığım bir defterim var. Her şeyi derken gerçekten her şeyi. Mesela bakıyorum,“Yazlık ayakkabı için kahverengi boya al, İbrahim’e verdiğim kitaplar şunlar” gibi hafıza şubemdeki aksaklıkların tecellisi cümleler. Aklıma bir öykü geldiğinde hemen bu öykünün taslağını da bu defterlere kaydediyorum. Aklıma gelen cümle ve imgelemleri, sokakta duyduğum küfürleri, mesela otobüste Mamaklı bir kadının yüzündeki et benini görüyorum. Hemen onu birkaç kısa cümleyle betimliyorum. O deftere girdiyse mutlaka bir metinde kullanılacaktır. Zaten yazarken sürekli bu defterleri karıştırırım. 2011 Şubatında yayımlanacak romanım “Savaştan Artakalan” da aynı depolardan istifade etti. Yazdığım özel bir mekan yok. Ama malzeme dolu mekanlar var. Mesela 5 6 yıldır takıldığım bir kıraathane var. “Şen Puthaneler” romanımda kahvehane adlı bölümde bahsettiğim kahvehane. Hacı bayram camiinin sağındaki salaş caddede. Oranın bir günü bir yeraltı romanına eşittir. Çok düzeyli delilerle birlikte yalancı peygamberler, genelevden kovulmuş ihtiyar orospular, Somali ve Eritre’den kaçan mülteciler, Gobitçiler, sakat mücahitlerle dolu bir garip yerdir. Şimdi yıkıldı ama ekip olduğu gibi eski mekanın yakınlarındaki başka bir kıraathanedeler. İsmini vermek istemiyorum hem reklam olur, hem de uçarı çocuklar için tehlike arz eden bir yer. Bir de Sahra kitabevi var Ankara’da. Orası modernitenin yıkamadığı bir kale. Aptal giren Arif çıkar. Orada metinlerime aktarmam gereken politik dirayeti buluyorum. Modern ile arama set çekebildiğim ve var edici geleneğe en azından yaklaşabildiğim bir ufak tekke. Bir de özellikle yaz aylarında gece 12 den sonra Ulus var. Heykelin etrafında ve ana caddelerde genelevlerde kendilerine yer bulamayan çirkin ve yaşlı fahişeler olur. Bir gün zengin bir adam olursam hepsini köşklerde hanımefendi yapacağım. Onlara bir paket sigara ve yarım ekmek köfte ısmarlarsın, sana öyle şeyler anlatılar ki. Bir hayvanı bile yazara çevirebilecek garip bir büyü vardır gözlerinde. Zaten edebiyatı ar eden şey de o büyüdür. Neden yeraltı edebiyatı global bir yükselişte. Çünkü yeraltı o büyünün bizatihi kendisine talip. Bu kişiler ve mekanlar hakkında bir sürü notum var. Onları da fotoğraflarla birlikte “Mübarek mekanlar Mübarek insanlar” adlı bir kitapta toplamayı düşünüyorum. Yakında işe girişim de. Yazmaktan geriye kalan vakitlerinde yaşayan bir berduşum zaten ben.

Yakın ve uzak gelecekten beklentilerin neler? Hem yazınsal hem de genel olarak yaşama dair?

Yaşım 29 ama yaşlandım, harbiden yaşlandım. İhtiyarlık dedikleri şeyi tüylerimde bile hissediyorum. Bir ihtiyarın gelecekten ne beklentisi olabilir ki? Kaderci bir yapım var zati. Ne gelecekse gelsin, rızkımı veren hüdadır kula minnet eylemem. Sadece daha da iyi bir yazan adam olmak ve yazdıklarımı insanlara daha etkin bir biçimde sunmak istiyorum. Şöhret beklentim yok, 11 adet hayranla da tamam başardım işte diyebiliyorum. Ekonomik olarak ise tek lüksü çay olan bir adamım. Astım belirtileri yüzünden sigarayı da bıraktım. Dırdır nedir bilmeyen bir eşim var. Şükredip yazacak, bir ömür sabredeceğiz alt tarafı!

Ankara’da yaşıyor ama sıklıkla İstanbul’a geliyorsun. Bu şehirlerin hangi yanları seni çekiyor ya da tiksindiriyor?

Ankara özel bir şehir. Buralı olduğum için söylemiyorum. Zaten ben Ankara’yı burada yazabildiğim için seviyorum. Yazarların ülkeleri şehirleridir der adını hatırlamadığım bir yazar. Allah gönlümüzü burayla hemhal kılmış demek. İstanbul’la Ankarayı asla yarıştıramam. Gökdelen belli, gecekondu belli. Ama Ankara neden mübarek biliyor musun? Ankara’nın insanı kendi derinine iten bir ağırlığı var. Derinlere dalmayı kutsayan bir titrekliği. İstanbul insanı dışa döndürecek kadar canlı. Ankara insanı kendi kendine yoldaş kılacak kadar gıcık edici bir ağır başlılığa sahip. Birisi Anadolu’nun gelenekselciliğini emmiş, diğeri modernitenin tüm unsurlarını. Nabi’nin şakraklığı ile, Pir Sultan Abdal’ın içten içe sorgulayan kederi arasındaki fark, iki şehrin arasındaki fark.

Bize hep devrimci ve fedakar hayatlardan, kahramanlardan bahsedildi. Şimdi görüyoruz ki, ihtilal değil de, kar marjı yaratan kişiler değerlidir. Sınıflar arası ayrım derinleşiyor, küreselleşme ve hızlı iletişim olanakları insanların en temel haklarından önce gelir oldu. Modern toplumu yıkma şansın olsa, yerine neyi önerirdin?

Son bir yılım İslam’ın ve Judaismin bu çağ hakkındaki görülerini okumakla geçti. Çok ilginçtir ki iki dinin ana referansları (hatta kısmen Hıristiyanlığınkiler de) bu çağın insanlarının dikkatli olması konusunda çok ciddi uyarıları kapsıyor. Ben bir sufiyim ve benim tarihi ve şimdiyi algılama konusundaki dirayetimin deposu o kaynaklar. Önümüzdeki yıllarda zaten modern toplum diye bir şey kalmayacak. Bizler öyle şeylere şahit olacağız ki aramızdan çok azı delirmeden kalacak. Ben zaten bu inancımla itilmiş adamların, o şirin uyumsuzluğun, modern olamamış adamların, şaşkın tatlılığını yazıyorum. Moderne ve unsurlarına yapışmanın insanı düşüreceği hali kendimce tarih ediyorum. Ve arkadaşlarıma da Nesimi’yi, Virani’yi, kutsal kitapları, dua kitaplarını okumayı öneriyorum. Zaten yaşı otuza dayanmış ve vaktini, gecelerini modernin eserlerine harcamış bir adam için bazı şeyler çok boş gelecektir. Ben doldurma çabasında olmaya çalışıyorum. Geleneğimizdeki vatandaşların yakaladığı gerçek, Sartre’nin, Camus’un bir ömür uğraşıp da anlamlandırmaya çalıştıkları o heyulaydı. Son olarak sakın moderniteyi modernitenin usulleri ile eleştirmeyelim. Ben de bu hatayı çok yapıyorum. O zaman kendimize dair başka bir modern oluşturmuş oluyoruz. Bu sefer de aşmamız gereken başka bir tepecik önümüze çıkıyor. Belki de bu yüzden çocuk yaşta yaşlanıyoruz.

Konya’da Mevlana türbesinde Mevlana gömülünce babası mezarında ayağa kalkmıştır, derler. Aslı yoktur tabi ancak bunu bir mecaz olarak alırsak, Ece Ayhan da her zaman “ayağa kalkanları”, sivil toplumda birey olmayı beceren o cesaretli insanları övmüştür. “Gök kubbeden iyi türbe mi olur?” diyen Mevlana’yı saygıyla anarak, senin için bugünün Türkiye’sinde ve dünyada ayağa kalkanlar kimler? İnanılacak güzel insanlar kimler?

Belki bana kızacaksın ama!!! O güzel adamlar, o güzel atlara bindi ve gitti. Bu yüzden delice, hoyrat, amelece bir okuma çabamız var, hala o adamları arıyoruz. Yaşayanlardan iki insandan çok şey öğrendim ikisi de ünlü olmayan ama çok iş yapmış adamlardı. Birisi bir mühendis Murat Konuk ve ikincisi bir Sosyoloji doktoru Mehmet Aysoy. Yeryüzünde bunlardan daha derin adamlara rastlamadım. Ha bir de Veysel Menekşe var. Ömrümüzde on binlerce saat var. Her insan en azından bir saatini bu adamların diz diplerine harcamalı. Tasavvufta ömür içinde ömür diye bir kavram var. O bir saatler ömür içinde ömürlere dönüşebilir. Hem zaten bir insan dokunamadığı, sarılamadığı bir adamdan ne öğrenebilir ki! Belki saçma gelecek ama bazen kitapların aracılığından sıkılıyorum.

Kısa yoldan bir tarihçi analitiği, bir pratik metod kazanmak isteyen herkes için Marks en iyi seçimdir. Tabi Marksist diğer klasiklerin çözümlemecilikleri de yadsınamaz. Sosyalist klasikleri yayımlama konusunda Ankaralı yayınevlerinin müthiş çabaları vardır. Arıca, Gorki, London, Zweig gibi yazarlar insana dair yabancılıktan arınmış parıltıları kağıtlara döşemiş adamlar, bu adamlar özellikle ben gibi köleler ve ayak takımından olanlar için özellikle başucu edinilmesi gereken adamlar. Ama az kaldı. Aradığımız hakikatin üzerindeki tozları bir nefeste süpürecek olan, Tabutu Sekineyi bir çıtla açacak olan adamın ayak seslerini de rüyalarımda duyuyorum.

Geleneksel Futuristika sorusu: Bugünlerde başucundaki kitaplar, albümler, dergiler, seni mutlu edenler neler?

Fowles okumaya başladım, arkadaşım yazar Derya Erkenci sıkı bir şekilde tavsiye etti. Tamam dedim, Fransız Teğmenin Kadını bitti. Sırada Büyücü var. Fowles okumak yazarın yazarlığını, okurun okurluğunu bir derece yükseltiyor. İngilizler bu işi çok iyi biliyor. Zaten bana göre yaşamakta olan en büyük yazar da Louis de Bernieres. Ona yar olmayacak nobelin kalıbına tüküreyim diyorum. Underground Poetix’in sayılarını topladım, bence Türkiye’de okunabilecek doluluktaki nadir dergilerden. Okumakla kalmadım, geçen sayılarından birinde bir makalem ve bir şiirim yayımlandı. . Ayrıca Shahram Nazeri’nin Passion of Rumi diye bir albümü var. Ben hayatımda böyle bir kompozisyon dinlemedim. Hard diski geniş sayılabilecek bir mp3üm var ama o albümün parçaları dışında bir şey kapsamıyor. Çantamı takıyorum koluma, sık sık İstanbul’a geliyorum bu günlerde. Bir lokma bir hırka modundayım.

Bazen otobüste Bolu dağlarına çöken dumanı izlerken elime kalemimi alıyorum. Futuristikayı düşünüyorum, gözlerim açık… Teşekkür ediyorum.

Biz teşekkür ederiz, sevgiyle.



http://www.futuristika.org/kultura/edebiyat/alameti-serrin-hayirli-oykuleri/

Monday, July 26, 2010

Radikal İslamcılığın dönüşümü Laisizmi restore mi etti?


“Siyasal İslam’ın iflası,
eksiğiyle fazlasıyla
İslam’ın sekülarizasyonundan başka bir şey değildir.”
Olivier Roy, Siyasal İslam’ın İflası

Radikal İslam’ın diğer politik İslam prototiplerine göre modern unsurları bünyesinde sindirebilmiş olması, İslam’ın Batı ile yaşadığı krize karşı çözüm tartışmalarında Radikal İslamcılara büyük bir literatür zenginliği sundu. Lakin literatür zenginliğine sahip yeni entelektüeller ve yamakları, usul ve kaynak konusunda saltık bir buhrana düşmüştü. Teori ve söylem konusundaki bu buhran üç şekilde tecelli ediyordu:

1- Radikal İslamcı söylem fazla elitistti ve geniş toplum yığınlarına ulaşamıyordu.
2- Radikal İslamcı söylemin tartışma çemberi aslında saldırılarına karşı kenetlendikleri Batı devletleri ve ideolojilerinden ziyade, marjinalliklerinin karşılarına aldığı kendi ülke ve milletlerinin Gelenekselci İslamcıları oluyordu. Bu şekliyle Radikal İslamcıların tutumları, westernizasyonun soyut ve somut ataklarına karşı bir tepkisellikten ziyade, kısır bir içsel çekişmeye dönüşüyordu.
3- Radikal İslamcılar, karşılarına çıkan gelenekselcilikle mücadele çabası sonucu bütün geri kalmışlığın sebebi olarak gördükleri geleneğin başlıca nüvelerini, ikincilleştirme yoluna gittiler. Bu şekilde özellikle İhvan ekolünde görülen tasavvuf, karşıcılık ve Şeriati örneğinde görülen Marksizm ve Egzistansiyalizmin kavrayış usullerini İslami tartışmalar bünyesinde kaynaştırma süreci, Radikal İslamcılığın metot ve söyleminin belirgin bir “siyasette dünyeviliğe” doğru evrildiği noktayı başlattı.

