Friday, August 14, 2009

YORGUNLUK


Ben senden daha yorgunum
Bilirsin
Parmaklarımı ezen taşların kıyısında
Bir heybem vardı üzerinde saksağan resimleri
İçinde çürük domates taze kusmuk
Ve kalem vardı ya hani
Durur durur gökyüzüne göz yaşları çizerdi
Ben senden defalarca daha yorgunum
Baltam dilimin düştüğü toprağa gömülüdür
Sapında baruttan bir gül işlemesi
O sap ki bir devin boşalmış damarıdır
Her yılımda bir yaprağı siner arı kanatlarına
Bilirsin
Benim her yılım bir çocuk ömürüdür
Ve ben yorgunluktan Allaha sığınırım

okuyanboga@hotmail.com

Wednesday, August 05, 2009

TÜRKİYE'DE RADİKAL İSLAM’IN İKİNCİ RAUNDU


İslamcılar, dini tanımada zayıf kalmış olduklarını anladıklarında, karşılarına çıkan ıssız çölden dolayı ne yapacaklarını düşünmeye başladılar.
Ali Şeriati
Mektuplar



Ankara’yı bir idari başkentten öte Türk irfanının bir merkezi yapan unsurlardan biri, Kızılay’ın uzak köşelerine dağılmış, çeşitli siyasal grupların buluşma merkezi olan kitabevleridir. ODTÜ’nün, SBF’nin ve diğer üniversitelerin idealist gençleri hem beyinlerindeki depoları doldurmak, hem de daha önceki çalkantılı dönemlerde tüm çabalarına rağmen “sistem” karşısında başarılı olamamış ağabeylerinin tecrübelerinden feyz almak için düzenli olarak bu kitabevlerini ziyaret ederler. Bu mekanlarda Türkiye elitlerinin politik yönelimleri ve arayışları hakkında gözlemlerde bulunabilirsiniz. Bu tavırlar her ne kadar ömürleri okuma ve anlama çabasıyla geçen heyecanlı öğrencilerin tavırları olsa da, bu tavır, toplumun ortak aklının akacağı (akabileceği) bir su yoludur.
Takip ettiğim bu kitapevlerinde son zamanlarda en dikkat çekici tartışmalardan biri, AKP ve kısa tarihinin eleştirel bir bakışla analizi ve önümüzdeki dönemde “Müslüman” seçmenin ne gibi bir yönelişe gireceği etrafında dönüyor.
Bundan hemen hemen on yıl önce milliyetçi-“demokratik solcu” koalisyonun tarihi değerdeki bir siyasal beceriksizlikle ekonominin ardından ülkenin tüm dengelerini sarsması üzerine AKP varolan bir çok krizi uzun vadede aşabilecek bir siyasal kudrete sahip olduğu görüntüsüyle ortaya çıkmıştı. Kurucuları olan 28 Şubat bakiyesi İslamcı politikacılar, birkaç yıl önceki sert ve gettocu tutumlarının aksine ülkedeki hemen bütün toplumsal grupların duyarlılığını okşayan bir dille konuşuyorlardı. Değişmiş olduklarını söylemeleri, merkez sağ unsurları bünyelerine katabilmeleri, Avrupa Birliği’ne yeni [pozitif] bakmaları, Amerika ile ilişkilerin ısısını artırmaları, burjuvaziye güler yüzle yaklaşmaları ile, laik-mürteci çekişmesini yaşamak istemeyen, ekonomik olarak çökmüş, hiçbir yerleşik politik kurumun umut vaat etmediği halk için sevimli bir alternatiftiler. Parti başkanı Tayyip Erdoğan genç, karizmatik (geçirdiği talihsiz hapishane macerasıyla mazlum kahraman) ve de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevindeki başarısıyla işletme tecrübesi olan bir siyasal karakter olarak görünüyordu. Üstelik, bu idealist politikacılar, gündelik yaşamlarında hâlâ dindar ve muhafazakardılar. Sistem için tehlike arz etmeyecek kadar yumuşamış olsalar da halkın din merkezli taleplerine kayıtsız kalmayacaklarını özellikle belirtiyorlar, söylemlerinde sadece Müslüman dindarlar için değil, Aleviler ve Kürtlerin de demokratik hakları için de ellerinden geleni yapacakları izlenimini veriyorlardı.
