Wednesday, September 25, 2013

ÇARE










ÇARE


Çay içemiyorum artık, yasak! Başıboş masaların hepsine düşmanım artık Defterlerim kayıp Tarihin bütün kanlarındaki nemi kaptım Her yer alev alev deniz be en güzelim, Her ada bir kıyametin dikenli noktacığı Nuh oldum, Ve hep dışlandım Timsahların tütünkolik olduğu bu bordo köyde Sana Çaresizliklerimden bir gemi yaptım...
Bu dalgalar Lanetidir sinsi sessizliklerin Kimbilir hangi Mezardan aşırık bu kemikten direkler Seyir defterleri karman çorman yıldıznameler Bilirsin sen Her aydınlık ilk adımı mavi fırtınaların Yılmadım, yüreğime taaruzdayken elmas kıymıklar Gemimin yelkenine elif elif adını yazdım...
Benliğim Alt tarafı aksak ayak bir yetim Bu enginlerin hışmına nasıl dayansın gemim Heybemde sadeliğim ve de bir avuç buğday Gayyalara bir sefer intihar sayılsa da Ben bütün benliğimi senin çarene sattım

BEDEN




Kimi insanlar 
Ki
Sözleri bakışları kavrayışları
Onlar adeta ışıktan bir dev
Kimi insanlar 
Ki 
Kıl ten ve kirli soluklar
Ve onlar ve onlar
Ve sadece bedenler…


Saturday, July 27, 2013

YURTDIŞINDA ÖDÜL ALAN TÜRK SANATÇILAR ÜZERİNE YAPILAN SÖYLEŞİ

YURTDIŞINDA ÖDÜL ALAN TÜRK SANATÇILAR ÜZERİNE YAPILAN SÖYLEŞİ



Hüseyin Arslan'ın Özkan Şahin ile söyleşisi



-Çeşitli sanatçılarınız Batılı ülkelerde çok ciddi ödüller aldılar ve bu yazarların ve ödüllerin sayılarının artacağı da bir malum. Peki bu sanatçıları ve eserlerini Batı gözünde seçkin kılan nedir?

-         Öncelikle şunu söyleyeyim bu sanatçılar hakkında Türkiye’de yapılan olumsuz eleştirilerin birçoğu Türkiye’de eleştirmenliğin nasıl çetrefilli bir basmakalıpçılık ve nasıl garip bir sanatsal duvar olduğunu gösteriyor. Siyonistlerin Filistin sınırına ördürdükleri duvardan bile daha yüksek ve kalın bir duvar. Eleştirmen dediğimiz bu adamlara şiirlerimizi, öykülerimizi, belgesellerimizi, kısa filmlerimizi gönderiyor, birçoğu yayıncılık bünyesinde çalışan bu insanların insafında eserlerimizi insanlara ulaştırmaya çalışıyoruz. Türkiye’de nitelikli sanatçının maalesef nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğunu bilelim, bu bir kadersizlik. Orhan Pamuk, Elif Şafak veya Nuri Bilge gibi adamların bu eleştirmenlere cevap vermeye tenezzül etmemeleri belki de giriştikleri tek asil tavır. Konuşmamıza neden böyle başladık bilmiyorum ama her şeyden önce Türk eleştirmeni adam olmalı, değerlendirmesine politikasını, dini kavrayışlarını, felsefesini, idealini elbette katacaktır, görüş zaten bunların etrafında ruh bulur ama duygusunu katmamalı, bir esere yaklaşmak Nevizade’de şarap şişelerine yaklaşmaya benzemez veya ne bileyim bir eser bir heves değildir. Yazarların, yönetmenlerin eleştirmenlerden fersah fersah daha çalışkan ve duygusuz olduklarını görüyoruz. Sanatçılar eleştirmenlerden çekinmesi gerekirken, eleştirmenler hangi eksikliğimizi yazar ve esere çatarak tatmin edebiliriz havasındalar. Bunu neden böylesi yarı hınçlı bir tavırla söylüyorum siz sormadan açıklayayım. Yurt dışında ödül alan yazar ve eserlerin o kadar çok konuşulacak şeyi var ki? Eserlerinin tarihsel niteliği, toplumla ilişkileri, sunumları, kişilikleri, dilleri, Batı ile hangi ilişkimizi koordine ettikleri, bu çıkarsınımlardan varacağımız nokta ise ülke ve toplumun tarihsel hali ve dahası… Birisi bir roman yazıyor, romandan çok yazarın etnik kökeni konuşuyor, birisi bir film çekiyor, filmden çok o filmden yapımcıların kaç para kazanılacağı tartışılıyor. Bunu bizim gibiler değil, kelli felli adamlar yapıyor, koca koca köşeler kapmış, tuğlamsı kitaplar yazmış adamlar. Sizin sorduğunuz şu soruyu herhangi birine iletebilecek bir eleştirmene rastladınız mı? Her zaman diyorum, bizim geleneğimizde aslında kişi ve konu her zaman ikinci plandadır, birincil olan usuldür, konuya yaklaşım konudan bile daha önemlidir lakin bizler maymunların hayvanat bahçesi yönettiği bir heyulanın çocuklarıyız, fazla yakınmamamız gerek. Biz konumuza dönelim. Soru neydi, özür dilerim.

-         Peki bu sanatçıları ve eserlerini Batı gözünde seçkin kılan nedir?

-         Şöyle bir anımı anlatarak başlayayım! Tahran’dayım, bir gece bir kafede oturuyorum, yaşıtım birkaç tane insanla tanıştım, kalabalık bir grup. Dakikalarca sohbet ettik, konuştuk, yedik içtik, sonunda içlerinden birisi bana dedi ki, bir film çektik, yaklaşık bir ay sonra vizyonlara girecek ve çok umutluyuz, izlemek ister misin? Elbette dedim, Filmi bir USB diskin içine kopyalayıp bana verdi. Gece ayrıldık, otele gittiğimde filmi izlemeye başladım. Muhteşem bir konu, her dakikası sorgu, Dostoyevski romanı gibi, sürükleyici, akıcı. Lakin filmde bir yanlışlık vardı, o da filmdeki kimse İranlıya benzemiyordu. Tipleri, konuşmaları, kaygıları, telaşları… İranlıları ben çok iyi tanıyorum, Tahran’ı da… İranlılar esmer, geniş, geveze, gelenekçi, yüzlerinde garip bir huşu bulunan insanlardır. Tahran’sa kapalı, renkli, her köşesinde devrime dair bir done bulabileceğiniz ve nüfusun büyük çoğunluğunun bahsettiğim insanlardan oluştuğu resmen bir ülkedir. En başta filmdeki kimse İranlıya benzemiyordu, şehir Tahran’a benzemiyordu, kaygılar da İranlı kaygılarına. A Seperation’dan bahsediyorum. Filme adını veren sebep çiftin İran’dan ayrılma konusunda yaşadıkları polemikti ve bu yüzden bir ayrılık doğuyordu. İranlıların aile yapısı bize çok benzer tek bir sebepten dolayı bir karı koca ayrılmaz, ayrılamaz. Film böyle bir Batı yücelişi ile başlıyor, İran’la hiçbir alakası olmayan bir film. Bu film gitti Oscar aldı. Asla bizim eleştirmenlerin dediği gibi “yok efendim bu film İran’ı kötülüyor, bu yüzden gitti ödül aldı” diyemem. Öyle olsa kötüleme konusunda bir adaylık dalı olsa bütün ödülleri alacak olan filmler var. Lakin şunu diyelim, bu filmi çeken objektif İranlı bir objektif değil, bir Batılının objektifi, bir Modernleşmişin objektifi. Mesela film ben gibi bir doğulunun yabancı olduğu bir İran ailesini yazmış, filmdeki Tahran ben gibi bir doğulunun tamamıyla yabancı olduğu bir Tahran. Ben o tavırları çok az İranlı’da gördüm. Yani o film batılıların gözünde Doğu içinde bir yerde Modern bir formu sunduğu, İran gibi bir ülkede Modernizme imkan tanıdığı için mükemmel. Tek sebep bu değil, ama ana sebep bu.

-         Yani Nuri Bilge’nin, Orhan Pamuk’un ya da Elif Şafak’ın eserlerinin ilgi görmesinin sebebi de mi aynı?