Yaklaşık yarım yüzyıl önce başlayan bu somutlaşma süreci, İslam dünyasında kesin bir zaferin uzaklığı konusundaki umutsuzluğun artması ve gelenekçi grupların kitlesel çözümlerden ziyade bireysel çözümler üretmede başarılı olması, Radikal İslamcılığın kavrayış ünitelerine sızmış sekülerizasyonu belirginleştirdi. Söylem, din, kavramlar ve dini literatürü muhafaza etse de, dini hareket metodu söylemin içinde buharlaşıyordu. Elbette burada bahsettiğimiz Sekülerizasyonun nitelik olarak Türk, Mısır, Tunus elitlerinin resmi ideolojisi olan ve her şeyi ile din karşıtı, sekülerizasyonu olarak algılamamız lazım. Radikal İslamcıların seküler tutumları sadece gerileyişin sebeplerini anlama adına daha somut yargılar üretmek isteyen ve bunu anlarken de düşman Batı ideolojisinin birikiminden faydalanma arzusunun bir sonucuydu. Bu sonuç ilk başta, Radikaller ile Gelenekselciler arasında sert bir “Sahih din” tartışmasını doğurdu. Bu tartışma ardından, başta hadis olmak üzere ilimlerin birikiminin ve başta mezhep ve tasavvuf olmak üzere de usuller konusunun nitelikleri üzerinden ilerledi. Süreç içerisinde kimi gruplar gelenek ile tekrar pozitif bir bağ kurarken, kimi ülkelerde süreç, Türkiye örneğinde olduğu gibi AKP tipi geleneksel nüvelerden iz taşımamak bir yana, her şeyi ile Batılı-Modern kavramlarla kaynaşmış ve söyleminin hammaddesi “demokrasi” olan ilginç örneklere evrildi.

Şimdi!

Özellikle Türkiye tipi her an totaliter yüzünü belirginleştirebilen ilkel demokrasilerde İslami bir devrim-dönüşüm konusunda umutsuzluğa kapılan kitleler için, sistemi İslamize etme gayesi, İslami tutumları demokrasi çemberi içerisinde sisteme enjekte etme ve kamusal alanı Müslümanlar için özgürce yaşanabilme alanı haline getirme gayesiyle yer değiştirdi. Çünkü İran örneğinde olduğu gibi, ne Müslüman tabanın laik elitleri tasfiyeye gücü yetiyordu, ne de Mısır örneğinde olduğu gibi devlet kaba bir idealizmle İslam’ı popüler ve politik arenada tamamıyla sindirmek için faaliyete geçme kudretini bulabiliyordu. Bu sürüncemenin etrafında kesin bir dönüşümden umut kesen ve sistemle uyuşma konusunda gönülsüz gruplar, kendi abanoz kulelerine çıktılar ve kimileri de İslami idealizmin daha somut bir şevkle dillendirilebileceği Çeçenistan, Irak, Afganistan gibi coğrafyalara aktılar. Lakin bu hal kaosu, gerek demokrasi ile uyuşan Radikal İslamcılar ve gerekse diğerleri açısından, malum bir sonuçsuzluğu ihtiva ediyordu. Bu ihtivanın unsurları bugünkü çözümsüzlüğün parlak nüveleridir.

Geniş İslamcı kitlelerin sekülerleşmesinin altında, geleneğin moderniteye karşı sinmişliğinden ziyade, “geleneğin” geniş kitlelerin arzuladığı yaşam tipinin dışlamışlığı geliyordu. Çünkü geleneğin alt yapısı belirgin bir zühtçülüğü kapsarken moderne evrilmiş İslamcılık, karşılarındaki laikler gibi bol kaynaklı, ihtişamlı, ekonomik kudretle donanmış bir yaşamı arzuluyordu. Özellikle avamın, İslamcılığın politik kudretinden beklentileri karşılığını, hukukun veya kültürün dışında ekoni şubesinde buluyordu. Bu arzu, hem yüzyıllık ezilmişliğe karşı taaruzun bir neticesi, hem de moderne karşı modern unsurlarla savaşmış olmanın doğurduğu postmodern bir duraktı. Böylece İslamcılar, Mustafa Kemal ve cumhuriyet elitlerinin amaçlayıp başaramadığı bu değişimi kendi politik vasıfsızlıklarının eliyle kanıksadılar. Daha da garibi kapitalist bir alt yapı ile değişen bu güruhun varsallarından pay alamayan ama bir çıkış yolu arayan yoksul İslamcı yığınlar ise, sınıfsal başarıları olan kendi üst prototiplerinin hedeflerine yöneldiler.

Bu şekil 1920’lerde başlayan laiklik sürecini tamamladığı gibi, süreci devam eden laikliğin de geniş halk yığınları için makul olmayan şeklini makul bir şekle dönüştürdü. İslamcılarla laiklerin kesin ayrımları olan kozmetik unsurların siyasal bir değerden gündelik bir değere indiğini gördük. Ara ara bozulan ağızları ile İslam’ın saldırgan dengesini temsil eden kara sakallı köşe yazarları yerlerini Palanhuik ve Kerouac tarzı romanlar yazan, medeniyetler ittifakının geleceği hakkında sayfalarca tahliller sunan, konuşmalarındaki referanslar ayet ve hadislerden ziyade Avrupalı yazarların vurucu cümleleri olan sinekkaydı Müslüman yazarlara bıraktı. Said Nursi’nin koskoca bir devrimci kadroyu karşısına alan antiseküler cemaati bünyesinden, Dünya İslamcılığı’nın şaşkınlıkla izlediği ex üçüncü dünyaya Amerikancılık transfer eden tanımsız bir İslamcılığa dönüştü.

28 Şubat sürecinde, okullarının çeşitli kısımları kapatılan kızlar özgürlüklerini kocalarının dizlerinin dibinde değil, televizyon kanallarının renkli stüdyolarında kamusal alan tartışmalarında buldular. En garibi de artık etkisiz birer azınlık olan Antiseküler İslamcı grupların entelektüel enerjilerini akıttıkları mecra sekülerleşmiş kitlelerin tutum ve gayelerinin eleştiri arenaları oldu. Sağcılaşan Müslüman avamın kozmetizmle doymuş duyarsızlığı, İslamcı havası bu kitle karşısında solculaştırdı ve Müslüman Sol tartışmasının başladığına şahit olduk.

Bugün, İran savaşının arifesindeki kaos ortamında seküler İslamcıların demokrasi kaygısı ile Amerika’nın mı, İran’ın mı yanında olacağı malum. Malum olmayansa İslamcı maceranın modernizmle olan aşk hikayesinin ne şekilde sonuçlanacağı. Tayyip Erdoğan yeni seküler sürecin Mustafa Kemal’i mi olacak yoksa Türkiye bu sınırları belirsiz paradoksun sonucunda kendi Taliban’ını mı doğuracak, izleyeceğiz.

Bu evrim bir elit grubun uzun vadeli stratejisinin bir sonucu muydu yoksa Radikal İslamcıların bilinçaltı, gözler önünde rücü mu etti başka bir makalenin konusu. Lakin makalalelerde bile tartışılmayacak kadar bariz bir gerçeklik var ki artık İslamcılar devleti dönüştürmek yerine, devleti ve devletin resmi ideolojisini global ihtiyaçlar doğrultusunda takdir edilesi bir huşu ile restore ediyor.

Tuesday, July 06, 2010

KAĞITLARIM




Örtün beni ne olur
Ne olur örtün beni
Sizlere yalvarmaktan
Haya mı edeceğim
Her sokak Hıram oldu her nokta Cebrailim
Sinsin kaoslarıma boğuk kokularınız
Örtün beni ne olur eriyecek gözlerim

******

Örtün beni ne olur
Beni ne olur örtün
Yıldım harap pençelerle
Buzlarda koşturmaktan
Hangi cinnetten miras
Sıtma titreyişlerim
Kanserli soluklarda
Bulanıp tozlaşırken
Neleri ispatlar ki
Çatlak kavrayışlarım

******

Örtün haydi ne olur
Taze kefenler gibi
Sizlere sarınmaktan
Utanç mı duyacağım
Nerde gömülü kuyum
Kime saplandı baltam
Örtmezseniz şuurumu
Şimdi dağılacağım

**********

Örtün kurban olayım
Ne olur haydi çabuk
Esved diyarlarına
Sürgüne koşsun ruhum
Ne olur örtün beni
Bu yezdi çıplaklıkta
Dişlerim Safalaşıp
Ağzımdan taşıyorken
İblis dilsizliğine
Nasıl dayanacağım

**********

Ne olur örtün beni

Her sokak harem oldu
Her nokta ebabilim
Firavun nefesleri
Peşimden koşuyorken
Her geriye bakışta
Dili kanlı bir filim

******

Ne olur örtün beni
Örtün beni ne olur:
Her sokak Urfam oldu
Her nokta İbrahimim
Kanım deryalar doğurup
Nefsim balıklaşırken
Ne olur örtün beni
Örtün
Yalvarırım

Monday, May 24, 2010

ALİYE KILIÇSALLAYAN'IN SORGUSU


Polis psikologu komiser Şenay Can’ın elindeki plastik tepsinin üzerinde iki bardak kahve vardı. Bardak dediysem şu sıcak içecekleri tuttuğunuzda elinizi yakmayan beyaz, köpüksü bardaklardan; bardakların etrafında ise küçük renkli paketlerde küp şekerler ve plastik karıştırıcılar. Polis psikologları, sorgulayacakları zanlılara, kimi zaman sigara, kahve, çay, bisküvi gibi ikramlarda bulunurlardı. E tabi bunun kaynağı Türk milletinin o yabancı seyyahların anılarında bile sevecenlikle bahsettikleri misafirperverlikleri değildi. Bu basit ikramlar, zanlı ile polis arasında bir iyi niyet bağı kurar, geneli ellerine düştükleri kamu görevlilerinin yapmacık sıcaklıkları karşısında açık olmayı bir borç telakki eden avami muhatapların sorgulamasını kolaylaştırırdı. Elbette bu yöntem konuşma konusunda sorun çıkarmayacağı önceden belli olan kişiler üzerinde uygulanırdı. Konuşmayı pek sevmeyen zanlıları öttürme konusunda polis bir bardak kahve ile yetinmez, duyanların inanamayacağı kadar alışılmadık bir cömertliğe baş vururdu. Ha, zaten Aliye, polise kendisi teslim olmuştu ve içini kanatan pişmanlığın etkisiyle yalana, dolana, çarpıtmaya başvurmaya niyeti yoktu ama Komiser Şenay da eşeğini sağlam kazığa bağlamak istiyordu. Odaya girmeden önce, görüşmenin başlamasını bekleyen polis memurlarına teknik bir sorunun olup olmadığını sordu. Çünkü iki kişinin görüşmesi kameralar ve ses kayıt cihazları ile kayıt altına alınacaktı.

-Merhabalar!

-…

-Masana oturursam bana kızmazsın, değil mi?

-…

-Aliye bana her şeyi tüm samimiyetinle anlatmanı istiyorum, emin ol sana yardımcı olmak için elimden geleni yapacağım. Şubedeki arkadaşlara daha önce ifade vermişsin, başından geçenleri biliyorum ama lütfen bana o sorgulamada anlatmadıklarını da anlat.

-Ama bildiğim her şeyi anlattım ben?

-Biliyorum Aliye. Ben olay olmadan önceki yaşatın hakkında, düşüncelerin hakkında, ailen hakkında bilgi almak istiyorum. Beni bir polis olarak değil… Nasıl desem! Düşün ki bir komşunum bana oturmaya gelmişsin, dertleşiyoruz. Benimde sana anlatacaklarım olur hem, hepimiz insanız, hepimizin dertleri var.

-Yani ailemden, evlenmeden önceki yaşantımdan falan da mı bahsedeyim?

-Tabi ki! Senin de işin yok, benim de, kadın kadına konuşalım. Ben de kötü günler geçiriyorum emin ol. Eşim bir üniversitede hoca, iki senedir sağlık sorunları var, onun nazıyla uğraş dur. Banka kredisiyle bir ev aldık, biraz lükse kaçtık, şimdi benim maaşımın tümü evin taksitlerine gidiyor, babamın alkol sorunu var, annemi üzüyor. Kadınlar çile çekmeye gelmiş bu dünyaya, haksız mıyım?

-Haklısın abla!

-Ne ablası be, o kadar yaşlı mıyım? Şenay benim ismim, bana Şenay de.

-Tamam Şenay.

-Kusura bakma sana sormadan kahve getirdim ama açlığın filan varsa lütfen söyle.

-Yok Şenay, sağolasın.

-Vallahi bak… Çocuklara söyleyeyim bisküvi falan getirsinler.

-Yok, aç değilim. Cezaevinde bana bir şey yaparlar mı?

-Orası devletin gözetiminde bir yer Aliye, kimse kimsenin kılına dokunamaz. Ha sen bir kader kurbanısın, şüphesiz orada yaşayacağın çeşitli zorluklar olacak ama sakın korkma, orası da bir dünya, orada da bir hayatın olacak, oradaki kadınlar da senin çilelerine benzer çileler çekmişler.

-Yok kimileri dedi ki…

-Hep bir şey diyenler yüzünden hata yaparız Aliye, boş ver, salla gitsin, emin ol normal hayatında göremediğin birçok güzelliği orada göreceksin.

-Hiç sorun değil benim için ama ya çocuklarım?