İktidarının ilk yıllarında gerek söylemi gerekse icraatlarıyla Norveç tipi sosyal demokrat bir parti görünümü veren AKP, yeniden canlandırdığı ülke ekonomisi ve laiklere pek çatmadan arkasındaki mutlak oy desteğine güvenle yürüttüğü icraatlarında toplumun ihtiyaçlarını ciddiye alan bir görüntü çizdi. Bu süreçte laik elitlerin başlıca korkusu olan Radikal İslam, yerini merkezinde liberalizmin oturduğu muhafazakar, light bir İslam algılayışına bırakmıştı. AKP hükümeti tabana güven verdikçe, birkaç yıl önce “Milli Görüşün ordusu” olarak kendini tanımlayan kitle, köklü bir değişim, bir İslam devrimi ya da mutlak iktidar sahibi olunmadan da işlerin yoluna girebileceğini kabullenmişti. Hem laiklerin, hem neo-İslamcıların gayet memnun oldukları bu ortamda işler kısa süre sonra tersine dönecekti. Önce ayyuka çıkan yolsuzluk iddiaları ve bu iddialara muhatap siyasilerin cüretkârlıkları, muhafazakar bir sermaye gücü oluşturma çabası ve astronomik oranlarda büyüyen şirketler, tedirginlik yarattığı gibi, Hukuk ve Medya yoluyla AKP’ye güç yetirilememesi de, başta CHP olmak üzeri laik elitleri kızdırmıştı. Yolsuzluklar, AKP’nin başörtüsü ve diğer İslami özgürlükler konusunda kıyasıya bir çabaya girmemesi, 28 Şubat’ın yardımcı aktörü laik medya patronları ile ‘düzeyli ilişkiler’, kısa süre sonra tekrar sarpa saran ekonomi 2007 genel seçimlerine kadar giden süreçte AKP’nin prestij kaybına sebep oldu. Fakat 2007 seçimleri öncesi CHP’nin siyasal küstahlıkları ve muhalefetin bir kesiminin demokratik teamüllere ve siyasal ahlaka uymayan örtülü darbe çağrıları karşısındaki tepki, AKP’yi gücüne güç katarak tekrar iktidara getirdi. Bu, geniş kitlelerin AKP’nin her türlü eksiğine rağmen CHP’nin çarpık modernizmine ve MHP’nin politik kısırlığına reel tepkisiydi. Daha da önemlisi AKP’nin ilk beş yılında ciddi bir muhalefetle karşılaşmayışı ve CHP, MHP gibi partilerin ilkel dürtü ve usullerle siyaset yapıyor olmaları AKP’yi toplum bilinçaltında alternatifsiz bırakıyordu.
AKP ikinci iktidar devresinde, gerek sandıkta kazandığı prestij gerekse oturmuş yapısına olan güveni sebebiyle muhaliflerine ve ilk süreçteki beklentileri devam eden tabana karşı ilk dönemine oranla daha kayıtsız bir tutum içerisine girdi. Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununa yaklaşımdaki “içtimai mefkûreci” söylemi, yolsuzluklar konusundaki kayıtsızlık, cüretkar küstahlık, vizyon yıpranmışlığı, ekonominin neredeyse AKP öncesi döneme gerilemesi ve bu gerileyişin yok sayılması, AKP’yi yıprattı. 2009 yerel seçimlerinde bu gerileyişin işaretlerini gördük.