-         Öncelikle şunu söyleyelim, bu kişilerin hiç biri tembel, beceriksiz, kötü iş çıkaran insanlar değiller. Hepsinin eserleri çok nitelikli ve bir şekilde geleceğe akacaklar ama bizim derdimiz onların eserlerinin sözlerinden ziyade söylemlerinden, özlerinden bahsetmek. Bu insanlar Avrupalılar gözünde neden gözde! Modernliğe nasıl bir imkan sağlıyorlar? Benim kendi listemde ilk onun üst sıralarında Orhan Pamuk’un Sessiz Ev adlı romanı vardır. Aslında romanları arasında en az tartışılan, popüleritesi az olan bir romandır lakin en çok tartışılması gereken romanıdır. Çünkü roman Selahaddin Darvınoğlu gibi bir karakteri barındırıyor. Osmanlı bakiyesi pozitivist bir aydını ki bu adam Orhan Pamuk için Modern Osmanlı aydınının bir prototipi. Aynı tarihteki örnekleri gibi öylesine cahil, öylesine duygusal, heyecanlı, ahmak ve çalışkan ki elini attığı her şeyi mahvediyor. Hiçbir dirayeti olmayan bir zavallı! Yeni bir toplum, yeni bir ahlak oluşturmak için didinen lakin hakikat ile hiçbir somut bağı olmadığı için ahmaklıkların ve ahlaksızlıkların en bayağılarını gerçekleştiren bir maymun. Darvınoğlu’nun eşi rolündeki ihtiyar kadın ise umutsuz ve bütün yaşamını istemeden bu karakterin tarihine endekslemiş zavallı bir kadın. Aslında Darvınoğulları cinslerinin mahvettiği çaresiz ama omurgalı halkı temsil ediyor bu kadın. Tüm ömrü başına bir evlilik bağı ile bela olmuş bu adamın pisliklerini temizlemek, onun bayağılıklarına katlanmakla geçiyor. Yaşamındaki bütün acı kavşaklarının başrol oyuncusu Darvınoğlu. Torunlar ve torunlardan birisini öldürecek ülkücü delikanlı ise, Darvınoğlu ve onun eşi arasındaki çarpık ilişkinin sonucu olan gençler. Yani halkın Modernizmle kaynaşmış görüngüleri. Bu romanı okuduğumda öylesine heyecanlanmıştım ki etrafımda defalarca bu romanı tartıştım, arkadaşlarıma okuttum, romanın misyoneri kesildim adeta. Bu nasıl bir tarih tasarımıydı ve bu adam koskoca bir tarihi nasıl bu şekilde özetlemişti? O eser Orhan Pamuk’un yerli diyebileceğimiz bir objektifle kendi tarihine baktığı son eseri diyebiliriz, sonrasında usulünü “Kara Kitap” ile geliştirdi. Tam Batının görmek istediği bir anlatım formuna erişti, olgunlaştı, en ciddi tartışma ve eserlerini de bundan sonra edindi zaten. Aynı usul Elif Şafak’ta da Mahrem romanına kadar görünür. İki yazarında bundan sonra yazdığı her metinde ciddi bir Modernizme imkan yaratma çabası görürüz. Ne konular, ne kişiler, ne anlatım, ne söylem, ne ideoloji artık bir yerli dimağın ötesine taşmıştır. Bu anlattığım dönemeçlerden sonra yazarlarımız Türk yazarından ziyade Modern birer yazar haline gelmişlerdir. Mesela “Kar” romanını ele alalım ki en önemli romanıdır Pamuk’un. Neden en önemlidir, ben bu roman ile Nobel’i aldığına inanıyorum. Siz öyle bir Kars tahayyül edebiliyor musunuz? Kars’a gidelim ve notlarımızı alalım, Pamuk’un anlattığı gibi bir Kars’ı anlatmıyor olacağız. Sizce Kars’ta yaşayanlar Pamuk’un romanda diyaloga girdikleri insanlar gibi midirler? Böyle bir Kars ve Karslılık yok. Bu roman Modernizmin Türkiye tipi ülkelerdeki imkanlarının sadece büyük şehirlerde değil, Türkiye’nin taşralarında da işler zeminlerinin olduğunu göstermiştir. Ve romanın konusu İslamcılık! Bu romanla Pamuk İslamcılığın şifrelerini çözmüş ve İslamcı bilinçaltının tüm verilerini öylesine ustaca çözümlemiştir ki? Türkiye’deki tüm İslamcıları bir araya getirin bu anlatının başarısının yüzde beşine ulaşamazlar.

-         Peki ya Elif Şafak?

-         Elif Şafak, Orhan Pamuk’un yaptığını biraz daha acemice yapıyor. En çok satan romanı Aşk’ı ele alalım? Tamamıyla Batılıların havsalasına hitap eden bir Sufizm, bir Mevlana ve Tasavvuf hikâyesi! En garip olanı Elif Şafak’ın romanda tasvire yeltendiği aşk ile Sufilerin algıladığı aşkın başkalığı! Siz romandaki Mevlana ya da Şemsin gerçekten yaşamış olabileceğine inanıyor musunuz? Aşk romanı Türkiye’ye ait bazı ana doneleri Modernizme adapte etme görevi üstlendi. Tasavvuf hakkında yazılan romanlara bakın? Romanların kahramanları hep batılı ve Egzotik bir merakla bir mistisizm arayışına giriyorlar. İslam irfanının kurumlarına mistik birer ayrıntı muamelesi yapıyorlar, Aşkı abideleştiren adamlar batılı mistik meraklara çerez oluyor. Moğol ordusunun yapamadıklarını Modernizme imkan tanıyan bu insanlar yapıyorlar.

-         Ama Batılılarında benzer romanları, çalışmaları var?

-         Anlamamız gereken şu, onlar Batılı oldukları için böyle çalışmalar yapacaklar, başka tip çalışmalar zaten yapamazlar. Garip olan İstanbullu, Konyalı, Ankaralı, Çanakkaleli insanların böylesi usuller böyle bir çalışmaya girişmesi. Tüm çabaları Avrupa ve Amerika’daki Modern yayıncılar, eleştirmenler, gazeteciler benim romanımı, filmimi muhatap aldığında bana ne gibi bir aferin çekecek. Bu insanlar Modernizm’in kompradoru ve tüm zekalarını, emeklerini, çabalarını bu kompradorluk için harcıyorlar. Düşünün, o Modernlerle kaynaşma çabasında olan Türkiyeli elitler İslam’ın tek ordusu olan Yeniçeri ocağını ve o peşinde koştukları aşkın! ocağı olan Bektaşi tekkesini, tüm Melamileri yok ettiler. Modernizm’in kazığını yiyen ilk insanlar bunlardı ve bu kazığı nasıl bir fecaatle yediler hepimiz biliyoruz. Modernizm siyasal bazda tamamen kanıksandığında ilk işlerinden biri o aşkın ocakları olan tekkeleri, dergahları kapatmak oldu. Birçok sufi, ilk modernleşme hamlelerinden itibaren feci şekilde yok edildi. Bakmayın bu konuda Japonlar ve biz dünyanın en karanlık tecrübesine sahibiz. Biz İslam gibi korunaklı bir mağaraya sığındığımızdan direnebiliyoruz, onların öyle bir mağarası olmadı. Modernizm öyle bir beladır ki sizi ya imha eder, ya da bir alay konusu… Size ancak kendi meşru ölçülerinde kendinizi tanımladığınıza varlık ve ifade imkanı verir. Orhan Pamuk ve Elif Şafak gibi edebiyatçıların açmazı romantizmleri olacak. Özellikle Orhan Pamuk’u nostalji tutkusu kötü derecede sarsacak. Elif Şafak ise şahsi çelişkilerini gereğinden fazla edebiyat malzemesi yapma konusundaki direngenliği karizmasını eninde sonunda sarsacaktır. Çok farklı bir eser yazması gerekiyor. Dışarıda tanınan Türkler açısından en şanslısı Nuri Bilge Ceylan.

-         Neden?