-Çocuklarına devlet bakacak Aliye, hem de Çocuk Esirgeme Kurumu’nda. Bütün masrafları bizatihi devletimizin kendisi tarafından karşılanacak, büluğ çağına eriştiklerinde ise devlet memuru olacaklar.

-Vallahi mi?

-Vallahi!

-Diyeceğim, çocuklarıma Bursa’daki halaları bakıyordu ama yurda vereceklermiş. Endişelendim.

-E neden yalan söyleyeyim, ben de bu devletin bir memuruyum. Hem ben kafamdan konuşmuyorum, yasalarımızda yazılı emirler bunlar. Kimse, istersen başbakan ol, yine de bu yasaların dışına çıkamazsın.

-Anladım.

-Sen bir şeye kafanı takma, güçlü olman gereken bir zamandasın.

-…

-Haksız mıyım?

-Herhalde haklısın?

-Rahmetli kocandan konuşalım biraz olur mu?

-Olur.

-Vehbi ile ne zaman tanıştın?

-Vehbi ile çocukluktan beri tanışırım ki! Vehbi benim dayımın oğludur… Dayımın oğlu dediysem annemin dayısının oğlu ama annemin dayısına ben de dayı derim.

-Çocukken bir arkadaşlık ilişkiniz var mıydı?

-Bizde öyle kızlarla erkekler bir arada oynamazdı, birbirimize karşı çekingen dururduk. Babam da dayımın uzaktan akrabasıydı, annemle babam akrabaydılar zaten. Sık sık görüşürdük.

-Vehbi mi istetti seni?

-Benim ailem okumamıştı ama öyle cahil, çocuklarına baskı yapan bir aile de değildi. Abimi okutmuşlardı, abim ilkokul öğretmenidir Bursa’da. Ben de okumak istiyordum, en azından basit bir işim olsun, insan içine çıkayım, adam gibi, beyefendi bir kocam olsun, insan gibi yaşayıp gideyim istiyordum. Okumak, cehaletten kurtulmak çok önemliydi benim için çünkü akrabalarımızın ilişkilerinden bıkmıştım. Sudan sebepler yüzünden herkes birbirine küser, alacak verecek davaları bitmez, bir kavga çıksa koca koca erkekler kadınların yanında pis pis küfür eder, girişir birbirlerine, kadınlarda sürekli bir dedikodu huyu. Kurtulayım dedim içlerinden.

-E neden okumadın peki?

-Lise son sınıftaydım, üniversite sınavlarına hazırlanıyordum, o sene de abim üçüncü sınıftaydı, Ankara’da okuyordu. Niyetim Ankara’da bir üniversite kazanıp abimle beraber okumaktı. Zaten abim “Ben sana yardımcı olurum.” demişti, sürekli ders çalışıyordum. Annem ev işlerine, çarşıya pazara desteğim olmuyor diye laflanırdı ama okumama da itiraz etmezdi. Babam da kamyon şoförüydü. İstanbul’dan memleketin her yerine mal götürürdü. Çok iyi bir insandı babam, yollarda uzun günler geçirdiği için bütün çocuklarını özler, evde olduğu vakit bir dediğimizi iki etmezdi. Kazancı da kötü sayılmazdı. Birçoğu komşumuz olan akrabalarımıza bakarsak biz çok huzurlu bir aileydik. Ama kader mi desem nazar mı? Babam bir trafik kazasında öldü, kamyonumuz da hurdaya çıktı. Bir anda ailem parasal olarak çok kötü duruma düştü. Az biraz borcu da çıkınca babamın, huzurumuz bir anda bozuldu. Akrabalarımız da elimizden tutmadı, ekmeğe muhtaç bir hale geldik. Abime bile harçlık gönderemiyorduk, hem çalışıp hem okuyordu artık.

-Başka kardeşin var mı?

-Var. Abimden başka iki erkek kardeşim var. Biri Mehmet, biri Gökhan. Mehmet bir lokantada garson olarak çalışıyor, Gökhan ise doksanyedi yılında Hakkari’de şehit oldu.

-Allah rahmet eylesin.

-Amin

-Peki babanın vefatından sonra ne oldu?

-Ben çok güzel bir kızdım, dikkat çekerdim, okulda elime mektup tutuşturan, sokaktan laf atan çok kişi olmuştur ama yaşım daha on altı, evlenmek aklımda bile yok, derdim bir yolunu bulup okumak ama nerde, ekmeği zor buluyoruz, annem küçük kardeşimi bile okuldan alıp işe koymuş. Komşular, akrabalarımız… Abartmıyorum haftada bir talibim haber yollardı, kadınlar her fırsatta annemin ağzını yoklardı. Ben hiç konuşmazdım gelenlerle. Annem de fikrimi sormazdı.

-Sevdiğin biri yok muydu?

-Nerden olsun, okuldan eve, evden okula. Ha hoşlandığım arkadaşlarım oluyordu ama çocukluk işte! Sonradan anladım ki annem bana şöyle eli ekmek tutan zengin bir koca arıyor. En azından kiralarda sürünmeyeyim, ocağım tütsün. Bir de yabancıya gideyim istemiyordu annem. El altında olayım diye yakın bir akrabamızı arzuluyordu. Bu yüzden dayım beni Vehbi’ye isteyince annem hiç itiraz etmedi; hatta mutlu da oldu.

-Vehbi’nin ailesi varlıklı mıydı?

-Varlıklı, yani şöyle. Dayım araba tamircisiydi, kendine ait dükkanı vardı. Arabası vardı, kendine herkesin diline düşecek kadar güzel bir ev yaptırmıştı. Bir evleri daha vardı kirada ki her yerde Vehbi’min dermiş. Her yaz köye gidecek, düğünlerde pahalı takılar takabilecek kadar varlıklılardı. Vehbi de evin tek oğlu olduğu için sonuçta bütün varlıkları, dükkanı, evleri, arabaları ona kalacaktı. Kısa süre sonra nişanlandık, babası Vehbi’yi hemen askere gönderdi gelir gelmez düğünümüz olacaktı.

-Peki hoşlanıyor muydun Vehbi’den?

-Hayır. Yani… Nasıl desem. Ben hep isterdim ki böyle okuyan yazan, beyefendi bir kocam olsun. Temiz olsun, kibar olsun, parası olmasa da olur. İnsanoğlu bir şekilde geçiniyor zaten, babamın vefatından sonraki günlerde açlıktan ölmediysek hiçbir zaman ölmeyiz. Dertse, sıkıntıysa zenginlerde de var. Çirkindi de Vehbi, hem kirliydi. Dişleri sapsarıydı, ağzında hep sigara ve et kokusu olurdu. Ben yüzümü nefesinden sakındıkça nefesini yüzüme verirdi. Böyle kaba saba bir vücudu vardı, elleri taş gibiydi, yemek yerken filan çok kabaydı, görmemiş gibiydi. Kaynanam da biraz şımartmıştı tek çocuk diye. Bir de daha evlenmeden başlamıştı beni hakir görmeye. Sürekli yoksul olduğumuz için bize acıdığını ama evlenince rahata kavuşacağımı söylerdi. Ha, belki bunu ben mutlu olayım diye söylüyordu ama ben üzülüyordum. Zorla istememiştim ki kimseyi.

-Peki annene Vehbi’yi istemediğini söylemedin mi?

-Ben Vehbi’yi istedim ya da istemedim demedim ki! Ben sadece kocam olacak erkekte istediklerimi bulamadım. Evlenmeye mecburdum da, çaresizdim. Seçme hakkım olsa, önümde Vehbi’den daha iyi bir seçim olsa hiç durmazdım belki de. Ama kader diyeyim. Daha evliliğimin ilk günlerinde mutsuz olacağımı anladım. Annem de anladı ama sürekli katlanmam gerektiğini söylüyordu. Annemde bana karşı bir acıma hissi görmemek beni deli ediyordu. Dayanacaksın diyordu kimin kocası iyi ki…

-Neden mutlu olamayacağını düşündün peki? Seni rahatsız edenler neydi?

-Öncelikle kaynanam… Evimiz Vehbi’nin ailesinin evine yakındı, yürüyerek bir beş dakika. Her gün bizdeydi kaynanam, evimde karışmadığı şey yoktu. Sanki oğluyla evlendim diye kıskanıyordu beni. Ben evin tek kızı olduğumdan çocukluğumdan beri ev işleri yapardım, hamarattım, bir evi rahatlıkla çekip çevirirdim. Yaptığım güzel yemekler, evimin tertibi, düzeni… Her şey batıyordu kaynanama. Oğluna dünyanın en has adamı muamelesi yapıyordu, bana da evlerine sığınmış süprüntü. Mesela onları bir akşam yemeğine çağırdığımda, dayım yemeklerimi övse kaynanamın suratı asılıyordu. Vehbi de sanki suçum varmış gibi annemi neden üzdün diye başımın etini yiyordu.

-Cinsel hayatınız nasıldı peki?

-Kötüydü. Kötü derken sağlık açısından ne Vehbi’de ne de bende bir sorun vardı ama içimden gelmiyordu. Ben de kızlığımda hayaller kurardım, isteklerim, arzularım vardı. Evlenince kocamla şunu yaparım, bunu yaparım diye düşünürdüm, içim giderdi ama Vehbi bunların konuşulacağı biri değildi. Bir gün bile canın ne ister diye sormadı bana. Pis bir insandı, kirden utanmazdı. Mesleği gereği elleri böyle hep yağlı, kara kara olurdu. Garip, ağır kokular olurdu üzerinde. Mesela ilk günlerimizde biraz kibar, çekingen davranırdı Vehbi. Sonrasında ben sanki insan değilmişim gibi davranmaya başladı. Hele ilk çocuğumuz olduktan sonra ben istemediği bir köleydim sanki onun için, varlığım ona ağırlık yapıyordu. Oysa ne yemek, ne gezmek, ne giymek isterdim ondan. Bir kere elimden tutup beni bir lokantaya götürmemiştir, bir kere inip de ellerimizi doldura doldura alışveriş yapmamışızdır. Oysa ekonomik durumumuz çevremizdeki herkesten daha iyiydi.

-Anlıyorum Aliye. Ama şunu öğrenmek istiyorum, Vehbi cinsel olarak seni tatmin edebiliyor muydu?

-Hayır edemiyordu. İlk yıllarımızda böyle aç bir hayvan gibi atılırdı üzerime. Etlerimi öyle bir ısırırdı ki acıdan kıvranırdım. Şeyi çok iriydi, çok canımı yakardı. Kollarımı, göğüslerimi, göbeğimi diş izi içersinde bırakırdı. Sanki böyle tecavüz ederdi bana. Adetimi bile sormazdı. Bir kere “Hastayım,” dedim, “yapmayalım.” Tamam demedi. Böyle gülümsedi, kalktı banyodan krem getirdi. Şaşırdım ne yapıyor diye. Meğer bana arkadan girecekmiş. Yapma etme desem de umurunda olmadı. Çektiğim acıyı anlatamam. Sonrasında adetim var, hastayım, mastayım da diyemedim. Ama çok hoşuna gitmiş olacak ki defalarca girdi arkamdan. Hoşnutsuzluğumu belli ettim umursamadı. Tiksiniyordum, kocam gibi görmüyordum, üzerimde sanki böyle bir sümük yığını olurdu onunlayken, bir şey diyemezdim. Mesela balık kızartırdım, yerdi, elini yıkamadan, ağzını çalkalamadan beni altına alırdı. O ağır, sıcak nefesi ağzıma dolardı, kusasım gelirdi, kusamazdım. Yanımda pis pis yellenirdi, suratımı assam, tatlı tatlı uyarsam hemen kaşlarını çatardı. Ağzından tükrükler saça saça bağırır, “Beğenmiyorsan çek git, eşek gibi çekeceksin kocanım ben senin!” derdi.

-Arkadaş çevresi nasıldı?

-Arkadaşlarıyla ilişkisi ilerledikçe Vehbi azıtıyordu zaten. Arkadaşlarını çok iyi tanımam ama kendi meslek çevresinden okumamış, yazmamış kaba saba adamlardı. Hepsinde içki huyu vardı, pis alışkanlıkları vardı.

-Ne gibi pis alışkanlıklar?

-Sarma içiyorlardı, garip garip filmler izliyorlardı, kötü yerler, kötü kadınlara gidiyorlardı. Hatta kötü erkeklere?

-Nasıl yani?

-Vehbi yediği haltları gururla anlatırdı. Her insan pis şeyler yapabilir, ama ben gizli kalsın isterdim. Anlatmak yapmanın on katı günahtır derdi dedem. Mesela arkadaşlarıyla hep beraber oturup pis filmler seyrederlermiş, orda gördüklerini gelip bana yapardı. Mesela bir keresinde şeyini zorla ağzıma soktu, böyle bir acayip hissettim kendimi, yüzündeki sevinci görünce şaşırdım. “Sapık mı yoksa benim kocam?” dedim. Üstümde tepinirdi, durup dururken deli gibi tokatlardı beni, bunu neden yapar şaşırırdım. O kolumu kaldırır, bacağımı çevirir, garip garip şeyler yapardı bana. Bir keresinde ayak bileğimi burktum, bir hafta üzerine basamadım. Benim için en beteri de Vehbi’nin bir travesti ile yattığını öğrenmek oldu. O gün kaçıp gitmek istedim evden, Vehbi’ye dokunurken iğrendim o gün sonra. Ama çaresizdim.

-Bunu kendi mi anlattı Vehbi!