Radikaller ve Muhafazakarlar

Bilindiği üzere de Radikal İslamcı ya da Radikal Dinci tabirleri medya tarafından yobaz, bağnaz, mürteci gibi kınayıcı ithamlara koşut kullanılır. Öncelikle bu yazıda “Radikal İslamcı” tabirini, Türkiye’deki medyanın kullandığı anlamın aksine, geleneksel İslami yargıların ötesinde, İslam’ı fundamental bir usul ve devrimci kaygılarla almak ve İslam’a ve pratiğine enetelektüel bir bakış olarak ele aldığımı belirtmeliyim. (Radikal, Batı dillerindeki manasıyla: problemi bütün veçheleri ile kavramaya çalışan demektir.) İslam’ı bir inanç manzumesinin ötesinde algılayıp onu gerek gündelik gerekse politik yönleriyle yaşama hakim kılma isteği, Radikal İslamcı tanımının ölçüsüdür. Ayrıca gerek Sufi, gerek Selefi, gerekse modern temellerle İslam ele alınsın, üçüncü dünya romantizminin aşılıp, kaynak öncelikli ve hukuk hedefli somut bir algılayışı da radikallik kapsamına alabiliriz.
Radikal İslamcılar ile Muhafazakarlar, popüler dillerinin benzerliği, ortak argümanları ve en belirgin ortak paydaları olan dindarlıkları sebebiyle, bu konuda fazla derinleşmeyenlerce genellikle özdeş addedilir. Oysa iki farklı ideoloji söz konusudur.
Muhafazakarlar, demokratik bir siyasal ortamın dine ve dindarlığa yönelik özgürlüklerinin yeterli olduğuna inanagelmişlerdir; 28 Şubat’tan sonra bu kanaat pekişmiştir. Devlet mekanizmasının yapısalı, ruhu ve işleyişi açısından İslami bir restorasyon beklemedikleri ve yöntem olarak da sorunun ancak demokratik bir usulle çözülebileceğine inandıkları [ya da inanmak zorunda oldukları] bakımından, muhafazakarların tutumu sekülerdir. Oysa radikal İslamcılığın niyeti bir iyileştirmeye kavuşmaktan ötedir. Radikaller bizatihi devletin ve hukukun kendisini isterler, herhangi bir iyileştirme çabasına da razı gelmezler. Zaten evrensel İslami siyasi düşüncenin yeni [aykırı] politik yaklaşımı olan Radikal İslamcılık, 20. yüzyılın başında, özellikle de hilafetin Yeni Türkiye tarafından ilgası ile başlayan boşluğun ardında “İslam Devleti” fikrinin doğmasıyla başlamıştı. Hilafetin ilgasının ardından artan Batı mütecavizliği, Filistin sorunu, ardından gelişen İhvan hareketinin sindirilmesi, İran devrimi, Afganistan ve Irak işgalleri ve sonrasında [aslında İslam toplumu üzerindeki etkileri pek umursanmayan] karikatür krizi Radikal İslamcıların siyasal dirayetini hem kendilerine, hem de muhafazakarlık ve uyuşumculukta aradıklarını bulamayan gruplara ispatlamıştı.
Radikal İslamcılığın Türkiye ayağı açısından en önemli taban, Milli Görüş ideolojisinin, AKP’nin muhafazakar tabanı dışında kalan, 28 Şubat sonrası bakiyesiydi. Bu çizgi klasik Osmanlı Nakşibendiliğinin anti laik, sufi geleneği üzerine ulusalcılıkla perçinlenmiş bir modern Ortadoğu-İslam Siyasal İslam algılayışıyla beslenerek düşünce evrimini tamamlamıştı. Milli Görüşçülerin 28 Şubat’ın ardından AKP’ye yönelmelerinin temel sebebi, temsil bazında işlevsiz kalan Milli Görüş hareketinin dinamiğini AKP imkanlarıyla sürdürebilmekti. Aynı zamanda Milli Görüşçülerin 28 Şubat’ı bir yenilgi saymayan aydın ve tabanları, AKP kurmaylarının bilinçaltlarında hâlâ Milli Görüş’ü yaşattıklarına dair bir inanca sahiptiler. Onlara göre ilerleyen süreçte AKP anti-Batıcı tutumunu gösterecek, imam hatipler ve Kuran kurslarının kaybolan işlevini canlandıracak, Müslümanların bir an önce kurtulmak istedikleri türban yasağını kaldırıp dini özgürlükler konusunda diretecek, özellikle medyanın toplumsal etiğe karşı açtığı savaşta etiğin taraftarı olacak, yoksul halk kitlelerinin ekonomik durumunda iyileştirmeler yapacak, kısacası “Adil Düzen’e” giden yolda rayda kalan lokomotif AKP olacaktı. Oysa hiç biri olmadı. Geçen süreçte Radikal İslamcılar AKP’nin İslami bir duyarlılık ve İslami bir söylemle alakası olmayan, mutlak bir muhafazakarlığın yukarıda bahsettiğimiz sekülerizmini sindirmiş olduğunu gördüler. Müslümanların bir an önce çözüme kavuşmalarını istedikleri sorunlar özellikle partinin ikinci hükümet sürecinde, kitlenin içkin taleplerine dair yaptırımlar bir yana, bu talepler politik arenada, demokrasi ve hukuk bağlamında bile masaya yatırılmadı. Özellikle