-         Nuri Bilge Ceylan’da Uzak filmine kadar eserlerinde yerli görüngülere rastlayabileceğimiz bir sanatçıydı. Uzak Filmi ile İstanbul gibi bir alanda tamamen depresif, çatışmacı, çarpık bir postmodern ilişkiler yumağını Batılılara sundu. Filmdeki İstanbul’a bakın, tanımakta zorlanırız; Paris’in, Londra’nın o renksiz ve kimsesiz içedönükçülüğünü kopyalamıştır sanki yönetmen Uzak filminde. Oysa İstanbul doğulu ve her daim şen şakrak ve karakterleri batılılardan çok çok daha farklı olan bir heyuladır. Ben İstanbul’a kapalı renkli gökkuşağı derim çünkü her zaman geleneğe meydan, ifade tanıyan bir imkan sunar ve ne kadar uğraşsanız da tamamıyla modernleştiremezsiniz. Filmlerdeki ilişkiler, sokaktaki evdeki ilişkilerimize benzemez. İklimler filminde gelenekten zerre iz bulamayız çünkü karakterler de tamamıyla Türkiye’nin modernleşmiş sınıfı, akademisyen ve sanatçılardır. Nuri Bilge bu filmde kendi çevresel krizini Batılılara sunar ve sunumda çokta başarılı olur. Üç maymun filmi tam bir kepazeliktir, bir ihanettir. Bu filmde Nuri Bilge Postmodern çatışmanın ve doğurduğu insansı çarpıklığın Türk avamını –ki avamın gelenekle bir bağı mutlaka vardır- tamamıyla kapsadığını, Türk avamının Modernizmle ilişkisinde koordinasyon kurmakta artık sıkıntı çekmediğini tüm insanlığa gösterir. Bir zamanlar Anadolu filmi de Orhan Pamuk’un Kar romanının muadilidir ve bu film Kırıkkale’deki bozkır insanlarının bile artık postmodernizmi emebilecek bir olgunluğa eriştiğini gösterir. Mesela yıllar önce Almanya’da yaşayan Türk yönetmen Fatih Akın’ın meşhur filmi “Duvara Karşı” Avrupa’da Altın Ayı olmak üzere birçok ödülü alınca çok heyecanlandım. Filmi büyük bir iştahla izledim ki üniversiteyi yeni bitirdiğim, modernite ve imkanları üzerine okumalar yaptığım bir döneme denk geliyor. Bizim için Almaya’da, Avrupa’da, yaşayan Türkler üzerlerinde çok fazla ciddi araştırma ve edebiyat eserleri ile durulmasa da çok önemli bir konudur çünkü Türkiye’de yaşayan hemen hemen herkesin bazı yakın akrabaları bu Türklerdir. Bu Türkler açısından en büyük sorun Avrupalılaşma, bu Türklerin üzerine incelemeler yapan, onların sosyal hareketlerini gözlemleyen Avrupalı bilim adamları ve politikacılar için de en büyük sorun bu Türklerin entegrasyonudur. Avrupalı bir Türk’ün Anadolu geleneği ile mutlaka bir bağı vardır, Avrupalılaşmaya karşı bütün imkanlara set çekmiş bir aile yapısı, gelenekten uzaklaşmanın oluşturacağı çarpıklıkların farkında olan çaresiz işçiler ve entegre olun diye başlarının etini yiyen politikacılar ve medya mensupları. Fatih Akın bu cendere içerisindeki insanların ahvalini basit bir pornocu Türk kızını başrole koyarak ve istisna bile olması zor bir kurgu üzerinden usta bir yönetmenlikle Avrupa’ya sundu. Avrupa’nın hayalindeki Avrupalılaşmış Türk insanı, Avrupa için ideal Türk insanı prototipini ustaca anlattı. Ayrıca gelenekçi işçilerin çocuklarının Avrupa modernliği için nasıl zeminler haline geldiğini muhteşem bir sanatsal dille tüm dünyaya gösterdi. Almadık ödül bırakmadı, dünyanın sayılı yönetmenleri arasına girdi. Türkiye’deki medya ise bir Türk! Yönetmenin Avrupalılarca! Nasıl teveccühle anıldığını, ödüllere boğulduğunu öve öve bitiremediler? Film sanatsal değeri çok yüksek olduğu için değil, Modernliğin nasıl bir zeminde tecessüm edebileceğini gösterdiği için muhteşemdi! Değindiğimiz gibi, başrol oyuncusunun seçimi de ayrı bir enstantaneydi. Hani başta eleştirmenlere değindim ya, bize bu filmleri öve öve bitiremeyen ya da filmlerin ardındaki sosyal bilimsel hakikati okuyamayan tipler, zaten Modernizmin mekteplerinde, geleneğe dair hiçbir formu, algıyı, hakikati bilmeden yaşamış tipler. Neye hizmet ettiklerini, neye sahip çıkıp çıkmayacaklarına karar verememiş tipler. Ha bilenleri var mı, istikametleri sabit onlarcası var. Onlar zaten amiyane tabirle şeytanın arka ayağı. Batılı ödül dağıtıcılardan kat kat daha hain tipler.

-         Yani bu insanlar bu eserleri kötü niyetlerle mi hazırlıyorlar?




-         Hayır, ne demek, bir kötü niyete sahip değiller ama kanıksadıkları gerçeği roman ve film şeklinde açığa vuruyorlar. Bu insanların, yani Türk elitinin nasıl bir dünya ve insan tasavvurunu öğrenmemiz için bu eserler en iyi kaynaklar. Batı ve çelişkisi ile olan ilişkimizin aynaları. Batı 11 Eylül’den sonra Türklerden modernliğe imkan yaratmalarını istemedi, daha doğrusu, Batı Türklerden hiçbir zaman Modernlik üretmesini istemedi ama ürettiği Modernliğe Ortadoğu’da hazırlanacak zeminlerin, imkanların Türkler tarafından üretilmesini istedi.

-         Fakat halk bu sanatçı ve eserlerine çok büyük bir ilgi gösteriyor.

-         Bakın bu bir kandırmaca! Halkın bu sanatçılara ilgi göstermesinin sebebi avamlıklarını bastırmak, sanki girift bir kurgu ve güçlü bir dile sahip bu eserlerden anlıyormuş görünerek kendilerini sınıfsal olarak başka bir konumda hissetmek. Bu tip eserlerden anlayan insan sınıfı bellidir. Sonuçta bu kişiler dünyanın en büyük dağıtımcıları ve yayıncıları ile çalışıyorlar ve eserlerinin ticari değeri çok yüksek. Şüphesiz halk kitlelerinin karşılaşmaktan haz aldığı unsurların da olduğu eserler ama unutulmasın ki sanatçılar bu tip eserleri en başta batılı eleştirmenlerin beğenisi için yazar. Hem bakın biz bu eserler kalitesiz ya da ilgi çekmeyecek eserler demedik, bizim derdimiz bu eserlerin tasvirlerindeki ayrıntılara bakmak, şeytan yakalamaya çalışıyoruz.


-         Bir İran filminden bahsettik en başta, mesela Cafer Pehani ve Abbas Kiyarüstemi örnekleri var. Bunlar da bahsettiğiniz örneklerin türevleri midir?

-         Hayır, bu kişiler İran toplumundaki çarpıklıkları ve köşeye sıkışmış insanların öykülerini anlatıyorlar. Bizdeki Zeki Demirkubuz veya Yılmaz Güney örneğindeki gibi. Dert yerli, dil, söylem, kahramanlar, çarpıklık, çözümsüzlük veya çözüm yerli. Onların eserleri ile az önce bahsini ettiğimiz kişilerin eserleri ve usulleri çok farklı. Her aykırılık Modernizme imkan sağlama çabası olarak algılanmamalıdır.

-         Peki son olarak, çözüm olarak ne öneriyorsunuz?

-         Şimdi karşımızdaki bir sorun, Türkiye’de dediğim gibi tartışılmayan, tartışılamayan bir sorun ve önümüzde popülerlik gibi bir bela ile çıkan bir sorun. “Sanatçıların Modernizme İmkan yaratma sorunu?” Bu Türkiye’deki akıl mevzuna dair en büyük sorunlardan biri ki belki de politik-tarihi sorunlar yumağımızdaki karşılığı ve etkisi Kürt sorunu kadar büyük bir sorun. Ve somut bir sorun değil, soyut bir sorun, bir düşünce ve anlam bunalımı sorunu. Dolayısıyla yapmamız gereken tek şey Modernizme tanınan bu imkan ve eserleri eleştirmek, Modernizme imkan tanımayan yeni eserler oluşturmak. Bu eserlere kutsal kitap muamelesi yapan insan yığınlarına bir farkındalık oluşturmak, ne ile karşı karşıya olduklarını anımsatmak.

-         Peki bu o kadar kolay mı?

-         Bu bambaşka bir konuşmanın konusu lakin söylemem gereken tek şey, nicelikle ilgilenecek durumda değiliz, etrafımızda bir yangın var ve bu yangından kaçırmak zorunda olduğumuzu kaçırmak zorundayız. Bizim yegane görevimiz farkındalık oluşturmak. Ne kadar başarılır onu Allah bilir!

-         Teşekkür ediyorum.

-         Ben teşekkür ederim.