-Evet. Öyle bir insandı işte. Bir de öyle anlattı ki sanki tadı damağında kalmış. “Karıları boşayıp onları almalı.” diyordu düşün. Sonrasında “Seni istemiyorum!” dedim birçok kere kavga ettik. Düşünsene o pis yaratıkla yattığı şeyini ağzıma sokuyor, arkama sokuyor, elime, yüzüme değdiriyordu. Katlanamıyordum.

-Bunlardan ailene bahsettin mi?

-Anneme bahsettim.

-Tepkisi ne oldu?

-”Çok üzüldü ama ne yapalım?” dedi. “Her erkek aldatır kızım.” dedi. Yav normal bir kadınla aldatsaydı beni belki böyle koymazdı ama… Yav kim katlanabilir?

-Çocukları sever miydi Vehbi?

-Hem de çok. Allah var bir eksiklerini görse hemen yerine getirirdi, bana sürekli tembih ederdi para bırakırken. “Çocuklar ne isterse al, ekmeksiz, yemeksiz, oyuncaksız bırakma.” derdi. Özellikle ikinci çocuğumu, kızımı çok severdi. Çocuklarım şanslıydılar. Hem kendi ailem, hem Vehbi’nin ailesi düşerdi üstlerine.

-Peki Vehbi’ye karşı en büyük nefreti ne zaman duydun, sevişmeleriniz esnasında mı?

-Hayır. Kardeşim Mehmet’e söz kesecektik, onun telaşı vardı. Sohbet ediyorduk, evimizdeydik, Vehbi’nin kucağında meyve tabağı vardı. “Helal olsun Mehmet’e,” dedi, “evlenip kurtulacak. Şimdi genç adam, her gün geneleve gitse…” Ben de adam gibi bir şey söyleyecek sandım. Parmakları ile hesap yapmaya başladı. “Mehmet haftada iki gün geneleve gitse, otuz liradan etti altmış lira. Ayda eder ikiyüz kırk lira. Maaşın yarısı keyfe gitti. Evlense, bir tabak daha koyacak sofraya… Sonra tuttuğu yerde canı ne istiyorsa!” Bir de güldü bu hesabından sonra. Böyle zangır zangır titremeye başladım, kocam ya benle de bu hesapla evlendiyse. Ben onun ömürlük orospusuydum sanki. “Şerefsizsin sen!” dememe kalmadı, şaşırdı, elindeki elmayı attı suratıma. Gözüm morardı. Dört beş gün dışarı çıkamadım. Annem halimi gördüğünde katlanmamı tavsiye etti.

-Sedat’la nasıl tanıştın?

-Çocukları sık sık gezmeye çıkarırdım, istediklerini alırdım. On beş günde, ayda bir götürdüğüm bir oyuncakçı vardı mahallemizde. Ne olduysa kapandı orası, ben de çocukları aşağıya, caddedeki oyuncakçıya götürmeye başladım. Sedat o dükkanın sahibiydi. Gidip geldikçe, çocuklara oyuncak aldıkça önce gözlerimiz çarptı birbirine. Çok kibardı, öyle bir konuşması, öyle tatlı sözleri vardı ki. Çocuklara böyle değer vererek ilgileniyordu; çay, kahve, gazoz, söylüyor, yorgunsak arabasıyla eve bırakmayı teklif ediyordu. Böyle ne zaman gitsek tertemizdi, bakımlıydı, elleri, yüzü. Öyle şirin bir adamdı ki. Mis gibi traş kolonyası kokardı, dişleri tertemizdi, elleri temizdi, tırnakları.

“Ah…” diyordum içimden “…yavrularımın şöyle bir babaları olsa ne olurdu?” Ben de ona olan ilgimi belli ediyordum ama açılamıyordum. Haftada en az iki gün çocukları alıp gidiyordum oyuncakçıya. Ucuz, basit oyuncaklardan alıyordum ki her gün gelmeye bahanem olsun, paramın idaresini kaçırmayayım. Sedat da zaten artık para almamaya başlamıştı benden. Niyetlerimizin farkındaydık. Bir gün çocuklar dükkanın ucundaki ayıcıklarla oynarken Sedat bana niyetini açtı. Hayır demek bir yana, nasıl arzuluyorsam, korkmadım, çekinmedim. “Tamam,” dedim “görüşelim.”

Ertesi günü oğlumu okula gönderince kızımı kaynanama bıraktım, hastaneye gidiyorum diyerek Sedat ile kararlaştırdığımız yere gittim. Oturduğumuz mahalleye çok uzak bir yerdi. Konuşmaları, davranışları, sıcakkanlılığı. Yıllardır özlemini çektiğim erkekti. Buluşalı yarım saat olmamıştı ki elleri ellerimdeydi. Bir saat sonra arabanın içinde denize karşı öpüşmeye başladık. Alelacele gittiğimiz otel odasında da ilk defa kadınlığımın hayrını gördüm. Kokmayan, tertemiz, tatlı dilli bir erkeğin teni değmişti tenime. Sonrasında dükkanında da seviştim onunla defalarca, otele de gittik. Hiçbir şey umurumda değildi. Geceleri Vehbi’nin pis vücudunu koklamaya mecbur kaldığımda Sedat’ı ve onun dokunuşlarını düşünüp sıkıntımı hafifletiyordum. Bazı geceler şehir dışına kazalı arabaları satın almaya giderdi Vehbi, bazı gecelerde de alemdeydi. Gelmeyeceği geceler haber ederdi. Ben de hemen Sedat’a haber eder, çocukları erkenden uyutur, hayatımın en güzel anlarını yaşardım. Vehbi’nin yatağında Sedat’la sevişmek, Vehbi’nin suyuyla Sedat’a kahve yapmak, Vehbi’nin imkanlarını Sedat’a sunmak… Kocamdan intikam mı alıyordum bilmiyorum… Büyülemişti Sedat beni.

-Sedat sana evlenme teklif etti mi? “Kocandan ayrıl ve bana gel…” dedi mi?

-Hayır, durumlarımızın farkındaydık. Ben de ondan herhangi bir şey istemedim. Onunla birlikte olmak benim için yeterliydi; kadınlığımı, insanlığımı hissetmek yetiyordu bana. Sonlarımızı düşünmeden birbirimizi sevmenin ayrı bir güzelliği vardı. Ama zamanla Sedat da değişiyordu.

-Nasıl yani?

-Yani ilk günlerdeki istek ve heyecanı yoktu. İlk günlerde o beni arar, arzular, yer ve saat verirdi. Zamanla ben onun peşinden koşmaya başladım. Keşke her şeyi bitirebilsek ve yaptığımız hatırladıkça üzüleceğimiz, ya da sevineceğimiz bir hata olarak kalsaydı.

-O gece olanlar nasıl gelişti?

-Vehbi sabah telefon edip Manisa’ya, kaza yapmış bir kamyoneti almaya gideceğini ve akşam eve gelmeyeceğini söyledi. Ben de Sedat’ı aradım, çocukları saat dokuz gibi yatırdım, on, on bir gibi Sedat geldi. Her zamanki gibi önce bir kahve yaptım, içti, sonra sevişmeye başladık. Dış kapının açıldığını bile fark etmedik, salonun ışığı yanınca neye uğradığımızı şaşırdık. Sedat hemen yatak odasının kapısının arkasına geçti. Ben uyuyor gibi yapıyordum, Vehbi nedense Manisa’ya gitmemişti. Odaya girip uyuduğumu görünce soyunmaya başladı. Ne kadar içmişse bir anda oda ağır mı ağır bir içki kokusuyla doldu. Yanıma uzandı, çırılçıplağım, giyinmeye vakit bile bulamadım o telaşede, Sedat da öyle. Gözüm Sedat’da, Vehbi yatağa girdi, Sedat’ı fark edemiyordu. “Bana neden çıplaksın?” diye sordu, cevap veremedim, sarhoştu, “Kalk ayağa, yak ışığı bakalım.” dedi, “Sus uyu.” dedim dinlemedi, tam o esnada Sedat fırlayıp Vehbi’nin boğazını sıkmaya başladı. İçki bedenini nasıl uyuşturmuşsa bir tepki veremiyordu Vehbi! Dakika olmadı, boğuşmaları kesildi, debelenmeler durdu. Bağırmak istiyordum, bağırırsam mahvolacaktım, olan olmuştu artık. Sustum, Sedat üzerini giyinirken ağlıyordum, kalktım, cesedi birlikte yatağın altına sakladık. O kadar telaşlıydım ki sürekli fısıldaşıyorduk ve Sedat bana sürekli “Sus!” diyordu. Yarın gelip her şeyi halledeceğini, kimseye bir şey söylememem gerektiğini söyledi. Vehbi’nin arabasını da alacaktı, ne yapacaktı bilmiyorum, sonrasında gelip kendi arabasını alacaktı. Tedbir olsun, kimse ilişkimizden şüphelenmesin diye kendi arabasını benim evime uzak bir yere park ederdi. O gece sabaha kadar uyumadım.

-Üzgün müydün?

-Şaşkındım. Başıma bunların geleceğini asla düşünmemiştim, ha belki Sedat bana “Gel gidelim, kaçalım buralardan.” dese kaçardım, canıma tak edeceği bir noktada boşanırdım, şu olurdu, bu olurdu ama asla dostumun Vehbi’yi öldüreceğine, durumun buraya geleceğine inanmazdım. Ne bileyim, keşke Sedat hiç karşıma çıkmasaydı… Ama düşünüyorum, o olmasa başkası olacaktı. Vehbi biraz adam olsa başımıza bunlar gelmezdi.

-Peki Vehbi’nin ceset hakkındaki tedbirini duyunca ne düşündün? Yani Vehbi sonuçta çocuklarının babasıydı, ilişkinizden ne kadar memnun olmasan da… Açık konuşayım, kadın kadına konuşalım, ben de evli bir kadınım, sen de karı koca ilişkisini yaşadın. Bana sorarsan yasak ilişkin konusunda suçlu değilsin, hatta kişisel fikrim, çaresizlikten Vehbi’yi öldürdünüz. Peki cesede yapılan muamele esnasında ne hissettin?

-Ben kurban kesilirken bile bakamam, kan tutar beni, böyle yanar içim ki kurban Allah’ın emri. Ben o gece, yatağımın altında kocamın cansız bedeni dururken neler hissettim, nasıl ölüp ölüp dirildim, sözlerle anlatamam. Böyle yaşadım mı o gece, öldüm mü, farkında bile değildim… Hatta önce dedim ki kendime, sabah olsun, gideyim polise, cezam ne olursa olsun çekeyim. Oğlumu okula bıraktım, ayaklarım karakola doğru gitti ama; çocuklarımı düşününce, atladım bir taksiye Sedat’ın dükkanına gittim. Dükkan kapalıydı, yüreğim yarıldı aklıma neler geldi, ya çekip gittiyse, ya tüm suçu üzerime yıkacaksa… Eve gelene kadar aklımdan öyle şeyler geçti ki! Yemin ederim ama çocuklarım olmasa gider polise teslim olurdum. Eve varıp da kapının altında Sedat’ın notunu görünce içim biraz ferahladı. Gece geleceğini, bir tedbir düşündüğünü, çocuklara dikkat etmem gerektiğini söylüyordu. O gün çocukları da alıp kaynanamlara gittim. Kaynanam Vehbi’yi sorunca Manisa’ya gittiğini söyledim. Ağzımdan bir şey kaçar diye Vehbi’den hiç bahsetmiyordum. Eve geçtiğimde yemek hazırladım, çocuklara babanız gelince yer falan diyordum ki çocuklar garip bir hareketimi görmesin.

Bir ara telefon çaldı, açtım, dükkandaki kalfalardan biriydi, Vehbi’yi soruyordu. “Manisa’ya gitmedi mi?” dediğimde şaşırdılar. Vehbi’nin hastalanıp gelmediğini düşünüyorlardı. “Vehbi yok.” dedim, “Nerede bilmiyorum,” merak ettiğimi söyledim, “Uğrarsa ararız.” deyip, gülüşerek telefonu kapattılar. Herhalde Vehbi’nin oynaşlarıyla bir yerlere gittiğini sandılar. Konuşurken yüreğim yerinden çıkacaktı sanki. Dayanamıyordum, Vehbi’nin cesediyle aynı evde olmak korkutuyordu beni. Çocukları yatırdım, gece yarısı Sedat yanında tanımadığım biri ile geldi. Amcasının oğlu Mümtaz’mış. Cesedi yok etmemizde bize yardım edecekmiş. Böyle ilk bakışta sevmemiştim Mümtaz’ı, Sedat’a bakınca içim güvenle dolardı. Mümtaz o işine gelince her tür kötülüğü yapabilecek adamlara benziyordu. Mesleği kasaplıkmış zaten. Ben sandım ki cesedi alıp gidecekler ama Sedat’ın dediğine göre cesedi yok etmek büyük problemmiş.