Türkiye İslamcılığının vazgeçilmez insan kaynakları kurumları olan ve 28 Şubat sürecinde en büyük mücadele konusunu oluşturan İmam Hatipler ve Kuran kursları konusunda AKP’nin herhangi bir iyileştirmeye kapı açmayıp, eğitim konusundaki bütün enerjisini YÖK ve üniversiteler meselesine harcaması partinin radikal İslamcı tabanında büyük bir memnuniyetsizlik yarattı. Ayrıca AKP’nin macerasına başlangıç sürecindeki demokratik söyleminin dernekler, sendikalar ve benzer sivil toplum örgütlerinin işlevlerine canlılık kazandırabileceği düşüncesi kısa sürede hayal kırıklığına dönüştü. Çünkü derneklerin gerek birikim, gerekse demografik olarak altyapısız oluşu ve AKP’nin başta türban olmak üzere diğer inanç sorunlarını da kısa sürede çözebileceğine olan inanç dernekleri işlevsiz hale getirdi. Kayda değer bir İslamcı hassasiyete sahip tek sendika diyebileceğimiz Hak-İş’in kimi zaman dikkat çeken işçici, sosyal adalete vurgu yapan, muhalif yönü ise maddi ve manevi güçleri astronomik derecede katlanan yeni muhafazakar sermaye altında kalarak, hükümet politikalarına muhalefet bir yana, tarafgir bir tabela kuruma dönüştü. Denizin hışmı, adeta adacıkları yutuyordu.
Tüm İslam dünyasında olduğu gibi Türkiye’de de Radikal İslam siyasal bakışının evrensel ayağını Batı ve ideolojilerine düşmanlıkla şekillendiriyordu. Son iki yüzyılda tüm İslam Alemini sömürgeleştiren, İslam ülkelerindeki seküler akım ve faaliyetleri destekleyen, tüm ümmet için bağlayıcı kurumlar olan Hilafet ve İslam hukukunu kaldıran, Ortadoğu’da İsrail’i var eden, Saddam’ı İran üzerine salan, Irak ve Afganistan’ı işgal edip yüz binlerce Müslüman’ı katleden Batı, bütün belaların arkasındaki emperyalist şeytan olarak addediliyordu. Tüm İslam dünyasında olduğu gibi Türkiyeli Radikal İslamcılar nezdinde de Batı sempatik bulunamaz ve onunla gerek kısa, gerekse uzun vadede ilişkiye girilmesi bir politik dirayetsizlikten ziyade kafirleşmişlik, temel İslami hedeflerden sapmışlık olarak görülürdü. Belki de Radikal İslamcılar açısından AKP’nin en antipatik bulunan tutumu, kısa süre önce söylem ve davranışlarıyla Radikal İslamcı bir Batı yaklaşımına sahip olan AKP kurmaylarının, Batıyla bir problemi olmayan merkez solcu ve merkez sağcı partilerden bile daha belirgin biçimde Batı’yla uyuşması oldu.
Bütün bu saydıklarımız Türkiyeli Radikal İslamcılar bünyesinde aslında var edici bir dinamizm oluşturacak şekli belirli bir demoralizasyonu doğuruyordu. AKP’ye alınan tavrın eylemsel dinamizmini belki de bu demoralizasyon oluşturuyordu. Olmuyordu, umut bağlanan AKP iktidar olup, cumhurbaşkanlığını dahi elde etse, akabinde laiklerin elindeki bir çok özel ve tüzel kurumda hakimiyet kursa bile bu, İslam’ın ya da İslam’ın mutlak değerlerini üzerinde barındıran bir ruhun ülke üzerindeki hakimiyetinin değil, AKP’nin [organik bağlarına ekonomik davranış özgürlüğü ve imkanlarını önceleyen] çarpık liberal anlayışının hakimiyeti oluyordu ki zaten İslamcıların yıllardır mücadelelerini sürdürdükleri CHP, demokratik sol, milliyetçiler ve merkez sağ AKP’nin şimdiki tutumlarından farklı tutumlar göstermemişti! Ayrıca Türkiye’de Radikal İslam’ı tarih boyunca dinamik kılan unsur, Müslümanların kendilerini laik elitler ve cumhuriyet karşısında benimsedikleri ve adeta İslamcıların literatürleri ve politik retoriklerinin en önemli parçası olan mazlumluktu. İslam’ın ana referanslarından kaynağını alan bu mazlum devrimcilik, AKP’nin gerek bu mazlumluğa uymayan siyasal dili ve manevraları ve gerekse bu mazlumluk imgesiyle taban tabana zıt sefih yaşam tarzı, Radikal İslamcılar ile AKP’nin çarpık liberalizmi arasındaki tüm bağları koparıyordu. 2009 yerel seçimlerinin sonrasında sohbet ettiğim eski AKP’li bir hukuk öğrencisi geçmişteki emeklerinden pişman bir tavırla şöyle diyordu: “Varoşlardakiler için ucuz yiyecekler kolileyip mehter marşları eşliğinde bu kolileri halkın üzerine saçmaktan başka projeleri olmadı. Kendileri her sabah pastırma yiyip, en pahalı jiplerle gezip, Türkiye’de okutamadıkları kızlarını Avrupa’daki üniversitelere gönderiyorlar. Zaten Allah buna karşı olun demiyor mu?”