Friday, April 19, 2013

POLİTİK ZİNA


Türkiye'de Tasavvuf politika ile ilişkisini somutlaştırdıkça bünyesindeki insan tipi Tasavvufun evirdiği değil, politikanın evirdiği insan tipine dönüştü. Modern çağda Politika -affa sığınarak söylüyorum- Müslüman'ın devlet ile girişeceği bir nevi doktrinel zinaydı ve gerçekten İslami dengelerini korumak zorunda kalan bir Müslüman'ın politikaya yanaşmaması gerekiyordu. Politikaya bir şekilde yanaşmış her hareket bir süre sonra Modernizme reel bir arena sağladı, Modernitenin katalizatörü oldu ve bir zaman sonra elinde ahlakın bir nevi yol tabelası olan İslami Tasavvufi değerlerden ziyade, Politik değerler kaldı. Bugün karşılaşmakta olduğumuz yönetici prototipi elinde sadece politik değerler kalmış bu prototiptir ve gerek İslam-Tasavvuf ile olan ilişkileri, gerek kişisel tarihleri ve gerekse Modernizme sağladıkları imkanla dev kitapların konularıdırlar... Bugün İslam dünyasına karşı bütün bakışlarının politikleşmesi, İslamın ve onun ahlakiliğinin ne söylem ve ne eylemde kendine yer bulamaması, Amerikan ve Avrupa politikalarının İslam dünyasına karşı yürütücü mekanizması haline gelmişlik ve biz Müslüman Sosyal bilimcilerin zamanımızın büyük kısmını bu ilişkilerin niteliğini anlamaya çalışmaktan başka şey düşünmeye fırsat bulamayışımız maalesef Müslüman'ın politika olan çarpık ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Biz Müslümanlar Haşr gününde başımıza işlediğimiz bütün günahlardan daha çok bela açacak Bu Politika Zinasına karşı elimizden geldiğince Vurdumduymaz, Yobaz, Mürteci ve kaçışkan olmalıyız. Çünkü bir değerler dini olan İslam, Bir değersizlik üretme ve değersizleştirme mekanizması olan Politikadan olabildiğince kaçınmalıyız. Üstadımızın belirttiği gibi Şeytandan ve Siyasetten Allah'a sığınırız...

Friday, March 29, 2013

ASKERİN TÜRKÜSÜ






Sana kendi kanımdan kuşlar yapacağım
sana sevdiceğime
Kanımı barut dumanlarına desenler edeceğime
kuşlarımı hülyalarına uçuracağım


Sana feryadımdan rüzgarlar salacağım
Sana kelebeğime
bir şarapnel parçası fırlarken göbeğime
her sabah umudunda ben olacağım

Sana kendi etimden balıklar tutacağım
sana yarime
öpecekler kaygılarını benim yerime
Mezarımda seni böyle avutacağım


Thursday, February 14, 2013

TÜRKİYE'DE SOL VE İSLAM İLİŞKİSİ ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ




@sokakfilozofu
http://www.tasfiyedergisi.com/direnen-edebiyat/?p=4240

Hint asıllı Müslüman araştırmacı Mustafa Abu Sharik, Türkiye ve İslamcılık uzmanı… Boston Üniversitesindeki görevinin ardından Mumbai de bağımsız gazeteci olarak görevine devam ediyor.
Sharik’in, tarihçi ve araştırmacı yazar Özkan Şahin’le Türkiye’de sol ve İslam ilişkisi üzerine yaptığı söyleşiyi ilginize sunuyoruz:

-Türkiye’de sol ile İslam arasında bir problem mi var? Sol ve İslam birbirlerine benzer ortak söylem ve arayışlara sahipken, bu ayrılık, daha doğrusu bu karşıtlığın sebebi nedir?

-Bu tip meselelerde konuşmanın zorluğu konuştuğumuz kavramların herhangi kavramlar olmayışından kaynaklanıyor. Biz bunun farkında olarak çeşitli cevaplar verebiliriz ama önce şunu açıklayalım. İslam bir din, Sol ise genelde Marksizm merkezli ideolojileri bir araya toplamış bir ideolojik yelpaze ve gerek sol’un gerekse İslam’ın çeşitli varyasyonları var. Elbette gerek İslam ve gerekse sol benzer gayelere sahipler. İkisi de özünde ezilen yığınların, sadece ezilmekle kalmayan, bilincini, tarihini, estetiğini, kaynaklarını kendileri aleyhine kullanan ezenlerin, şeytanların tahakkümünden kurtulmak için hareket ediyor. İkisi de insana azgınlığı değil terbiyeyi salık veriyor ve yeryüzünde insan unsuruna karşı girişilmiş her türlü bozgunculuğu alçaklık, günah sayıyorlar. Ekoloji meselesinde, toplum ve yeryüzü kaynaklarının kullanımları konusunda, sanata yaklaşımda birbirlerine çok yakın, hatta aynı söylemlere sahipler. Bu kadar benzerliğe rağmen neden aralarında ciddi bir uyuşmazlık var sorusu bu yüzden önemli bir soru. Dediğim gibi İslam bir din, gayesi felsefeden ekonomiye, sanattan siyasete, kısaca hayata hükmetmek; müminlerine alternatif dahi düşündürmeyecek ölçüde kâmil bir hayat tarzı oluşturmak. Allah, doğa, insan, para, politika… İslam’ın varlık sebebi insan ile saydıklarım arasındaki iletişimi sağlamak ve insanı Allah’ın hoşnutluğunu kazanmış bir birey, bir kul haline getirmek. Bu kulluğun merkezinde de Allah’ın sözünden çıkmamak temel esas. En büyük ayrım burada başlıyor. Sol seküler bir yelpaze olarak din ve Allah’ı yaşam alanına sokmak istemiyor, insan ve onun özünün dünyayı, doğayı ve daha önemlisi gelecek nesilleri şekillendirebilecek yetkinlikte görüyor. Solun bu negatif münasebeti sadece İslam’la değil, solun dinle zoraki ilişkisi bu. Hıristiyanlık ve Budizm ile olan ilişkisi de böyle, lakin tabii ki Sol’un iletişim kuracağı dininin de solla ilişkisi açısından önemi büyük. Mesela sol İslam ve Musevilik ile kuramayacağı birçok ilişkiyi Budizm ya da Hıristiyanlık ile kurabilir. Avrupa’da –Özellikle Protestan Kuzey Avrupa’da- dindar solcuların olmasının ve hatta bunların sayısının azımsanmayacak olmasının sebebi budur.

-Peki neden? Hıristiyanlıkla kurulabilen iletişim ve dirsek teması Yahudi ve Müslümanlarla kurulamıyor?
 
- Bunun makro sebepleri olsa da asıl sebebi bu dinlerin birer Şeriat sahibi olması. İki dinin de insan ve yaşamına bütün noktalarda müdahale eden bir yapısı var. Nasıl yürümeniz gerektiğinden, neler yememeniz gerektiğine, nasıl harcama yapmanız gerektiğinden, kimlerle arkadaşlık kuracağınıza kadar… Budizm ve Hıristiyanlık İslam ve Yahudiliğe göre birer ahlak dini. Onlar sadece bireyin ahlaki kemalâtının peşinde… Oysa İslam ve Yahudilik ahlaklarının yeryüzünde toplumlar tarafından inşasının da peşinde ve bunu da ahlakın şeklini, sınırlarını, kısaca niteliğini belirleyerek gerçekleştiriyor. İslam ve Yahudiliğin Hükümdar peygamberlere, diğer dinlerin ise zahit, derviş peygamberlere sahip olması gerçeğinin tarihe yansıması bu. Hz. Musa Firavunla savaştı, Hz. Süleyman haşmetli bir Kraldı ve Hz. Muhammed hükümdarları devirip yeni bir kentte İslam’ın hükümdarlığını kurdu. Oysa Buda ve İsa hükümdarlara karşı birer zahiddi… Bu bir nevi dinlerin kaderinin birer prototipi. İşte Sol ile olan ilişkinin kökeninde bu kader var. Sol bugün herhangi bir ideoloji ötesi bir konum, kitapsız ve tanrısız bir din. İki dinin yan yana, el ele bir toplumu ıslaha yeltenebileceğini aklınız alıyor mu?

-Türkiye’deki ilişki bu durumun rücusu mu yani?

- Türkiye’nin bu meselede kendine has şartları, koşulları ve sonuçları var. Öncelikle şu soruya cevap verilmeli. Bir Müslüman solcu olamıyor tamam; bir Müslüman sağcı mı olmalı? Cevap tabii ki de hayır! Hatta şunu diyeyim, bir Müslüman mutlaka iki kamptan birini seçecekse de solu seçmelidir.

-Neden?