Bana içeride oturmamı söyledi, tüm ışıkları kapattık, ellerinde fenerlerle yatak odasında çalışmaya başladılar. Vehbi’nin cesedini parçalıyorlardı. Ağlıyordum, sanki Vehbi karşımdaydı, sinirle bana bakıyordu, dayanamıyordum. Bir saat kadar uğraştılar, parçaları büyük torbalar halinde dışarı çıkardılar. Bu iş için Mümtaz’a iki bin lira verdiğini söyledi Sedat. Vehbi’nin arabasını da Yalova tarafında yol üzerinde bir benzinliğe bıraktıklarını söylediler. Bu parçaları ne yapacaklarını sorduğumda Mümtaz’ın etleri dükkanında işleyerek yok edeceğini söyledi. Ağladım, “Nolur başka bir çare bul.” dedim, dinlemedi. Böyle olmasını istemediğini ama başka çareleri kalmadığını söyledi. Bana yatak odasını iyice kontrol etmem gerektiğini, bir yerde kemik ya da et parçası kalmışsa temizlemem gerektiğini ve sabah ilk iş kaynanamı alıp polise gidip kocamın kaybolduğunu bildirmemi söyledi ve parçaları torbalara doldurup çekip gittiler. Sonradan öğrendim ki Mümtaz etleri kemiklerden ayırıp kıyma yapmış, millete satmış.

-Polise gittiğinde telaşlanıp, yanlış bir şey söyleyip, kendini ele vermekten korkmadın mı?

-Zaten Vehbi’nin kaybolduğunu, uzun zamandır eve uğramadığını söyleyince kaynanam ortalığı velveleye verdi. Ben de ağlamaya başladım, karakolda bir şey bilmediğimizi anlattık. Araba da Yalova tarafında bulununca kimse üzerimize düşmedi. Kayıp olarak aranıyordu Vehbi. Polis iş ilişkisi kurduğu insanlardan şüpheleniyordu, Sedat’la ev telefonumuzdan görüşmüyorduk, çünkü böyle durumlarda ev telefonları dinleniyormuş. Bir de oyun oynadık. Sedat beni bazı telefon kulübelerinden arıyor ve kocamı öldürenler olduğunu söylüyor, “Bu işin peşini bırakın!” diyordu. Böyle yaptık ki polis telefonumuzu dinliyorsa bizden hiç şüphelenmesin.

-Peki olaydan sonra Sedat’la ilişkiniz eski sıcaklığında devam etti mi?

-Açıkçası ben onla, o da benle görüşmek istemiyordu. Aslında istemiyordu da demeyeyim, birbirimizi arzuluyorduk, birlikte de olduk defalarca. Ama hem o kötü geceyi hatırlamak, hem de etrafa ilişkimizi sezdirip rezil olmak bir yana, Vehbi’nin katilleri olduğumuzu öğrenirlerse başımıza neler geleceğini biliyorduk. Evime gelmiyordu, dışarıda buluşup otellere gidiyorduk. Allah var, Vehbi’nin ölümünden sonra Sedat’tan bir kötülük görmedim. Bir keresinde buluşup artık görüşmemeye karar verdik. Kısa süre sonra kanunen Vehbi de nüfustan düşecekti. Emekli aylığı alacaktım, evim vardı, dükkanı da Vehbi’nin enişteleri işletecekti, kimseye muhtaç olmadan yaşayıp gidecektim. Ama bu sefer Mümtaz bela oldu başıma. Eğer Mümtaz şerefsizin birisi çıkmasaydı, bu olay böyle kapanır giderdi.

-Peki Mümtaz’ın kötülüklerine Sedat engel olmadı mı?

-Biz ayrılma kararı aldıktan kısa bir süre sonra Sedat nişanlandı. Sedat da düzenli bir aile yaşamı kurup başımıza gelenleri unutmak istiyordu. Birkaç kez geçerken dükkanına uğradım, selam verdim, bir ihtiyacım olup olmadığını sorardı, beni görünce yüzü kızarırdı. Bir zaman sonra Sedat’la da görüşmemeye karar verdim. Yavaş yavaş aramız soğuyordu. Bir öğlen telefonum çalınca açtım, sesi tanıyamamıştım, Mümtaz’dı ve eve geleceğini söylüyordu. “Sakın gelme!” dedim ama dinlemedi. Gündüz vaktiydi, mecburen çocukları dışarı çıkardım, evime yabancı bir erkek girerse adım anında orospuya çıkardı, zaten kocamın kayboluşundan sonra düzenimi çekemeyen mahalle kadınlarının hasetini hissetmekteydim.

Neyse, bir baktım Mümtaz’ın yanında böyle serseri kılıklı, on beş, on altı yaşında bir çocuk. Ne istediklerini sordum, “Bu çocuk benim yeğenim,” dedi, “kadınlığını tadacak.” Böyle başımdan kaynar sular indi, ne diyeceğim bilemedim. Çekin gidin evimden dedim, Mümtaz polise gitmekle korkuttu beni. Elim ayağım kilitlenmişti. Çaresiz kaldım, beni orospu gibi kullanacaklardı. Vehbi’nin cesedinin parçalandığı günden de acı koydu bana. Önce Mümtaz beni karısı gibi kullandı, ardından pis yeğeni. Çıkarken dışarı, “Ne zaman nereye çağırırsam geleceksin, yoksa yakarım seni.” dedi. Evimden çıktıklarında bir taksiye atlayıp hemen Sedat’ın dükkanına gittim. Canım öyle yanıyordu ki, deli gibi ağlıyordum. Taksici “Neyin var abla?” dediğinde “Abim öldü.” dedim, aldattım ki şüphelenmesin.

Sedat’ın dükkanına gittiğimde nişanlısı ordaydı, konuşamadı, sadece bir ara oyuncaklara bakan bana yanaşıp “Akşama geleceğim o zaman konuşalım.” dedi. Gece geldi, olanları anlattım, sinirlendi, ağlamaklı oldu ama sonunda “Napalım bunu da çekeceğiz,” dedi. “Kadının oldum senin, bunu nasıl için kaldırır?” dediğimde, “Ne yapayım, Mümtaz dünyanın en şerefsiz adamıdır.” dedi. Günlerce uyuyamadım. Elim ayağım kilitlenmişti. Mümtaz beni haftada bir kez arıyordu artık, garip garip, pis pis otellere götürüyordu. Önce kendisi ile yatıyordum, sonra böyle aşağılık, hayvan gibi arkadaşlarıyla. Beni satıyordu Mümtaz. Bana öyle şeyler yaptırıyorlardı ki anlatamam. Hatırladıkça midem bulanıyor, kadınlığımı bırak insanlığımdan utanıyorum. Artık canıma tak etmişti, intiharı düşünmeye başlamıştım. Zaten böyle giderse eninde sonunda millet orospu olduğumu anlayacaktı, o zaman vay halime. Bir keresinde evde bizim çocukların ilaçları vardı onları içtim ölüp de kurtulayım diye. Arkamdan ölen kocasının hasretine dayanamadı derlerdi. Şerefli bilirlerdi beni en azından. Olmadı, ilaçları içtikten 5 dakika sonra kustum. Bir saat başım ağrıdı, sonra geçti. Ertesi günü tekrar Mümtaz beni aradı. “Yıkan gel.” dedi. Durdum, düşündüm. Zaten kendimi yok etmeye kararlıydım, ben bu hale gelmişken, onlar neden rahat yaşasındı ki, tek suçu ben mi işlemiştim. Mümtaz’a dedim ki “Ev bomboş, kimi getiriyorsan eve al gel.” Sedat’ı aradım sonra, “Gel” dedim, “Olmaz” dedi “Artık görüşmeyelim bu hafta sonu düğünüm.” var, “Olmaz,” dedim “gel yoksa polise giderim.”

Önce çocukları götürüp kaynanama bıraktım, “Hastaneye gideceğim.” dedim, ardından hırdavatçıya gittim. Kaynatamın fare öldürmek için kullandığı zehirler vardı böyle su şeklinde onlardan aldım. Kaynatam onları damlalıkla peynirin üzerine damlatır evin kıyısı köşesine kordu ki fareler yer yemez ölsün. “Üç damlası fili devirir.” derdi. Bir saat olmadı önce Mümtaz ile yanında kendi gibi iki tane adam geldi, hemen peşlerinden Sedat. “Oturun.” dedim, neşeme şaşkınlardı, muhabbet ediyorlardı. Sedat tedirgindi, ne oluyor bilmiyordu. Mümtaz da beni yola getirdiğine inandığından olacak öyle keyifliydi ki. “Durun,” dedim “önce bir kahvemi içeceksiniz.” Gittim, tam dört fincan kahve yaptım, her fincana beşer damla zehir damlattım. Gözümün önünde can çekişmeye başladıklarını gördüğümde bende şişenin dibindeki zehri içip canıma kıyacaktım.

Sedat, Mümtaz ile tartışıyordu, diğer adamlar pis pis gülerek birbirlerine bakıyorlardı. Kahveleri önlerine koydum, Mümtaz’a “Kahvesini bitiren arkadaş içeri, odaya gelsin.” dedim. Sedat ağır ağır içiyor, hem Mümtaz ile tartışıyor hem de utançla beni süzüyordu. Bu kadar acizleşeceğini düşünemezdim, içimde ona karşı da bir acıma hissi yoktu. Kendi başı belaya girdiğinde nasıl cesedi yok etmeyi bilmişti, benim için neden amcasının oğluna iki yumruk indirmedi, ben onun için bu kadar mı değersizdim? Diğer üçü alelacele içtiler kahveyi, Sedat bir dikişte bitirdi. Onları izlerken hiç doğmamış olmayı diledim Allah’tan. Bu yük, bu kahır neden verilirdi ki insana? İçeri geçtim, mutfağa. Sonra, bir zaman sonra Mümtaz’ın getirdiği adamlardan biri “Ben bir hoşum.” dedi, duydum. Kısa süre sonra da diğerlerinin rengi, benzi attı. Böyle acayip bir ferahlık doldu içime. Gebersinler istedim, ben de gebereyim. Önce içeri geçtim biraz, hallerini izledim. O ilk başta “Ben bir hoşum.” diyen adam köpüklü bir şeyler kusmaya başladı. Diğerleri yavaş yavaş uyuyakaldılar. Öyle kötü bir haldelerdi ki ne olduğunu bile anlayamadılar. Sedat beyaz gömleğinin yakasına kanlı bir şeyler kustu. Mutfağa geçtim, şişenin dibinde kalan zehri içecektim. Tam şişeyi aldım ki elime kaynanam bağırarak vurmaya başladı kapıyı. Sonradan duydum ki komşulardan biri “Gelinin eve bir sürü adam aldı…” demiş. O anda aklımda ölmek, her şeyi unutmaktan başka bir şey yoktu. Şişenin dibindekini yuttum. Yarım yudum bile yoktu zaten. Kaynanam ve komşular içeri girmeden ben de bayılmışım. Gözümü açtım ki hastanedeyim, yanımda polisler.

-Peki hala ölmek istiyor musun?

-Her gün ölüyorum zaten, böyle içimde bir köz var. Resimlerimi görmüşsündür belki, dört ay oldu ben içeri gireli. O dört ayda kırk yıl yaşlandım, yüzüme bile bakılmaz oldu. Dört kere üst üste müebbet hapis aldım, davalarım da daha devam ediyor. Bana koyan Mümtaz’ın kurtulması oldu. Biliyorsun zaten Sedat ve diğerleri cehennemin dibindeler. Harçlığımı veren bile yok, bir ömür yeşil mercimek çorbasına talim edeceğim. Ailem beni sildi, kaynanam oğlundan umudunu kesmeyi bırak, ne hale getirildiğini, kıyma yapılıp millete yedirildiğini duyunca felç geçirdi, kaynatam da bir ay dayanamadı, kalpten gitti. Çocuklarıma Bursa’da yaşayan, çok varlıklı bir kadın olan halaları bakıyor, ama duydum kocası bakmak istemiyormuş, yurda vereceklermiş. Bundan sonra yüzlerini bile göremem. Onlar da bir ömür utançla yaşayacaklar. Becerebilsem öldürür kendimi kurtulurum, biraz da öte tarafta yanarım, buradaki yangınım yeter. Ama yok, çok zor, bu da benim kaderimmiş diyorum, neydeyim. Bu diziler oluyor hani televizyonlarda, içinde evliyalar olan, hiçbir kötülüğün yapanın yanına kalmayacağı diziler. Onları seyrediyor biraz rahatlıyorum. Keşke Vehbi yaşasaydı da katlanmaya devam etseydim. En azından namusuyla yaşıyor derlerdi. Allah canımı alsa da kurtulsam…

Thursday, May 20, 2010

Tuesday, March 30, 2010

AVRUPA BİRLİĞİ BAYRAĞINDAKİ 12 YILDIZIN SIRRI




Simgeler ve onların ardında saklanan mesajlar her zaman önemlidir. Hatta dinî simgeler hemen her kompozisyonu daha heyecanlı bir bilmece hâline getirir. Ama simgeler ile uğraşmak ve bir yerden sonra yorumlamaktaki zorluklar, bâzen onu yorumu yapanın bâzen de yaptığı yorumun inandırıcılığını olumsuz etkiler.

Acaba AB bayrağında da benzer simgeler gizlenmiş olabilir mi? Veya orta yerde olan simgelerin bir mesajı var mıdır? Bütün bayrakların anlattığı değerler olduğuna göre, pekâla mümkün. Üstelik AB Komisyonu eski Başkanı Romano Prodi’nin Belçika Başkanı Guy Verhofstadt, yazar Umberto Eco, Swatch’ın mucidi Nicolas Hayek ve Gerard Mortier'le “AB için yeni bir bayrak” tasarımı konusunda 2001’de görüşmesine rağmen, bundan vazgeçtiğine göre.

Alman Spiegel Dergisi ve İngiliz gazeteleri The Guardian ve The Independent de böyle bir girişim olduğu, ama sonuçlanmadığı yönünde haberler verdiler.Hatta Hollandalı ünlü mimar Rem Koolhaas, bütün AB üyelerinin bayraklarının birbirine bitiştirilmesinden oluşan bir tasarım önermişti. Koolhaas’a göre mesaj “birlik ve farklılık” olmalıydı.