AKP’nin Aşk-ı Memnusu: Fethullahçılar

Bu ilişki başlı başına bir makale [hatta bir kitap] konusu olsa da Radikallerin huzursuzluğunun ve yeni yönelişlerinin şekil ve sınırlarını anlamamız açısından meseleye kısaca değinmekte fayda var.
Türkiye’de Laik Cumhuriyete karşı verilen hemen hemen bütün tepkilerin ardında karşımıza Nakşibendiliğin köklü kurumsallığı çıkar. Nakşibendiliğin bu muhalif tutumu özel olarak ele alınmış olmasa da, Şeyh Said’den, Said Nursi’ye, Milli Görüş hareketinin manevi önderi Mehmed Zahit Kotku’dan, Süleyman Hilmi Tunahan’a kadar [rejime muhalif] bir çok tarihi karakter Nakşi dergahlarından yetişmiştir. Zaten Türkiye’deki Laik-İslamcı çatışması, bir nevi “CHP ile Nakşibendiliğin kurumsallıklarının çatışmasıdır” dediğimizde zaman pek de hayret edilesi bir cümle kurmuş olmayız. Nakşiler siyasete karşıt bir tutum izlemedikleri için de Radikal İslamcı politikanın parti bazında veya popüler bazda şekillendiricileri olmuşlardır. Bu taban yapısının etkisiyledir ki, Necmettin Erbakan döneminde Milli Görüş diğer Nurcu gruplarla teması olsa da Fethullahçılarla siyasal bir ilişkiye girmemeye özen göstermiştir. Zaten bilindiği üzere Fethullahçılar da AKP kurulana kadar, seçimlerde Ecevit’in DSP’sini desteklemişlerdi.
Fethullahçılar’ın büyük üstatları Said Nursi’nin direktiflerini ikincilleştirip merkeze Fethullah Gülen’i ve fikirlerini koymaları diğer Nurcu gruplarla Fethullah Gülen ve ekibinin yollarını ayırmıştı. Radikal İslamcıların Fethullah Gülen ve ekibiyle olan problemlerinin kökeninde tabii ki Nurcu grupların kendi arasındaki çekişme yatmıyordu.
Fethullah Gülen’in soğuk savaş süresinde kararlı bir antikomünist olması ve soğuk savaşın ardından aldığı Amerikancı tavır, özellikle Kabe baskını esnasında, Arap tarihinin gelmiş geçmiş en şedit anti-Batıcısı olan Cüheyman’a karşı aldığı tavır Türkiyeli Radikal İslamcıların gözünden kaçmamıştı. 11 Eylül sonrasında İslam dünyasına karşı açık bir savaş ilan eden Amerika’nın alışılmadık teveccühü ve koruması, Papa ile Batılı bir devlet başkanının bile kuramayacağı yakın ilişki ve son olarak da gerek İslam’ın ana referanslarına, gerekse Radikal İslam’ın politik algılayışına ters bulunan, Yahudiler ve Hıristiyanlarla diyalog çabası, Fethullah Gülen ve ekibini bütün Radikal İslamcı grupların gözünde hoş olmayan bir konuma düşürmüştü. Garip bir tutumla Fethullah Gülen Amerika, Avrupa veya İsrail’in