- Nedenden önce şunu açayım. Türkiye’de temel açmaz Müslüman insanların devletin ve ardından da toplumun sekülerleşmesi sürecinde başlarına ne geldiğini anlayamamaları. Bu anlamsızlık, bu anlam bulanıklığı onları maalesef sağ’ın kucağına attı. İslam’ın insan, toplum, politika tasavvurlarına hâkim olmayan geniş insan ve hatta aydın yığınları seküler devletin “içtimai mefkureciliğinin” donelerini İslam geleneğinin bir parçası gibi algılamak zorunda kaldılar. Bu aslında bir nevi gâvura kızıp oruç bozmaydı. Laiklerin pozitivizmi ve Komünistlerin ana propaganda malzemeleri olan ateistliği Müslümanları bu bahsini ettiğimiz sekülerlerin önemsemediği, ikincil kıldığı, yadırgadığı her türlü kavramın toplamından bir ideoloji üretmeye itti. Türk sağına bakın bu özensizliği, bu içi doldurulamamışlığı koskoca bir tarihsel bulanıklık olarak görürsünüz. Türk sağının bir Müslüman gözünde seçilebilir olmasının başlıca sebebi vardır, o da sağın İslam ve değerlerine karşı saldırgan olmaması, hatta çoğu zaman korumacı bir tutumla yaklaşmasıdır.

-Peki, bu bir sebep bu kadar tarihsel bir önem arz eder mi?

-Sağ ne adaletçi yaklaşımlar göstermiştir, ne dış politikada bir bağımsızlık fikrine ve duruşuna sahiptir,  ne ülkenin ve toplumun tarihselleşmiş problemlerine bir çözüm sunabilmiştir ve ne de insan kaynağı olan Müslümanların açmazlarına anahtar uydurabilmiştir; lakin popülerdir ve popüler olacaktır. Çünkü din insanın onurudur, inançlı insan bunu böyle algılar ve dine gerçek bir kutsiyet atfederler. Din insanın bütün yaralarının merhemi, yaratıcısı ile arasında bir iletişim kablosu, değerli kıldığı her şeyin doğduğu odaktır. İnsan tabii ki ideolojik seçimini böylesi önem atfettiği bir değer üzerinden yapacaktır. Dini olmayanlar maalesef bunu anlayamazlar. Türkiye’deki solcuların da anlamadığı budur. Daha ileri gideyim. Aslında sol ve sağın toplumla ilişkisi hastalıklı bir ilişki. Bu hastalıkların temel sebebi de iki hareketin de toplumun tarihsel süreçte gelişen ihtiyaçları merkezinde gelişmemiş olması. Etrafımızdaki ülkeler için de böyle. Osmanlı bakiyesi olmanın bir tezahürü. Önce Modernleşmenin siyasal kavramları ile bir karmaşaya düşen ve gerçek ile hayal arasındaki dengeyi kuramayan Osmanlı aydınlarının krizi… Türkiye Cumhuriyet’ine Osmanlıdan kalan en kara miras olan bu kriz, ardından 27 Mayıstan sonra oluşan kentleşmenin doğurduğu bulanıklıkla çıkan ve çözüm ihtiyacından ziyade heyecan ve ütopya ile sahiplenilmiş ideolojiler. Yani Modernliğin çöpe attığı kavramlarla, krizlerle toplum kurguları edinmiş aydın gruplarından bahsediyoruz. Bu çetrefilli süreçler sağcılara ve solculara maskeler hediye etti. Sağcıların maskelerini kaldırdığımızda derin ve umarsız bir münafıklık, solcuların maskelerini kaldırdığımızda ise belirgin, baskın ve azgın bir değersizlik görüyoruz. Ben gerek öğrencilik dönemimde gerekse sonrasında sol literatürün Türkiye’deki hemen hemen bütün yayınlarını okudum, ailem ve arkadaşlarım içindeki solcularla tartıştım. Benim gibi bir Müslüman için dikkate alınabilecek iki tane aydın gördüm. İlki Hikmet Kıvılcımlı… O eserlerinde din kavramının, İslam’ın önemine dikkat çekiyor, dinin yadsınarak, dindarların hiçe sayılarak Türkiye’de sosyalizmin ciddi bir yol alamayacağından bahsediyordu. Bir dindar, bir Müslüman değildi ama en azından İslam karşıtı, İslam düşmanı bir pozisyonu yoktu. Diğeri ise Fikret Başkaya… Çok ciddi bir entelektüeldir, popüler olmasa da tek başına neredeyse Türk Sosyalizminin abidesi olmuştur. Türkiye’deki hâkim ideolojiye en ciddi, en kaliteli, en bilimsel usullerle cevap vermiş hâkimlerin bütün kalelerinde fikirleri ile surlar açmıştır. Ne katıldığım toplantılarında ve ne de külliyatında İslam’a ve Müslümanlara hakaretamiz bir tutumuyla karşılaşmadım, hatta saygıdeğer ve pozitif bir tutumla karşılaştım. İki aydın da benim gözümde önemlidir, okunurdur, istişare edilebilirdir, lakin sol, sermayesi olan İslam düşmanlığından sıyrılmak zorundadır, sıyrılmazlarsa da koskoca bir insan denizi içerisinde marjinal çılgınlar olarak kalmaya devam ederler.

-Yani –sorumu yanlış anlamayacağınızı biliyorum ama bu şekilde sormak istiyorum- Sol, İslam’ı siyasal söylemini güçlendirmek ve demografik gücünü artırmak için mi kullansın?

-Bu harika bir soru. Bakın İslam kimsenin kullanamayacağı kadar köklü, gelenek sahibi şimdiye dair sağ ve soldan daha güçlü bir söyleme sahip bir din. Tekrar ediyorum din. Ama Müslümanlar birçok zaafa sahip uçsuz bucaksız bir insan yığını. Sol dediğimiz yelpaze içerisindeki hareketler ise öyle yabana atılacak, insan ve problemlerine çözümden aciz hareketler değil. Müslümanlar reelde, yani dinlerinin dinamiklerine göre bir kamp seçmek zorunda kalacak olsa ve bunu tarihten bağımsız bir gözle değerlendirecek olsalar tabiî ki kampları sol olmalıdır. Ben kendimi düşünüyorum. Bir Müslüman’ım ve benim, dininin direktiflerinin farkındalığında olan benim sağ ile ne gibi bir ortak paydam olabilir! Ben anti milliyetçi bir adamım, ben sermayenin serbestliği ve denetimsizliğine karşıyım, ben sosyal adalet, kaynakları toplumun istifadesine sunma konusunda devletin katı rolüne inanan biriyim, benim gibi olmayanların hakkına riayet konusunda dirayetli olma mecburiyetinde olan biriyim, ben askerlik karşıtı olmak, emperyal kaygılar için etrafımdaki halklara namlu doğrultulmasına canım pahasına karşı olmak zorunda olan biriyim!  Üniterizmin hiçbir kavramı gözümde değerli değil, yaşamı Allah, adalet ve ahlak üzerine kurulu bir adamın sağ ile ne işi olabilir? Her şeyi ile modern, milliyetçi, üniterliğin bulanık kavramlarını dininin kavramlarından neredeyse üstün tutan, tarih kutsayıcı, dünyevi kaygılar için insan ve onurunu feda edebilen, çatışmacı, diyalog düşmanı sağ ile benim ne işim olabilir? Varlık sebebi ahlak ve adalet olan, ahlak ve adalet hakikatlerine mugayir her şeyle mücadele görevi olan ve eğer ahlak ve adaletin iflası söz konusuysa hiçbir pazarlığa girmeyecek bir adamın ne sağ ile ne işi olabilir? Unutmayalım İslam dinamiklerini maslahat konusu yapan insanlara münafık der, bizler hakikatin savaşçılarıyız. Lakin dediğim gibi ben veya benim gibi birkaç adamın bunların farkında olması yetmez. Sol, İslam’a karşı olan tavrının Sağ’ın temel sermayesi olduğunun farkında olacak.

-Mesela Türkiye’de Sol kitlesel olarak Alevilere ulaşmış durumda, Aleviler de Türkiye’nin solcu insan kitlesi olarak Türkiye’nin tarihinde konumlanmış konumda. Sol Sünni gruplardan insan kazanımları elde edemez mi?