Ama belki de olmamalıydı. Çünkü AB bayrağının değişimi rafa kalktı. Aynı semboller hâlen veya aynen yürürlükte. Bu noktadan sonra “yorum” yapmak yerine, “bu konuyu bildiğini savunanların” yazdıklarını aktarmakta fayda var.

“Gökyüzünde büyük bir simge göründü; Bir kadın ve kucağında çocuğu güneşle giyinmişti. Ay, onların ayağının altındaydı ve tepelerinde on iki yıldızdan bir taç vardı” ve “bu yüzden AB bayrağında mavi fon üzerinde on iki yıldız olmalıydı”.

Bu ifâde herhangi bir “komplo teorisyenine” ait değil. Bu satırlar bir bilim-kurgu romanından da alınmadı. Bu cümleler 26 Şubat 1998’de Alman Die Welt Gazetesi’nde Tohmas Pinzka imzasıyla Yohannes’in vahyine atfen yayınlandı.

Pinzka şunları da yazdı;

“Bir süredir kamu binalarında Alman bayrağının yanında Avrupa bayrağı da asılı. Lâcivert arka plan üzerinde on iki altın yıldız. On iki yıldızın ne olduğunu sorduğunuzda birbiri ile çelişen cevâplarla karşılaşıyorsunuz.

Çoğu kimsenin verecek bir cevâbı yok. Bazıları AB’nin bir zamanlar 12 üyesi olduğunu hatırlıyorlar ve cevâp olarak bunu söylüyorlar. Ama bu yanlış bir cevâp.

Bayrağın hikâyesi İkinci Dünya Savaşı yıllarına gidiyor. Belçikalı Yahudi Paul Levi Yahudilerin Gestapo tarafından trenlerle bilinmeyene götürülmelerini izlerdi. Savaşın ve nasyonal sosyalistlerin sonunu görebilirse, her şey bittiğinde Katolik olmaya karar verdi.

5 Mayıs 1949’da Londra’da Avrupa Konseyi kuruldu ve Levi kültür bölümünün başına geldi. Altı yıl sonra, 1955’te temsilciler ortak bir bayrak üzerine tartışıyorlardı. Çeşitli öneriler vardı. İskandinav bayraklarının model alınması, üzerindeki haçtan dolayı sosyalistler tarafından reddediliyordu. Sosyalistlere göre böyle bir bayrak çok fazla ideolojik ve “çok Hıristiyan” olurdu.

Birgün Levi yürüyüş yaparken Hz. Meryem’in bir heykelinin önünden geçiyordu. Heykelin tepesindeki yıldız tacı güneşte, mavi gökyüzünün altında parlıyordu.

Levi hemen sonrasında Avrupa Konseyi Genel Sekreteri ve Venedikli Hıristiyan Demokrat Kont Benvenuti’yi aradı ve ona Avrupa Bayrağı için lâcivert fon ve halka hâlinde on iki altın yıldız düşündüğünü söyledi. Kont Benvenuti bu fikirden etkilendi. Kısa bir süre sonra bu teklif genel kabûle ulaştı. Böylece o günden bugüne kadar bütün AB ülkeleri Hz. Meryem’in altın tacının gösterildiği bayrağa sahip oldular.”

Aynı yazıya göre; Bundan başka taç, “zaferi” ve “kadının yenilmezliğini” anlatıyor.

Katolik inancında uzun süre “kadın” ve “Hz. Meryem” aynı olarak değerlendirilse de, burada söz konusu olan “kadın”, “Hz. Meryem” değil. Buradaki “kadın”, Mesih doğuracağı için “Yeşu” olabilir.

“On iki” sayısı ise eski Mısır’da yer altına açılan kapıların sayısı. Yunan mitolojisinde ise “Herakles’in tamamlaması gereken görevlerin sayısı”. Romalılar da hukuku “on iki tablete” yazmışlardı. Bundan başka Hz. İsa’nın “on iki havarisi” vardı. “On iki” aynı zamanda “Yahudilerin on iki kabilesini” anlatıyor.

Ayrıca “Tanrının halkının evi” olan Kudüs’ün on iki kapısı ve her kapısının üzerine birer meleği var. Kapıların her birinin üzerinde İsrail kabilesinin oğullarının adı yazılı. Şehrin surlarının on iki temel taşı var. Bu taşların üzerinde de havarilerin adları yazılı.

Aynı çerçevede “on iki”, “dört” ve “üç”ten oluşuyor. Burada “üç”; Tanrı, oğul ve kutsal ruh. “Dört” ise; gökyüzünün dört yönü; Kuzey, Güney, Doğu, Batı.

Yinelemekte fayda olabilir; Yukarıdaki değerlendirme Almanya’nın önemli gazetelerinden ve AB’nin destekçisi olarak kabûl gören Die Welt Gazetesi’nde yayınladı.

Devâm edelim;

Avrupa’nın bütünleşmesi fikri, yazar ve siyâsetçi Richard Nikolaus Coudenhove-Kalergi’ye (1894-1972) kadar uzanır. 1923’te Viyana’da yayınladığı “Pan Avrupa Birliği” kitabı, yazarın bu konudaki fikirlerini aktarır. Richard Nikolaus Coudenhove-Kalergi, kitabında “Pan Avrupa’nın ambleminde olması gerekenler” hakkında şunu söyler;

“Hareketin sembolü altın bir güneş üzerinde kırmızı bir haç olmalıdır. Apollo’nun güneşi üzerinde İsa’nın haçı. Uluslarüstü insancıllık ve aydınlanmanın parlayan ruhu, aynı zamanda berrak barışın tarifi, açık mavi ile yer almalıdır.”

Kimi yazarlar, Coudenhove-Kalergi’nin annesinin Japon olması nedeniyle, Japon kültüründeki güneş imgeleminin bilinçle veya bilinçsiz etkisinde kaldığını savunurlar.

Bu arada beyaz daire üzerinde kırmızı haçın haçlı seferlerinin de sembolü olduğunu hatırlamakta fayda var. Kezâ aynı sembolde haçın gamalı olması durumunda, ortaya “nasyonal sosyalistlerin” simgesinin çıktığı da ortada.

Bugün ”Avrupa’nın barışta ve özgürlükte birliğinin yorulmayan öncü savaşçısı” sayılan Coudenhove-Kalergi, 1 Mayıs 1924’te “Avrupa Manifestosunu” deklare etmişti. Manifestodan naklen, güneş “aydınlanmayı” ve kırmızı haç "uluslararası insanlığı” sembolize ediyor.

Avrupa’nın bütünleşmesi fikrinden çıkan bu simgenin tasarımcısı gibi Avusturyalı olan Otto Habsburg ve Karl Habsburg da aynı amblemi alıp, üzerinde İsa’nın kırmızı haçı olan sarı Apollo güneşinin çevresine “Hz. Meryem’in on iki yıldızdan oluşan tacını” ekledi ve fonunun rengini açık maviden lâciverte çevirdi.

Avrupa Konseyi’nde sosyalistlerin Avrupa bayrağındaki amblemde haç olmamasında ısrar ettiğini düşününce, galiba sadece ortadaki motifi çıkarmak yeterli olmuş.

Gerçi dileyen hâlen on iki yıldızın, on iki üyeden, on iki burçtan ve on iki aydan kaynaklandığına, daire formunun bütünlük ve birlik anlamına geldiğine ve on iki sayısının tekamül etme manası taşıdığına inanabilir. Çünkü AB yetkililerinin bu yönde çok sayıda açıklaması oldu.

Ama bayrağın 8 Aralık’ta –ki bu Hz. Meryem ile ilgili önemli bir gündür- kabûl edilmesi ve “Hz. Meryem’in Avrupa’yı koruması”, hatta “Avrupa’nın Hz. Meryem ile özdeşleşmesi” gibi çeşitli fikirlerin varlığı, bunu inandırıcılıktan uzaklaştırıyor.

Bu arada kerameti kendinden menkul “Müslümanlar'a Cevaplar” (antwortenanmuslime.com) adlı sitede, “AB Bayrağındaki 12 yıldız ne sembolize etmektedir.” sorusunun altında şu ifâdeler yer alıyor;

“ABD bayrağının aksine AB bayrağındaki yıldızlar üye ülkeleri anlatmaz. Onlar mistik açından tekâmül manasına gelir. Avrupa İçin Anayasa Sözleşmesi’nin 4. Bölümünde on iki yıldız, İsrail’in on iki kabilesi, on iki havari, on iki ay, saatteki on iki saat ile irtibatlandırılır.

... Taçtaki on iki yıldız, Avrupa halklarını sembolize eder ve onların Yahudi-Hıristiyan geleneğinden geldiğini gösterir. İsrail’in on iki kabilesi vardı, İsa’yı on iki havari takip etti, Kudüs’ün on iki kapısı vardı.

... On iki yıldızın taç şeklinde dizilmesi Mesih'in doğumunu, Tanrının halkını ve tarihin yeni başlangıcını anlatır. Bayrak kutsiyetin ve seçilmişliğin vaadini belirtir.”

Avrupa İçin Anayasa Sözleşmesi (Avrupa Konvansiyonu’nun Valery Giscard d’Estaing’in önderliğindeki çalışmaları ile hazırlandı. Yaz 2003’te tamamlandı. Yaz 2004’e kadar üzerinde çalışıldı. 29 Ekim 2004’te Roma’da törenle imzalandı ve hâlen üye ülkelerin onayını bekliyor) aslında bu derecede doğrudan irtibatlandırmıyor. Ama “kültürel, dinî ve insanî mirasından esinlenerek” diyor ve ekliyor “Birlik, kiliseler ile birlikte üye ülkelerdeki dinî kurumlar ya da toplulukların ulusal hukuk altındaki statülerine saygı duyar ve önyargı göstermez”.

Yani “sivil görünmeyen” ve Kilisenin sesi konumundaki “Müslümana Cevaplar” doğru söylüyor.Enteresan değil, ama bilmekte fayda var; Alman Katolik Kilisesi de aynısını yineliyor.

Acaba AB neden hâlâ bayrağını aylarla burçlarla izah ediyor ve bayrak hakkındaki yorumlara cevâp vermiyor?

Acaba AB gerçekten de “Hristiyan Kulübü” olmaya bilir mi?

Acaba on iki yıldız ile “tekamül” ettiğini, tamama erdiğini söyleyen AB Türkiye’yi almaya niyetli mi?

Bir dönemin Avrupa Parlamentosu Başkanı Pat Cox, TBMM'de yaptığı konuşmada, AB’nin Hıristiyan Kulübü olmadığını ve Türkiye’yi alacağını söyledi. Aynı ziyaret sırasında bir gazetecinin bayrak ile ilgili sorusuna işe şu cevabı verdi;

"Yıldız sayısı artacak mı? Hayır, 12 rakamını koruyacağız. Bugün bile AB üyesi devlet sayısı 15. Semboller önemlidir. Mavi fon kuzey gökyüzünü ifade ediyor.Yıldız sizin literatürünüzde ve İrlanda literatüründe yıldızlar hayal kurmayı ifade eder, daire uyumu ve birliği simgeler. 12 sayısı günün saatini ve yılın aylarını sembolize eder. Dolayısıyla birlik içinde sürekli olarak ileriye doğru hareket. Tıpkı Türkiye'nin dönen dervişleri gibi. Sürekli olarak doğruyu aramanın peşinde. Yıldızlar birbirine değmiyor. Bağımsız. Dolayısıyla bu dairemiz açık. Bizim değerlerimizi gerçekten benimseyenlere açık. Bayrağımızın sembolü bu. 50 yıl önce Strazburg da bu bayrak kabul edilmişti." dedi.

Cox, o zaman bu dairenin tam ortasına haç işareti konulması konusunda görüşler olduğunu ifade etti ve "AB Konseyi buna 'hayır' dedi. Herhangi bir bölücülük olamaz. Bu da size açık seçik mesajdır." dedi.

Denebilir ki, Türk Bayrağında da ayyıldız var. Hatta hilâl İslâm’da büyük öneme sahip. AB’nin bayrağında da onlar açısından önemli değerlerin simgeleri olamaz mı?

Elbette olabilir. Olduğu da görülüyor. Ama arada iki fark var. Birincisi Türkiye bayrağındaki simge ne ise, ne olduğunu da bütün çıplaklığı ile söylüyor. İkincisi AB bir ülke değil, “uluslarüstü sistematik” olduğu ve evrensel değerlerin himayesi gibi iddiaları olduğu için, etik bir tutum değil.

Türkiye’nin üyeliği ile ne olur bilinmez. Belki on iki yıldızlı taç aynı kalır, belki bir yıldız daha eklerler, belki de bir hilâl. Belli olmaz. Güne bağlı.

Ama her durumda 25 üyenin on iki yıldız olduğu yerde, gerçekten Türkiye “tek yıldız”.

Kaynak: www.diplomatikgozlem.com/haber_oku.asp?id=2485

Sunday, March 28, 2010

DÜNYANIN EN GARİP 50 GERÇEĞİ



BBC Programcısı Jessica Williams, dünyanın röntgenini çekmiş.Tespitlerini ise "Dünyada Değişmesi Gereken 50 Gerçek" adını verdiği bir kitapta toplamış. Seyfi Öngider'in editörlüğündeki Aykırı Yayınevi'nden piyasaya yeni sürülen bu kitap, oldukça ilginç.