yıkıcı, uzlaşmaz, silahlı saldırılarına herhangi bir eleştiride bulunmazken, eleştiri oklarını İslam dünyasında Amerika ve İsrail’e karşı en sert politik söylemi barındıran Vahhabi ve Şiilere yöneltmesi, Afganistan işgali, Irak işgali, Hizbullah-İsrail savaşı, Gazze saldırıları gibi dünya Müslümanlarının modern çağdaki en büyük yıkımlarına yol açan durumlarda dahi Amerika ve İsrail politikalarına karşı kayıtsızlığı, Radikal İslamcı çevrelerde bir nefret uyandırmıştı. Bu nefreti perçinleyen önemli noktalardan biriyse cemaatin AKP’nin iktidar sürecinde ekonomik imkan ve birikimlerini birkaç kaç artırmış olmasıydı. Aslında bu ülkedeki zengin Müslüman, fakir Müslüman uçurumunun da tepkisiz kalmayacak aleni göstergelerinden birine dönüşüyordu; çünkü diğer İslamcı gruplar basit dergi ve gazeteler çıkaracak paraları zorlukla bulurlarken Fethullah Gülen ve cemaati, takipçileri milyonları bulan gazete, dergi ve televizyon kanalları, finans, eğitim kurumları, gıda, inşaat, ithalat ihracat firmaları v.s. sahipti. Daha da garibi Radikal İslamcıların sosyal adalet arayışı ve toplumun geneli için sınıfsal uçurumun azami derecede kapandığı model arayışları, kavrayış çabaları aksine Fethullahçılar ekonomik gidişatın sebep olduğu yıkımlara değinmedikleri gibi, AKP’nin ülkede “ekonomik açıdan her şeyin yolunda gittiği” tezini destekleyen medya anlayışlarıyla Radikal İslamcılar gözündeki iticiliklerini artırıyorlardı.
Bu tepkinin gölgesi, Fethullah Gülen ve ekibi AKP ile olan ahbaplığını derinleştirdikçe AKP karizmasının üzerine de çöktü. AKP’nin Fethullahçı grup ve kurumlarla olan açık ve sıcak ilişkisi ve Nakşi kökenli Milli Görüşçülerin zamanla itilip, iktidar nimetlerinin Fethullahçılara sunulması AKP’nin, Radikal İslamcılar gözünde köklerini Batının yıkıcı stratejilerinden alan bir kurum olduğu görüşünü somutlaştırdı ve AKP’nin Türkiyeli Müslümanlar için yapısal bir çözüme kapı açamayacağı inancını pekiştirdi. Fethullahçılar-AKP’liler ilişkisi, AKP’li eski Nakşilerin 28 Şubat tecrübelerine dayanarak, ordunun ve laisist cephenin herhangi bir taarruzuna karşı, sırasında Fethullahçıların hem ABD desteğinden, hem de birçok bürokratik kuruma oturmuş teknokrat potansiyelinden yararlanma refleksi olarak değerlendirebilir. Bu siyasal strateji manevrası belki AKP’nin işine yarıyor ama Fethullah Gülen’e olan antipati de AKP’nin İslamcı taban erozyonuna ivme kazandırıyor.