-Edemez… Zaten Sol Alevileri kazanarak elde etmedi. Alevilerin solla ilişkileri çok başka bir konu. Aleviler biliyorsunuz Heteredoks bir dini duruşa sahip. Yani tarihleri boyunca Mana dediğimiz İslam’ın ahlak merkezli iç dinamikleri ile ilgilendiler, din ve ahlak felsefelerini mana ya da öz dedikleri Kur’an ve Ehli Beyt’in ahlak anlayışını düşünce ve yaşamlarına uyarlamaya çalışmak oldu. Dolayısıyla İslam’ın şeriat, yani gündelik uygulama, ibadet ve dini ritüel kanatlarını öz arayışına oranla ikincil plana iterek, tasavvufi bir Caferi kavrayış olarak kaldılar. Bu yapıları onları Şeriatı, zahiri anlama ve uygulamada zayıf insanlar yaparken, manayı ve batını anlama konusunda güçlü insanlar haline getirdi. Dolayısıyla aslında İslami birer düstur da olan hak, adalet, paylaşım, insan ve doğaya saygı gibi düsturlar Alevilerde kitlesel olarak içselleşti. Geçmişte Celali olan bu insanlar şehre gelişle birlikte içsellerindeki söylemi solda buldular ve kitlesel desteklerini sola verdiler. Yani Sol Alevileri elde etmek için bir proje, bir faaliyet, bir girişimde bulunmadı. Aleviler ideolojik özdeşliklerinden dolayı Solu tercih ettiler. Bu tercihte öyle çok ince ayrıntıları ile çerçevelenmiş, şekli, kuralları belirli bir tercih olmadı. Sonuçta onlar da bir geleneğin insanlarıydı ve zamanla Marksizm’in kaba materyalizmi Alevi okumuşları solun önemli karakterlerinden yapsa da avami kitle seküler, sosyal demokrat oluşumların içerisinde etkin olmayan kalabalık bir unsur olarak şekil aldı. Düşünün, Türkiye’deki bu Alevi nüfus olmasa sol, sosyal demokrasi ya da türevleri varlığı demografik değer taşıyan bir kitleden bile mahrum olacaklardı.

-İhsan Eliaçık ve Müslüman Antikapitalistler gibi örnekler görüyoruz Türkiye’de. Bunlar Müslümanlar arasında yeni bir sol algı oluşturabilirler mi?

-Hoş, düşünen, hakikat peşinde insanlar lakin konjonktürün doğurduğu hareketlerden birisi. Bu tip hareketler var, gelecek dönemlerde de göreceğiz. Bir kök oluşturmaları imkânsız çünkü İslam geleneğinden beslenen hareketler değiller, daha çok İslam’ın modern yorumları diyelim bunlara. Ak Parti ile doğan müsrif sağcı-İslamcı sınıfın aşırılıklarına karşı doğan bir sert hareket olarak görebiliriz bunları. Bu tip aydın ve hareketler kimi Müslümanların bilinçaltında sağın ve sağcılığın ne menem bir şey olduğuna dair sezgilerin olduğunun kanıtı, yeterli değil ama olsun. Benim korkum başka… Refah Partisi aslında Müslümanlar için kimi yönleri ile çarpık da olsa sol bir deneyimdi. Sonuçta adaletçi bir söylemi vardı, uluslar arası emperyalizme, Avrupamerkezciliğe karşıydı, işçi haklarından, kapitalizmin sebep olduğu çöküşlere ciddi eleştiriler getiren ve bu eleştirilerini de benimsemiş bir hareketti. Hatta belki çok eleştirilebilir bir cümle kuracağım ama Türkiye’de etken alan oluşturabilmiş tek sosyal demokrat hareketti. Şehirleşmenin tamamladığı, inançlı ve kimsesiz insan kitlelerinin kimsesiz kaldığı, bir karakter arayan Türk avamının birçok ihtiyacına karşılık veren bir söyleme sahipti ve iktidarda olduğu dönemde de bu söylemi uygulamaya girişti, bu yüzden de 28 Şubat kayasına çarptı. Hepimiz için kötü olanı, Sermayeciliğin çarklarında ahlakları ezilmemiş o güzel saf yığınlar şimdi içlerinde mantar gibi sermaye öbekleri bitirdiler ve bugün eski devrimci sayılabilecek söylemlerinin yerinde artık restore olmuş, Amerikan liberalizminin değerleri ile kaynaşmış ve eski insan merkezlikten uzak bir yeni sağ anlayış var. Bu sağ anlayış bütün değerleri kullanmada gün geçtikçe ustalaşıyor. İslam, demokrasi, bireysel özgürlük, serbest piyasa, uluslar arası çıkarlar. Ve daha kötüsü yeni sağ, dünyevi her başarıyı uhrevi bir kazanç, tanrısal bir hediye olarak algılıyor. İslam’ın Müslümanları en ciddi şekilde uyardığı yanılsama… Artık İslam’ın düşman olduğu her şeyi ciddi bir estetikle sağa angaje eden bir yapı var ve bununla mücadelenin tek yolu İslam’ın öz değerleri ve geleneğine sahip çıkmak. Daha da kötüsü sol gün geçtikçe kan kaybediyor, Türkiye’deki köksüzlüğü onun kitlelerle münasebet gücünü öldürüyor, bitiriyor. Hala kısır çatışmalar ve küçük, mikro başarıları ekim devrimi sanma zaafları. Korkarım ilerleyen yıllarda Türk solunu da bizim gibi üç beş tane Müslüman hizaya çekecek. Lakin tabiî ki Marksistleşerek değil, modernleşerek değil. Mesela kardeşlerim kendilerine “Antikapitalist Müslüman” diyorlar. Müslüman bu değildir ki! Müslüman Modernizmin bütün kahırlarına düşmandır, Müslüman dünyevilik düşmanıdır. Bizlerin kaygısı insanın ve onurunun bütün dünyevi değerlerden üstünlüğünü hatırlatmak. Bunu da peygamberimiz ve onun mübarek ailesi ve yol arkadaşlarından aldığımız mirasla, gelenekle gerçekleştirebiliriz. Sağcılıkla mücadele edeceğiz diye yeni sağcılıklar oluşturup başımıza bela almamalıyız.

-Peki, bu süreçte Türk Solundan çeşitli gruplarla temas ve iletişim olmalı mı?

-Türk solunun tarihinden istifade etmeye Müslümanların ihtiyacı var. Birçok konuda benzer fikirleri olan insan gruplarının, benzer tarihleri, benzer açmazları, benzer krizleri veya benzer kazanımları olacaktır. Biz Müslümanların demografik bir gücü oldu ve bu da Türkiyeli hâkimlerin bizimle iletişiminde sistem gözetmelerine neden oldu, solculara yaklaştıkları vahşilikte bizlere yaklaşamadılar. Bizim Diyarbakır gibi bir deneyimimiz olmadı, biz burjuvazinin hep gülen, estetikçi, sanatçı yüzünü gördük. Mamaklardaki, metrislerdeki yüzle karşılaşmamamız demek, karşılaşmayacağımız manasına gelmez. Ha bizim içimizden hâkimlerin başına bela olmuş abide adamlar da çıkmadı, asıl derdimiz bu. İslamcının modernizmle olan krizi Müslüman yığınların belası oldu. Kaynayan bir dünya var karşımızda ve düşmanlarımız çok güçlü. Ama bizler de Allah’ın bizim yanımızda oluşunun farkındayız. Ve rahmete talip olduğumuzun ve kötünün safında olmadığımızın da farkındayız. İşi sadece sol gruplarla ideolojik iletişim ya da işi sadece antikapitalizm formunda tutamayız. Bizler Müslümanlar olarak zaten solcuyuz. Ha bu tartışılır, kimileri diyor ki biz sol ve sağın üstünde bambaşka bir format ve formasyonuz. Konuşulur. Lakin sağcı değiliz ve olmamalıyız, bu tartışmasızdır ve bunun farkındalığı bile bazı taşların yerinden oynamasına yeter. Şu da unutulmamalı ki bizim gibi insanlar salt politik bir dürtüyle hareket etmez, biz her şeyden önce Allah’a vereceğimiz hesabı düşünerek kendine konum kılan adamlarız. Ne yapalım yani, bir koyup üç alacağız diye din kardeşlerimize, mazlumlara, ezilenlere karşı savaşlarda şeytanların peşine mi takılalım. Zamanında Viyana kapılarını döven adamların torunlarıyız diye Kongo’daki, Somali deki kardeşlerimizin barış gücü mü olalım? 6. Filoya dönük namaz kılan dindaşlarımızın (!), Suriye’de cami bombalayan dindaşlarımızın (!) alnındaki leke sadece alınlarında kalmıyor. Siz Diyarbakır Cezaevi ya da Vietnam savaşın rezaleti hakkında konuşan kaç tane Müslüman okumuşa rastladınız? Bir kişi dahi bu durumlar, bu ahlaksızlıklar ve bu göz yummuşluklar İslam’ın suçu derse işte o zaman karşımıza hesap veremeyeceğimiz sorular çıkar.