"50 gerçek" olarak adlandırılan aykırılıklar, yanlışlıklar veya sorumsuzluklar, ilk bakışta birbiriyle ilintili gözükmeyebilir. Ama her biri, dünyanın çivisinin üzerine bir balyoz gibi iniyor.

"Yok oluş"a doğru hızla sürükleniyoruz. Kendi ikbalimiz için fır dönerken, bir de dünyanın nasıl döndüğüne bakalım...
İşte, dünyayı tersine çeviren 50 gerçek:
1- Bir Japon kadını ortalama 84 yıl, bir Botswanalı kadın sadece 39 yıl
yaşıyor.

2- Dünyadaki obez nüfusun 1/3'ü, gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor.

3- ABD ve İngiltere, gelişmiş ülkeler arasında en yüksek erken hamilelik
oranına sahip.

4- Çin'de 44.000.000 kadın kayıp.

5- Brezilya'daki Avon kadınlarının sayısı, asker sayısından fazla.

6- 2002'de idamların %81'i ABD, Çin ve İran'da gerçekleşti.

7- İngiliz süpermarketleri, müşterileri hakkında hükümetten daha fazla
bilgiye sahip.

8- AB'deki her inek için verilen günlük 2.50 dolarlık sübvansiyon,
Afrika'nın %75'inin günlük geçiminden daha fazla.

9- 70'in üzerindeki ülkede aynı cinsten iki kişinin ilişkisi yasak,
9'unda ise cezası ölüm.

10- Dünya nüfusunun 1/5'i, günlük 1 doların da altında gelirle
yaşıyor.

11- Rusya'da yılda 12.000'in üzerinde kadın, aile içi şiddet sonucunda
hayatını kaybediyor.

12- 1 yılda 132.000.000 Amerikalı, estetik ameliyat yaptırdı.

13- Kara mayınları nedeniyle saatte 1 insan ölüyor ve sakat kalıyor.

14- Hindistan'da 44.000.000 çocuk işçi var.

15- Sanayileşmiş ülkelerde insanlar, günde 6-7 kg katkı maddesi yiyor.

16- Dünyanın en çok kazanan sporcusu golfçu Tiger Woods, yılda 78.000.000$, yani saniyede 148$ kazanıyor.

17- Amerikalı 7.000.000 kadın ve 1.000.000 erkek yeme bozukluğu çekiyor.

18- 15 yaşındaki İngilizlerin yarısı uyuşturucu kullanmış, 1/4'ü sigara içiyor.

19- Washington'daki lobi endüstrisinde 67.000 kişi, her seçilmiş kongre
üyesi için 125 kişi çalışıyor.

20- Motorlu araçlar, dakikada 2 insanı öldürüyor.

21- 1977'den bu yana ABD'deki kürtaj kliniklerinde 80.000 şiddet ve
taciz vakası yaşandı.

22- Mc Donalds'ın altın kemerini tanıyanların sayısı, Hıristiyan tacını
tanıyanlardan fazla.

23- Kenya'da bir ailenin gelirinin 1/3'ü rüşvete gidiyor.

24- Dünyadaki yasadışı uyuşturucu pazarı 400.000.000.000$.

25- Amerikalıların 1/3'ü, uzaylıların geldiğine inanıyor.

26- 150'den fazla ülkede işkence var.

27- Her gün dünya nüfusunun 1/7'si, yani 800.000.000 insan aç
kalıyor.

28- Amerikalı siyah erkeklerin hapse girme ihtimali, %33.

29- Dünyanın 1/3'ü savaş halinde.

30- Petrol rezervleri 2040'da tükenebilir.

31- Sigara içenlerin %82'si gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor.

32- Dünya nüfusunun %70'i, bugüne dek hiç çevir sesi duymadı.

33- Silahlı çatışmaların 1/4'ü, doğal kaynakları ele geçirmek için
yaşanıyor.

34- Afrika'da 30.000.000 kişi AIDS.

35- Her yıl 10 dil ölüyor.

36- İntiharla ölenlerin sayısı, çatışmalarda ölenlerden fazla.

37- ABD'de her hafta ortalama 88 öğrenci sınıfa silah getiriyor.

38- Dünyada en az 300.000 düşünce suçlusu var.

39- Her yıl 2.000.000 genç kız ve kadın sünnet ediliyor.

40- Silahlı çatışmalarda 300.000 çocuk asker savaşıyor.

41- İngiltere'de 2001 seçimlerinde 26.000.000 kişi, Pop Idol'un ilk
sezonunda 32.000.000 kişi oy kullandı.

42- ABD, pornografiye yılda 10.000.000$ harcıyor.

43- ABD, "haydut devlet" diye ilan ettiği 7 ülkeden 33 kat daha fazla
askeri harcama yapıyor.

44- Dünyada 27.000.000 köle var.

45- Amerikalılar çöpe saatte 250.000.000 plastik şişe atıyor, yani her 3 haftada bir Ay'a ulaşmaya yetecek uzunlukta şişe birikiyor.

46- Sıradan bir İngiliz, günde yaklaşık 300 defa kameraya yakalanıyor.

47- Her yıl 120.000 kadın veya genç kız, Batı Avrupa'ya satılıyor.

48- Yeni Zelanda'dan İngiltere'ye uçakla getirilen 1 kivi,
atmosfere kendi ağırlığının 5 katı sera gazı salıyor.

49- ABD'nin, BM'ye 1.000.000.000$'dan fazla borcu var.

50- Yoksul aile çocuklarının psikolojik sorun yaşama ihtimali, zengin
aile çocuklarına göre 3 kat daha fazla.

Sunday, January 17, 2010

KÜRESEL ŞOMAĞIZLILIĞIN ARKA PLANI







Yıllar önce okumuştum, Kırıkkale’de, nemli bir odada... Hatırlıyorum. Sol Yayınlarından çıkan, o baskılarına hayran olduğum kitaplardandı. Engels’in bir kitabı! O kitaptaki bir pasaj? Ah! Şimdi nasıl karıştırıyorum kütüphanemin raflarını, üstadın bütün eserleri önümde ama sayfalar gizlenmiş sanki, o pasajı bir türlü bulamıyorum. Aşure çorbası gibi kafam, odam, minik masamın üzeri. Neyse. Mealen Üstad-ı Muazzam şunu diyordu: Evet din çağımızın afyonudur. Onun negatif dinamiği insan gelişimini duraklatır, hatta bu ilerleyişi geriye doğru çevirir ama; göreceksiniz. Yakında, uzak olmayan bir gelecekte, bugün din adamının görevini bilim adamı, dinin görevini, dinin yıkıcılığını ise bilim yüklenecek. İşte, benlikleri ile bilimin arasında kalmış o insan yığınlarının kaderi öyle acınası ki! Evet! Engels’in kehaneti boş değilmiş, biz bu günün bol imkanlı angutları, bilimin yıkıcılığı ile benliğimiz arasındaki karanlıkta bocalıyoruz. Nasıl diyeceksiniz? Ne bilimi, ne benliği, ne bocalaması? Sanki hepimizin evinde laboratuar, hepimizin isminin önünde Prof. payesi varmış gibi konuşma! Öyle konuşmuyorum kardeşlerim. Bugün duyarsızlığın dibine vurmuş yığınlar olarak, fare mezbahası kentlerde, cinnet namlularında, varlık içinde yokluk, hikmet içinde bönlük yaşayarak, baskın bir pornocu, azimli bir obur, anlayışsız bir mankafa olduğumuz kentlerde çilelerimiz bilinçaltımızda o kadar yer etti ki, çözümsüzlüğümüz artık kendini her gün başka bir yapımcıya yardıran, dini ve milli mukaddesatlarımıza bağlı, götü yere yakın spikerlerin ekmek teknesi halini aldı. Artık kendisinden başka saltık gerçeğimiz olmayan o televizyon adlı kusmuk çukurunda sadece yengesini düzen civanların, çişini tutamayan alnı secdeli devlet adamlarının, Hadise’nin bızırının, kutu açıcıların acılarının peşinde koşmuyoruz. Yeni konseptimizin kahramanları sayın profesörler, doktorlar, ziraat uzmanları ve bilimum fare suratlı, akademik payeli sümüksü yaratık. Bu hayatlarında YÖK’ün bir kararına karşı gelmemiş, açlığa, garibanlığa, orospulara, alçaklığa, resmi ideolojiye, Avrupamerkezciliğe, kapı putlarına, kulaklarına fısıldayan şeytanlara bir kere bile karşı gelmemiş, gelememiş, karılarından korktukları kadar toplumlarından korkmayan hamam oğlanı kılıklı kravatlılar bu aşağılık topluma sabah akşam bilimsel delilli vaazlarını sunuyor. Çünkü bu vaazlar, bu öcü göstermeler, bu düşünceli safsatalar, hükümet tetikçisi, bakire düşkünü, kalp ilaçlarıyla sarhoş medya patronları için öylesi tatlı bir gelir mıknatısı ki! Karşılarında dört duvar ve bir kutulu camekan arasına sıkışmış, onurlarına, dizi yıldızlarının tuvalet kağıtları kadar değer vermeyen, tedirginlik tiryakisi bir insan yığını var. Bir ülke dolusu insan. Korkmuş sürüler ki onlar; Açlıktan korkmuyor da şişmanlamaktan korkuyorlar, yozlaşmaktan korkmuyorlar da kuşlarının ötmemesinden korkuyorlar, darbelerden, savaşlardan, okullarda eşeğe çevrilen yavrularının koşa koşa yürüdükleri cehennemden korkmuyorlar da kanser olmaktan korkuyorlar... Bedenlerinden başka tutunacak dalları, midelerinden başka sığınakları kalmamış yetmiş milyonluk bir korku imparatorluğu. Hazzın imparator, hedonizmin resmi ideoloji olduğu bir imparatorluk. İmparatorluğun üzerinde öğlen kuşağı programlarından bulutlar. Tabi ki bu bulutlar iğreti yağmurlar getirecek. Koskoca bir imparatorluğun halkının kaderi tavsiye edilen bitki özlü ilaçlarla teskin edilecek, güle güle yüzümüze bitki kökleri uzatacaklar, çöpe çevrilmiş midemiz alışılmadık metalara kavuşacak ve elimizden ne gelecek? Hiçbir şey çünkü; bütün ellerden daha büyük bir korku gözlerimizin içine içine bakıyor. Ne diyorsanız boşa çıkıyor çünkü bir insan silinmeye, sinekleşmeye korkarak başlar. Bu işin sadece benlik ve bedenle ilgili kısmı... Asıl heyula, insan gözünde bütün değerleri hiçe indirgeyen heyulayı Deccal’in memleketinin sanallık endüstrisi kafalara kusmaya başladı. 2012, Marduk, bilmem ne virüsü, kuş gibi, domuz gribi... Neymiş efendim göktaşı gelecekmiş, kıyamet kopacakmış, ya da bir virüs gelecekmiş cümlemizin anası bellenecekmiş. Medeniyet diye bir şey kalmayacakmış dünyada! Siz kanser ilaçları ile cep telefonundan müteşekkil bir yaşamı medeni mi telakki ediyorsunuz? Yıllardır, doğduğumuz günden beri bizlere garip bir kıyametçiliği pompaladınız. Ha öldünüz, ha bitiyorsunuz, aman kölelikte diretin, zaten ömür bitti ne için düşünüp mücadele vereceksiniz? Bilmeyiz! Medya ve internet yoluyla insanlığa pompalanan bu renkli, ezoterik, grotesk, antik, gizemci, garabetin tek sebebi var. Zaten canı yanmış, güçsüzlüğünün farkına varmış, uyuşuk mu uyuşuk insan sürülerine ölümü gösterip sıtmaya razı etmek! Boş verin be güzel dünyaların hayallerini... Yeyin, boşaltın, sevişin, sapıklaşın. Porno filmlerde gördüklerinizi uygulamalı olarak deneyin, Amerikan sofraları kurun, sonra bilim adamlarımızı izleyip soğan suyunun basura ve meme kanserine iyi geldiğini öğrenin. Zaten dünyanın kaç günü kaldı? Daha da umursamaz bir şekilde geberin ey insanlar. Bizler yer altı tarikatlarımızla, tröstlerimizle, kukla hükümetlerimizle şeytanlarımıza hizmeti sürdürelim, yüzde beş üretip yüzde yirmi beş tüketelim, Irak’a girelim, İran’a yönelelim. Geçmişte, İncil verdikleri toplumlardan nasıl topraklarını aldılarsa, bugün, akademisyenleri ve homoseksüel tellallarını kullanarak bizlere korkular verip onurlarımızı satın almak istiyorlar. Alıyorlar da ama; bir avuç adam, birkaç adam, kölelerine oranı yüzde bilmem kaç bile olmayan bir avuç insan... Ne kalın kitapları uyuşturabilecek bizi, ne iktidarsızlık korkusu, ne da tepemize düşecek koskoca kuyruklu yıldızlar... Bizler İsrail’den, Amerika’dan, Avrupa’dan; tarihi hesaplarımızı görmeden ölmeyeceğiz. Sahte tanrılarınız yaratmadı ki bizi, gerçek saçmalıklarınız yok etsin! Göreceksiniz...