Radikal İslam ve Sosyal Adalet...

Kentleşme, eğitim düzeyi ve kalitesi, yayıncılık gibi konulardaki ilerlemelerin topluma yansıması, dini bir ritüeller manzumesinden çıkarıp yaşamın tüm alanlarına hakim bir inanç, düşünüş ve yaşam usulü formuna sokan -Batılıların fundamentalizm dediği- kaynaklara dönüş hareketi toplumun İslam algılayışı üzerinde bir çok köklü değişim yaptı ve bu süreç hâlâ devam ediyor. Kuran mealleri, tefsirleri, hadis kitaplarının sayısında artış, internet olanaklarının artışı, tasavvufun ve kurumlarının zaaflarının belirginleşmesi müslüman tabanın dini anlama konusundaki çabasını yeni mecralara sevkediyor. Bu durumu Avrupa’daki reform süreci ile karşılaştırmamamız anakronik bir tutum olacak olsa da, iki sürecin tarihsel benzerlikleri mevcut. Özellikle her geçen gün derinleşen yoksulluğa İslami bir çözüm çabası, Radikal İslamcıların sosyal adalet konusundaki tutumlarını belirginleştiriyor.
Radikal İslamcılar İslam’ın ana referansları olan Kur’an ve Hadislere baktıklarında, özellikle muhafazakar [son on yılda muhafazakar liberal] İslamcılığa, bu çizginin köklerini gelenekten alan ve zenginlere refahı hayır için kullanmayı, yoksula ise züht ve katlanmayı öneren ideolojisiyle tezatlar içeren metinlerle karşılaşıyorlar. Kuran’da Tanrıya iman, ahret, cennet, cehennem, ibadetler, gibi iman meselesine dair soyut konuların ardından özellikle ifade buyurulan konu infak [ihtiyaç fazlası malların muhtaçlarla paylaşılması] meselesi; bu tespit özellikle genç aydınların yeni ekonomik tutumlarında etkisini gösterecek gibi görünüyor.
Hz. Muhammed birçok sözünde infakın İslam toplumunun varlık sebebinin temel unsuru olduğunu ifade etse de, peygamberin vefatıyla doğan siyasal ve sosyal karmaşa döneminde iktidarı ele geçiren Mekke asıllı tüccar sınıfın yönetim ideolojisini kökleştirirken, Emeviler ve Abbasiler döneminde infak, İslamın ana meselelerinden olmaktan çıkıp herhangi, ardıl bir mesele haline geldi. Bu İslam öncesi geleneklerine tekrar dönen İslam toplumunun bu ‘irticaından’ kaynaklanan bir problem olduğu gibi, artık zenginleşmiş ve emperyal özellikler kazanmış Arap-İslam imparatorluğun yönetici sınıfları için makul bir ideoloji olarak belirmişti. Günümüz İslam fıkhının da bu dönemlerde inşa olduğunu göz önüne alırsak, paylaşımcılığa ikincil, salik, bayağı bir yer veren bir din algılayışının günümüze kadar gelmesi doğaldır. Lakin özellikle hilafetin lağvından sonra başlayan ana kaynakçı, fıkıh üstü hareketlerde Seyyid Kutub, Ali Şeriati gibi etkileri hâlâ süren Müslüman ideologlar sosyal adalet ve infak meseleleri üzerine özellikle önemle durdular. Bu yönelim hem Kuran’a artık skolastik dışı aydınlarca yaklaşımıyla ortaya çıkan yeni dinamiklerin, hem de modern Müslüman ideologların üçüncü dünya Müslümanlarının yoksulluğunun nedenleri anlama konusundaki gayretlerinin bir sonucuydu. Radikal akımların etki sahalarını artırıp fıkıh üstü modern algılayışların sivrildiği dönemde, özellikle Soğuk Savaşın ardından, İslam ülkelerindeki sınıfsal uçurumların da kıyıcı bir şekilde derinleşmesiyle, Radikal İslamcı gruplar Sosyal Adalet meselesini birincil meselelerden biri addetmeye başladılar. Türkiyeli Milli Görüşçülerin Adil Düzen ütopyasının sacayaklarından biri de sınıfsal uçurumların dibinde kalmış ve paylaşımcılıktan nasibi alabildiğine azalmış toplum katmanlarına vurgu yapıyordu.
AKP’nin sosyal adalet konusundaki kısırlığının doğurduğu umutsuzluk ve kaçış, Radikal İslamcıların ekonomi ve sosyal güvenlik merkezli sorunlara eğilmesine yol açtı. Öğrenciler arasında sosyal adalet meselesi merkezli okumalar, kalem sahiplerinin bu konuya daha fazla eğilmesi, Radikal İslamcı siyasetçilerin bu konudaki alışkın olmayan beyanatları ve tabii aynı zamanda Türkiye solunun siyasal zaafiyeti, Sosyal Adalet [sosyal demokrasi] problemini siyasal ve toplumsal arenaya taşıtacak grupların Radikal İslamcı gruplar olabileceği izlenimini veriyor. Türkiyeli İslamcılar, ekonomi ve paylaşım sorununa akılcı bir söylem ve yöntemle eğilmenin kendilerine neler kazandıracağının farkında görünüyorlar. Radikal İslamcı sosyal adaletçilik toplumdaki bütün eşitsizlikleri giderecek bir derinlik barındırmasa da, sosyalizmin “dinsizliğinin” ve kaba sekülerizmin tatmin edemediği varoşlara uygun bir dil kullanmasıyla, sosyal adalet bağlamında tabanını genişletme potansiyeline yakın görünüyor.