twitter: @sokakfilozofu
mail: ozkansahin97@gmail.com
 http://www.tasfiyedergisi.com/direnen-edebiyat/?p=4240

Thursday, January 10, 2013

GRİ VE TURKUVAZ; TAHRAN DEFTERİ (giriş bölümü)




           

 @sokakfilozofu
(Gri ve Turkuvaz, Tahran Defteri adlı kitabımın giriş bölümü)

        İran deyince aklımıza ne gelir? Farsça, hat sanatı, Sonati müziği, çeşitli baharatlarla çeşnilenmiş pilavlar, güzel gözlü insanlar, sıcakkanlılık, kıyasıya bir estetik tutkusu, şairler, hattatlar, nakkaşlar, Serçelerin çağıltısı filmi… Hayır hayır, akla gelecekleri söyleyeyim. Kara çarşaflı, şizoik bakışlı kadın yığınları, kapalı havalı, gri mi gri sokaklar, asık suratlı ve hapsedecek adam arayan kara sakallı mollalar, tiz ve uzun siren sesleri, silindir şapkaları ve yeşil üniformalarıyla koşuşturan askerler, Kızım Olmadan Asla ya da Persepolis filmi. Bu trajikomik kompozisyon birbirleri ile birbirlerinin bile farkında olmadığı kadar çok benzerlik gösteren iki ülkenin asla benzerliklerini aktif ve ilerletici bir potansiyel olarak kullanmamalı için çizildi. Amerikanların, İsraillilerin ve kimi zaman Avrupalıların çizdiği ve iletişim-bilişim imkanları ile geniş insan yığınlarının bilinçaltına çizilmiş bir kompozisyon.
            Ortağım kapalı bir kış günü heyecanla ofise girerek İran’a gidiyoruz diye bağırdığında heyecanlandım. Heyecanımın sebebi elbette ortağımın yerli yersiz kapıldığı yüksek karlılık hayallerinin tutarlılık ihtimali değildi tabi. Heyecanımın kaynağı birkaç günlüğüne bu kompozisyonun bir parçası olabilecek olmamdı. Aslında bu kompozisyonun diyerek ciddi bir hata yapıyorum. Evet, herhangi bir Türk olarak bu kara kompozisyonun sunulmuşluğundan payımı almıştım lakin bir Tarihçi olarak gideceğim yerde nelerle karşılaşabileceğimi az çok tahmin edebiliyordum. Üniversite birinci sınıfta Amin Maalouf’un ünlü romanı Semerkand’ı okuduğumdan beri İran, Mori Masaki’nin Yalınayak Gen adlı animasyonunu izlediğimden beri de Japonya temel ilgi alanlarımdandı. Bu iki ülkeye dair ne bulduysam okumuş, ne bulduysam izlemiş, hatta sahaflardan aldığım ve dilini bilmediğim birçok kitap, dergi ya da benzeri eşyayı da bir gün o dilleri öğrenir de içeriklerini incelerim umudu ile saklamıştım. Tabi İran konusunda Japonya konusunda olduğum gibi şanssız değildim. Elimde çok fazla done vardı ve bu donelerin İran’ı tanıma konusunda benim için nasıl sağlam bir bilgi kaynağı olduğunu gezim esnasında anladım.
            Daha önce ülkemde İran’a dair yayımlanmış birkaç gezi kitabı edinmiş ve incelemiştim. Çoğu klasik gezi kitapları gibi şurada şu var, şu otel şöyle, şu tarihi eserin temaşası, şurada şunu yedik nevinden bilindik ifadeler barındırıyordu. Oysa ben metinlerimin bir tarihçinin haysiyet ve hassasiyetini taşıyan bir derinlik taşımasını istiyorum.  Tabiki yabancı bir ülkede (İran bir Türk için ya da bir İranlı için Türkiye ne kadar yabancı bir ülkedir tartışılır) yaşanılan her türlü heyecan önemlidir ama benim derdim bu ülkelerin ruhunu anlamak. Dağlarının, kentlerinin, kalabalıklarının, şiirlerinin ardındaki, o ülkeyi o ülke yapan özün ne olduğuna dair bir fikir edinmek. Bir ülkeyi sevmek, bir ülkeyi karalamak, bir ülkenin lezzetlerini tatmak çok kolaydır lakin bir ülkeyi anlamak! Bir ülke derken milyonlarca insandan bahsediyoruz, milyonlarca geçmiş ve gelecekten. Bizler oryantalist değiliz ki toplumları global çıkarlar için kullanılabilir hale getirmek için kullanma kılavuzları hazırlayalım. Ülkeleri hakkında yazılmış çoğu kitap birer kullanma kılavuzu olan şair ruhlu ve kimsesiz modern çağ çaresizleriyiz. Bu çaresizliklerin paradoks zincirlerini zedeleme içgüdümüzden belki bu anlama ısrarları. Umarım ısrarlarımız; ya da en azından benim ısrarım bir mana bulur.
            İran’da bulunduğum süre içerisinde birkaç günlük Tebriz ve bir günlük Kum gezimi saymazsak zamanımın tümü Tahran’da geçti. Gezim esnasında çantamdaki küçük deftere yazmaya değer gördüğüm her şeyi yazdım. Bu notların bir kısmını geceleri otele döndüğümde defterin boş sayfalarında geliştirerek temize çeksem de son yazışımda en olgun hallerini buldular. Metinlerimi bir günlük gibi zamansal ayrımlarla bölmedim lakin kronolojiye de dikkat etmezlik yapmadım.  Sonradan gereksizliğine inandığım kimi notları yok saysam da, bir kafede yazdığım bir kısa öykü ve gezim esnasında yine bir kafede yazdığım iki adet şiiri ve birkaç aforizma ile karalamayı da bu şehrin ruhundan beslenmiş metinler olduğundan kitabın içine koydum.