sokakfilozofu06@hotmail.com

Monday, January 11, 2010

ROMANIM: SAVAŞTAN ARTAKALAN'dan bir bölüm


Haksız değilim demek ki, uzatmıyorum, ceketimi alıp, ayakkabılarımı giyinip çıkıyorum. Kapıyı açar açmaz yüzüme gökyüzünden başka hakimi olmayan sokakların enginliği çarpıyor. O kahrolası sigaralarımdan birini yakıyorum, ciğerlerim körpe ve duyarsız. Hava karanlık, altın şamdanlarda kibrit alevleri hayal ediyorum, muhayyilemde kırgınlık, kediler saçmalığa dönüşse keşke...
Ankara’nın en yaşanası saatleri. Ve bozkırın gırtlağına çökmüş soğuk, kaldırımların deliliğine delil ay ışığı lekeleri, dudaklarımın ucundaki alev topundan yükselen duman silik mi silik bir süse dönüşüyor. Adımlarım hızlanır şimdi, kalbim uyanır, lafı bile edilmeyecek bir macera etrafımda gezinirken ısınırım. Donukluk, sadelik, renksizlik üzerinde anıların film çevirdiği beyaz bir perdeye dönüşür. İstanbul, İzmir cıvıl cıvıldır herhalde bu saatte. Eli bastonlu ihtiyarlarından, akılları bir karış havada serseri gençlerine herkes biraz daha yaşamak istiyordur. Ankara uykuda! Memurlar mesai yapacak erkenden, çocuklar okula gidecek, taksiciler, dolmuşçular hanımlarının pişirdikleri kestaneleri soyarak pineklemektedirler. Okumuş yazmış adamlar ödeyemedikleri elektrik faturaları yüzünden mum ışığında garip, tozlu, anlaşılmaz kitaplar okumaktadırlar. Ve birileri uyuyakalacaktır, mum ateşi önce masa örtüsünden başlayacak, sonra masaya, ardından duvarlara yılışacak, evini yakacaktır. Yazılmamış onlarca roman, sürülmemiş bir sürü keyif ve defterler dolusu şiir, öykü... hepsi sonsuzluğa kanatlanırken, gazeteciler üzüntüler uyduracaklardır. Bilmem, abartıyor muyum? Sanmam. Üşüyorum, aceleci, geniş adımlarım yetmiyor ısınmama. İnsan en çok böyle kıyan soğukların eline düşmüşken bir aile arzuluyor. Basit bir ev, zayıf, gariban çocuklar ve makarna yüzünden, patates oturtması yüzünden değirmentaşına dönmüş bir hanım. Sarılıp uyuyacaksın, ısınacaksın, yorganlar paket gibi kaplayacak bedenin her noktasını. Kör hayal! Bunları mı istiyorum gerçekten. Savaştan geldim ben, ayaklarım var, üşüyebilen bir tenim, aklım yerinde ve kimsesizliğim. Canım istiyor çıkıyorum evimden, canım istiyor, sigaramı tutuyorum, parmaklarım var. Bir savaş alt tarafı lan Özgür, neyini bu kadar abartıyorsun? Bir tek sen miydin! Bak daha pis buradaki savaş, herkes fareye dönüşmüş, herkes timsaha... bir korkuluktan başkası olmayacak bu oyundaki rolün. Olmazsa olmazsın. İzmaritimi savuruyorum, çöpleri eşeleyen kediler zemine dağılan kıvılcımdan korkup kaçıyorlar. Bir sigara daha yakıyorum, ağzımda hala çay tadı, ilk nefes, kahrolası kükürt kokusu. Tıp fakültesinin o karanlık köşesinde taksiciler... Orta yaşlı bir memurun elinde kuruyemiş dolu kesekağıdı. Yüzüme bir şeytanın yüzüne bakar gibi dengesiz bir kinle bakıyor ve korkuyor. Cani gibi miyim, manyak gibi mi? Oysa ben it gibi titrerken anladığım her şeyden kaçmak istiyorum. Karşısına dikilip bağıracaksın “Lan memur, ben senden daha korkağım, görmüyor musun?” Canım bilmediğim ülkelerde gezinmek istiyor, kirli bir zeytinyağı tenekesinin dibinden çöp suyu sızıyor. Kana bastım ben, yuvalarından fırlamış gözlere bastım. Çöp suyuna basmışım ne olacak? Bilmediğim ülkeler ki ucuz olmalı, savurgan davranacak kadar zengin değilim ben. Kapıda vize diye de süründürmemeliler, hemen kabul etmeliler iyi kötü tüm unsurlarıyla benliğimi. Bosna olmalı, Azerbaycan olmalı... ya da bir Afrika ülkesi olmalı ki ölüm gördü oralar, çocuklara bile acımadılar, köpeklere, koyunlara bile. Gezmek, uzak, ucuz, görülecek doğru dürüst bir şeyleri olmayan ülkelerde. Anlamamak, anlamlandıramamak. Buralardan daha ucuzdur oralar, buralardan daha az karmaşıktır. Bütün değerleri sürgün olmuştur, değersizlikleri donuktur. Cebeci Postanesinin önünde koca bir biraz şişesini sömürmekte olan dişsiz bir berduş yanıma yanaşıyor. Dur diyorum durmuyor, pis pis gülümsüyor, tiksiniyorum.
-Abi be bir şişe birası nolur?
Çorba parası derlerdi eskiden, evde kömür yok derlerdi.
-Nolur be abi, ciğerlerim yanıyor
-Adın ne senin?
-Aşur be abi, Aşurum ben. Buz gibi suyla yıkadılar beni be, söyle dediler, söyleyemedim be abi.
-Bira mı alacaksın?
-Belki de şarap alırım be abi. Ciğerlerim yanıyor.
Elimi cebime atıyorum, ayyaş dua edercesine ellerini açıyor. Elimi cebime atıyorum, beş altı banknotluk bir tomar. En değersiz banknotu ayyaşa veriyorum, alıyor. Az önceki yalvaran adamın aksine, kibirle arkasını dönüyor... Sanki ben dilenenim de o bahşeden. Kızılay bu saatlerde kitabi bir durgunluk taşımaz, çığlık ve gürültü içindedir. Ulus’a giden yola giriyorum. Birkaç dolmuş kavşağa park etmiş, trafik ışıkları kendi kendine gelin güvey. Bir beyaz eşya dükkanının kepenklerini kapıyor genç bir çift. Tesettürlü bir kadın, başı önde, elinde koca poşetlerle yürüyor. Tabelalardaki yüzeysellikleri birleştiriyorum, ortaya nihilist bir şiir çıkıyor. Cebeci istasyonuna bakan köprünün üzerinde duruyorum, ay tam üzerimde, ışığı varlığını ele veriyor, bulutlar kendilerini gizlemiş, yıldızlar uykuda, yarın hava açık olacak galiba. Bir köpek istasyon merdivenlerinden çıkıyor, ağzına ölü bir güvercin, tren bekleyen bir çift öğrenci çekingence öpüşüyor. Dudakları ıslandıkça, ısındıkça kayıyor omuzlarından aşağı çantaları. Banliyö treni açlıktan kudurmuş bir piton maketi gibi süzülüyor... taaa Kayaş’a kadar gidecek şimdi, ardından ver elini gerisin geriye Sincan. Kayalıklarla bozkır arasında ucuz işçi beklentilerine boyanmış bir koşu. Gölgeli kasvetlerden sıkılıyorum, nasırlarım, adımlarım. Bir şehir bu kadar muhteşem olur, ben de bir şehre bu kadar ait. İnsan özdeşlikten kudurur mu? Eski model araçlarda Ankara havaları, ağzı küfürlü mahalle çocukları. Ankara Hastanesine açılan kavşağın başında iki ayyaş bir taksiciyle ağız dalaşında. Mahalle müttehaitleri... ve evlilik vad ederek bacaklarını okşadıkları varoş kızları pastanelerin en kuytu masalarında ucuz yağdan yapılan yaş pastaları çatallıyor. Diz çökmek istiyorum, karanlık bile olsa, pasaklı bile olsa, soysuz bile olsa benim bu caddeler, soluklarımı uzun zamandır tanıyorlar. İmkanım olsa alıp getireceğim dağlarımı, barut kokumu, güzel gözlü Kürt çocuklara şekerden, çikolatadan evler yapacağım. Diğerleri de gelmeli, yeniden var olmalı kana karışmış bütün kuyrukları kopmuş biçemler. İmgeler ayaklarıma dolansa ne olur. Kahrolsun kısırlık. Karısıyla hırsla sevişmeliydi Said bu saatlerde, diğerleri de. Çocuklar yapmalılardı, çocuklar şair olmak isterlerdi belki, ressam olmak isterlerdi, bakınca tüfeğe benzeyen sazlar yaparlardı ki en yakıcı nota bile insanı öldürmez...
Hamamönü’nde eski, dökük, içinde tinerci çocukların aile hayali kurdukları eski Ankara evleri. Yüreklerini kanser dağlamış ölümü bekleyen hasta devler gibi çaresizliklerine şükrediyorlar. Hayal kuruyorlar belli ki ancak hayal kurarken bir varlık böylesi bilinçsiz bakar. Rumlar vardı eskiden, Ermeniler vardı... Siyah cübbeleri, beyaz sakalları ve takunya takırtılarıyla dev gibi papazlar şu yokuştan salına salına Samanpazarı’na çıkarlardı. Tarihçiyim ben, yaşamadım ama görüyorum. Kim bilir kaç kızın, kaç erkeğin gözleri yandı kornaların titrettiği şu kıymıklı pencerelerde. O zaman yaşasaydım kesin bir Rum kıza vurulurdum, bir Ermeni kıza. Gözlerinden, tenlerinden ziyade duyup anlayamadığım dilleri aşık olunası gelirdi bana. Geceleri erkenden yatardım ki annem bir şeyler dikerken ben gavur sevdiceğimi daha sıcak bir şehvetle düşleyeyim. Tarihçi olmazdım o zaman, rençper olurdum, Mamak açıklarında bir tarlamız olurdu, ya da ne bileyim, bakırcı olurdum, nohut fasulye satardım at, eşek pisliğine batmış pazar yerlerinde. Hayır hayır; bu evlerin yapıldıkları yıllarda savaşlar olmaktaydı, kaplan pençesinde koçtu insanlık. Büyüklerim sürerdi beni Yemen çöllerine, yana yana dolaşırdım. Bir bardak su hayali kurmaktan gavur sevdiceklerimin memeleri gelmezdi aklıma. Kara suratlı bir Arap isyancı mıhlardı beni anlımın ortasından, Annem ardımdan Türkü yakardı. Ya da donardım işte Sarıkamış’ta. Canı sıkkın bir paşa ufak bir stratejik hata yapardı, bir bakardım ki bilmediğim bir karanlıkta, beynimin kovukları sıcak mı sıcak tarhana çorbasıyla dolmuş. Uykum gelmiş, uyumuşum. Bana yar olmazdı gavur sevgililerim, kimseye yar olmazlardı. Kulaklarından tutuldukları gibi çıkarılırdı evlerinden, güçsüzlüğümüzün çilesini onlardan çıkarırdık. Bu kıymıklı evleri hayal ede ede ölürlerdi, orada öleceklerini tahmin bile edemeden. Kim bilir ne yoğurtçular çıngırak çaldı bu sokaklarda, kaç katır toynağını eskitti ve kaç yenilginin ahıyla titretti gırtlaklar pencereleri. Her adımımda Çankaya tepeleri belli oluyor. Lüks oteller, barlar, ihale dosyaları. Kocatepe Camii, hemen önümdeki Tacettin camiinden daha küçük, daha manasız. Keşke kulağımda o Hintli bağrı yanıklardan birinin sesi olsa, sitar sesi ve dümbelek. Neden aramaktan, beklemekten, istemekten usanmıyorum. En sarp yokuşlardan indim ben, bacaklarım çelik sütunlar gibi, yorulmuyorum...
-Baaak hele!
Karşıda, Hacettepe kavşağında dizili kadınlar. Birkaçı araba camlarına eğilmiş. Yanlış duydum sanıyorum, bana seslenmediler. Dikkatle bakıyorum, tekrar aynı hitap, yolun karşı tarafında tombul mu tombul bir gölge bana el sallıyor. “Ne var?” dercesine elimi kaldırıyorum. “Dur” dercesine ayasını gözüme dürtüyor tombul mu tombul gölge. Geçmekte olan birkaç arabayı bekleyip şişmanlıktan zıplayamayan bir kanguru sanki. Sürünen adımlarla yanıma ulaşıyor. Yüzünü bile seçemiyorum, çekiniyorum, bedenime değecek kadar yanaşmadan kim olduğunu öğrenmek istiyorum.
-Ne istiyorsun?
Cevaplamıyor. Her adımında biraz daha görünür oluyor, komik bir görüntüsü var, ayağındaki yeşil, çirkin ayakkabının topukları kırıldı kırılacak. Bacaklarında ucuz siyah külotlu çoraplar, kırmızı eteği dizi üstünde. İçi su dolu, boğumları kat kat olmuş bir balona benziyor. Boyu bir ellinin biraz üstünde ama benden bile daha ağırdır. Nereden buldu bu kadar yiyeceği. Üzerinde siyah bir bluz, göğüsleri, göbeği, gerdanı dalgalı uzun siyah saçlarının örtemediği belirgin birer ayrıntı. İnce etsiz dudakları, elmacık kemiklerine doğru yayılan burnu ve derin mi derin bakan gözleriyle klasik bir bozkırlı kadın.
-Ne istiyorsun dedim?
-Ne işin var bu saatte burada?
-Sana ne?
-Bi sigaran var mı?