Alternatif siyasal mecra

Radikal İslamcıların körpe idealizminin bir sonucu olan o kıyasıya eleştiri tutkusu, siyasal bir kuruma angaje olmalarını zorlaştırır; ama Türkiyeli Radikal İslamcıların enerjileri konusunda gösterdikleri ve duyarlılıkları, Arap ülkelerindeki gibi siyaset karşıtı bir tutumdan ziyade siyasal imkanları olabildiğince kullanmak şeklinde tecelli etmiştir. Unutulmaması gerekenlerden biri de 28 Şubat öncesi süreçte fikir dünyalarını salt İslami referanslarla beslemiş olan İslamcıların, o zamandan beri Marksizm’den Hayek Liberalizm’ine dek çeşitli Batılı referanslardan olabildiğince beslenmeleri... 28 Şubat öncesinde Yeşil Kuşak hezeyanlarının etkisiyle kıyasıya düşman oldukları Sosyalizm, Yeni Osmanlıcılığın üzerine eğilmeye mahal bırakmadığı demokrasi, paylaşım, ifade özgürlüğü, gibi meseleler artık İslamcı literatürün bizatihi parçaları. Bu kaynaklara hem başlarına gelenleri yorumlamakta muhtaç oldukları gibi, hem de toplum nezdinde politik konumlarını anlamlandırmak için başvuruyorlar.
Peki bu arayışın kurumsal sonucu olarak karşımıza Saadet Partisi mi çıkıyor? İlk izlenim öyle olsa da, Radikal İslamcı tabanın en büyük endişesi, Milli Görüş ekolünün son durağı olan bu partinin de ‘imkanlara’ kavuştuğu anda AKP tipi bir hayal kırıklığı yaratması. Lakin Radikal İslamcı tabanda gerek AKP’nin miadını yavaş yavaş doldurduğunu düşünenlerin, gerekse siyasal boykotun sadece var olan kaosu derinleştirdiğini düşünenlerin yönelebileceği, bünyesinde İslamcılığı, sosyal talepleri barındıran ve umut vaad eden bir siyasal retoriği olan başka da bir alternatif yok. Daha önemlisi Saadet Partisi Türkiye’de bütün partilerin paylaştığı tarihsel lider ideolojisini korumayı bildiği gibi bu ‘iç’ ideolojiyi ayak bağı olmaktan kurtarıp bir [ya da birkaç] adım ileriye götürmeyi başaran [denenmemiş] genç politikacılara sahip. Özellikle Saadet partisinin yürütücü kurmayları Numan Kurtulmuş, Mukadder Başeğmez ve gerek İslamcıların, gerekse İslamcı taleplere ilgisi olan fikir gruplarının aşinası olduğu, çeşitli süreçlerde dikkat çeken demokratik söylem ve davranışlarıyla önemli bir siyasal karakter haline gelen Mehmet Bekaroğlu, Saadet Partisinin vizyon kalitesini AKP’nin üzerine çıkarıyor. Ülkenin çeşitli bölgelerinde sayıları artan ve söylemleri yalın bir İslami Radikalizm barındıran dernekler artık bazı isteklerin daha yüksek sesle talep edileceğinin işaretini veriyorlar. Radikal İslamcı yazar ve ideologların internet imkanlarıyla fikirlerini geniş gruplara ulaştırmaları, fikir ve politika sanal kurumsallaşmalar, Radikal İslam’ın politik, sosyal bilimsel referanslarının satışı ve paralelindeki tartışmalarda artış önümüzdeki sürecin şekli hakkında ip uçları veriyor. Radikal İslamcılar Türkiye’deki toplumsal apolitizasyonun kurbanı mı olacaklar yoksa 28 Şubat ve sürecindeki tecrübelerden yararlanarak maçın ikinci raundunda siyasetin kurumsal imkanlarını ne kadar kullanacaklar, göreceğiz.
Şu esnada AKP’nin de en büyük endişesi olan iç parçalanma, Türkiye’nin geçmiş on yılındaki siyasal sürece farklı bir ivme kazandıracak güçte. Eğer AKP hükümeti en azından ekonomik reformlar konusunda ANAP-DYP çizgisindeki merkez sağcı ideolojiden bir parça farklı davransaydı yeniden şekillenen Radikal İslamcılığın güçlenmesine bir parça engel olabilirdi. “Davos çıkışına” işaretle bir itiraz yükseltenler olabilecekse de, toplum bu çıkışmanın AKP’nin değil, Tayyip Erdoğan’ın kişisel bir tavrı olduğunu zaten biliyordu; AKP’nin ana sermayesinin Tayyip Erdoğan’ın karizması olduğu bilindiği gibi.
Kitlesel memnuniyetsizlikleri sezen AKP’li kurmaylar yeni kabinede Radikal İslamcı tabana karşı Milli Görüş damarının partilerinde hâlâ [!] aktığını vurgulayan kozmetik yenileştirmeler getirseler de Radikal İslamcılar artık 28 Şubat öncesindeki gibi kozmetik stratejilere kanacak kadar birikimsiz görünmüyor.



Kaynaklar:
Hamid İnayet, Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1988
Bernard Lewis, İslam’ın Siyasal Söylemi, Phoenix Yayınları, Ankara, 2007
Seyyid Kutup, İslam’da Sosyal Adalet, Aslan yayınları, 1991
Ali Şeriati, Marksizm ve Diğer Batı Düşünceleri, Bir Yayıncılık, İstanbul, 1985
Abdullah Manaz, Dünyada ve Türkiye’de Siyasal İslamcılık, Ayraç Yay. Ankara, 2005
Davut Dursun, Ortadoğu Neresi?, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995
Editör Richard Tapper, Çağdaş Türkiye’de İslam, Sarmal Yayınları, İstanbul 1993
AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu, Hz. Bülent Duru, İlhan Uzgel, Phoenix Yay, Ankara 2008
www.aliseriati.com
www.muslumansol.com

(Bu yazı Sosyalist Birikim Dergisinin Temmuz 2009 sayısında yayımlanmıştır)

mail&msn: sokakfilozofu06@hotmail.com, ozkansahin97@gmail.com