Tuesday, January 01, 2013

POLAT ALEMDAR YA DA PRODÜKSİYON İCAT OLDU MERTLİK BOZULDU



               twitter @sokakfilozofu

Atilla ve Cengiz Han’ın torunlayız; bunu bildiğimden canım toplumumun adalet ararken bile kabarttığı uçarılık, pespaye kabadayılığı ya da sönük şiddet gösterilerini kınamam, tam tersi bana hoş gelir, samimi gelir, genetik derinliklerinde hala o savaş sanatkârı yalın akıllı adamların öfkesini görürüm, sevinirim. İşte derim bozkırlı ayvazlığımız, sarkık bıyıklı, top göbekli aslanlığımız. İşte Çinli ve Lehli kızları mest eden şey! Evet o şey… Basit bir postane binasındaki kırık dökük, kübik sırada işini hızlı yapmayan memura duyulan öfkenin patladığı ya da yaşlılar, öğrenciler ve eli faturalı ev hanımlarıyla dolu bir devlet bankasının mermer koridorlarında “kitlenen bilgisayar sistemine” ayıp sayılmayacak küfürlerle gazaplanırken badem gözlerin dürüldüğü o an. Sonrasında değişmezliğe dair onlarca sitayiş, şikâyet… Ardından denizin çarşaflaşması, sesi en çok çıkan adamın Köroğlu gururu ile etrafa bakınması… Kahramanlarına saygıyla yaslanan banka, postane, otobüs halkı… Hiçbir kitaba girmeyecek kadar cılız olsa da tarihsel bir manzara.
                Bu manzaranın daha literal, daha edebi, daha estetik hallerini o renkli kapakları kılıçlarla, kalkanlarla, atlarla, çöllerle, develerle süslü gazavatnamelerden okurduk. Birkaç kalitesiz film ve birkaç roman, uydurma masallar. Tüm zayıflıklarına rağmen öyle hayranlık duyulasılardı ki. Hani bir söz vardır ya Köroğlu’nun kendi dayak yer namı adam döver diye. O sayfalardaki, o tasvirlerdeki şahsı manevi bizi bizden alırdı. Mızrakları, kılıçları, gürzleri, topuzları bozuk devranlara giren pırlanta çomaklar olurdu. Karşılarında zalim dayanmazdı, nerede mazlum, garip, hakkı yenmiş, aç, açık, yetim varsa, bu adamlar onları kolları arasına alır, o güzelim adaleti, o adamı insan eden adaleti ihdas ederlerdi. Bilinçaltlarımızın en kaslı koltuklarında yer edinmişlerdi. Okullarda öğretmenlerimiz kafası kavuklu saray eli kanlılarını ve boyunbağlı vampir diktatörleri bizlere kahraman diye yutturmaya kalksalar da, beyinlerimize, biz ha doğmadan kazınmış bir şeyler gri duvar yalanlarına meyil vermezi salık verirdi. Bir Öküz Kağan, bir Kür Şad, bir Köroğlu, bir Pir Sultan adı duyar duymaz ‘işte’ derdik ‘bizimkilerden bahsediyorlar’. ‘Ezikliğimizi, yılgınlığımızı, çaresizliğimizi sahiplenecek adamlar geldi işte’. O an Bolu Beyleri, Hızır Paşalar yağmura tutulmuş birer sokak kedisi gibi pespaye, kudretsiz, namsızlaşırdı gözümüzde. Varlıkları zaferdi, insanlıkları bayrak. En garibanları Keloğlandı, Nasreddin Hocaydı. Kelimizin bile gözü padişah sarayıydı, içtiği kuru tarhana olsa da aklında filleri çukurlara doldurmak vardı. Hocamız aksakallı, boz eşekli bir yiğitti ki canı hakikate feda. Kellerimiz saç tohumu merkezlerine, hocalarımız da 657 de tabi hırslarıyla bir mevlüt fazla okuyup kredi kartı asgarisi derdine düşmeden önce böyle yiğitlerimiz vardı işte.            
                Ülkemizdeki bazı entelektüel vatandaşlar toplumların kahramancı kültlerini daima hakir gördüler ve bu onlar için toplumun zavallılığının yalın bir göstergesiydi. Varoluşsal bir düşünce bütünlüğü oluşturamayan geri kalmış kültürler hala kahramanlar üretiyor ve bunlara romantik bir duygusallıkla bağlanıyordu onlara göre. Çaresizliğe, sıkışmışlığa, umutsuzluğa dair en belirgin gösterge… Lakin doktoralarını yaptıkları Amerika’ların Süpermenlerini, böcek adamlarını, kedi avratlarını gözleri görmedi. Alamanların, İtalyanların Gamalı Haçlı Robin Hood ları onlar için modern ilerlemenin basit birer nüvesiydi, kınanmamalıydı. Aklı, bilimi, insan onurunun doruğunu simgeliyordu bu adamlar. Çarpık mı çarpık birer kişiliğe sahiplerdi ama olsun! Oysa zaman gösterdi ki kahramanlık kültü modernliğin ve onun inşa ettiği toplumların bile yok edemeyeceği bir güce sahipti. Açlık, sömürü, katliamlar, evrensel kahırlar devam ettikçe yeni yeni kahramanlar rücu ediyordu. Refah, bollu, düzen kimi diyarların her noktasını kaplasa da, bu diyarlar da kahramansız kalmıyordu. Güzel İnsanlık, bu kocaman yeryüzü ve koca koca milletlerin üç beş tane hanedanlı şizofrene teslim edilmeyeceğini bir yerden seziyordu. Her olumlu veya olumsuz sürecin acılarına dair bir refleksti bu kült ve ürünleri.
Dedelerimizin İtalyan malı fötrler giyip, sakallarına ustura vurarak hamam oğlanına döndükleri günlerde; Komünizm nedir, vatan-millet nedir, devletiydi demokrasisiydi ne menem şeylerdir, bilmediğimizden, ayaklarımız Kore, Kıbrıs yolları, midemiz süt tozu, kafamız bit ilacı, gerdanımız parfüm bilmediğinden, evliyaullahlarımız mebuslara dönüşmediğinden, Hz. Alilerle, Zal oğlu Rüstemlerle, Köroğlularla idare etmedeydik. Hala heyulalarımızdaki cenkler Allah içindi, karılarımızın, bacılarımızın namusu, Urum gavuruna köleleşmemek içindi. Modernite belası kahraman nedir, kahramanlık nedir sorularını henüz cevaplamadığından, hasat nasırıyla paralanmış avuçlarımıza yeni bir tanım tutuşturmadığından kafamız rahattı. Gün geldi; Sevgili milletimiz Cenk Hikayeleri, Hayber Kaleleri alması gereken paralarla, koca sinema salonlarında Cüneyit Filmleri izlemeye başladı o zaman Köroğlu’nun mezarına ilk avuç toprak atıldı. Modernlik kafamızdaki kahraman imajını o iğreti İngiliz sırıtışıyla çarpıtma faaliyetine girişti. Modernlik klasik usulüyle, Türkleri, Japonları, Arapları karikatürize ederek kendilerinden tiksindirirdi ya! Teni tenimize, saçı saçımıza benzemeyen, Arabistanlı Lawrence kılıklı bir adam Briyantinli saçları ve renkli gözleri ile altında etsiz bir sütçü beygiri, elinde yamuk bir kılıç, alacalı, veremli köy gariplerinden müteşekkil papaz elbiseli Urum ordularını doğruyordu. Bizim padişaha kafa tutan kahramanlarımız Fatihlerin, Yavuzların fedaisi bıyıksız şaklabanlara dönüşmüştü. Alnı secdeli, harama uçkur çözmeyen, peygamber aşığı yarı derviş kahramanlarımız artık Rum saraylarında aşk yaşamadık (!) dilber bırakmıyor, bir oturuşta bir testi şarap içiyor, elinden gelince de fazla değil yarım saatte, kırk beş dakikada İznikleri, Bursaları toplu kelimei şahadet törenleri ile Müslüman ediyordu. Tarkan’ımız bacağına dolanan uyuz bir itle, basit bir mağara adamı kıyafeti ile Adriyatik’ten Çin Seddi’ne dünyanın anasını ağlatıyordu. Keloğlan’ımız İstanbul varoşlarına yerleşip iş buluyor, yalı kızlarının peşinde topuk aşındırıyordu. Daha acısı bu milletin Kel Oğlanı porno film çeviriyor, İstanbullu boyalı dilberlerin koynunda tarihini sonlandırıyordu. Allah bize yine acı ki Nasreddin Hocaya banka kurdurup halka yüksek faizili kar payı verdirmedik, Hacıvat’ımızı, Karagöz’ümüzü namusundan edip Şişli ve Merter sokaklarına düşürmedik.
                Şükrümüz sadece bu kadar çünkü Modern kahırlar bütünü öyle bir oynadı ki bu masum dirayetimizle! Kahramanı maymunlaştırma süreci sadece Cüneyit ve Keloğlan filmlerinde kalsa karikatürize birer çarpık eser der bunu da aşardık. Zaman ilerleyip Batılı saygınlarımızın elimize tutuşturduğu vatanı, milleti, hukuku, parlementoyu, siyasi partileri, demokrasiyi suyu kandan ve hamaset dili salyalarından müteşekkil birer tarhanaya dönüştürüp kanmaz bir şekilde içerken bütün tanımlarımızı, hayatın zor yanlarına dair bütün tasarımlarımızı garabetlere dönüştürdük. Darbe darbe sindirdik tank paletindeki tepsilerde önümüze sunulan dikenli özgürlüğü, yeni yeni değerlerimiz oldu, yeni yeni yiğitlerimiz. Halden anlamaz, eli kanlı, her şeyi ile çarpık yiğitler! Köroğlu’nun, Zaloğlu’nun, Kiziroğlu’nun yaşasa peşlerine düşecekleri işkenceci, vatancı, milletçi, en büyük şerefleri insan doğramak, en büyük süsleri kan olan, İtalyan elbiseli, Amerikan cüzdanlı tipler! Yüzlerinde zerre nur olmayan, at hırsızından azcık hallice, eroinman bakışlarıyla artık gökdelenlerle bezenmiş şehirleri haraca kesen tipler. Nerede Bolu Beylerini devirmeye and içen Köroğulları, nerede uyuşturucu baronlarının, altın kolyeli pezevenklerin, kadın tüccarlarının yüzde üç beşleri ile ekmek yiyen, alınları secdeden değil el öpmekten aşınmış bu tipler. Halkın vatanını,  Allah’ın dinini, peygamberin misyonunu kimseye bırakmayan bu tipler! Evet, modern kahramanlarımızdan bahsediyorum. Yaklaşık on yıl önce yüreklerimizden yiğitliği taşırmış Deli Yüreklerimizden ve yıllardır kanallarımızın paylaşamadığı, yedi cihan dağlarına yiğitliğin resmini kazımış Polat Alemdar ve nursuz çetesinden ve türevlerinden.
                Uzun zamandır tarihin kahraman kavramını nasıl bu şekilde evrilttiğini düşünüyorum. Geçenlerde Japon bir tarihçi arkadaşım ile internet üzerinden bu konu hakkında konuşuryorken “Bizim Samuraylarımızın yerini Porno starları aldı” cümlesinin ardından konuya dair ilk düşüncelerim belirginleşti. Zaten kendi tarihimizde bir konunun flulaştığını, işaretlerin kaybolduğunu görünce Japon tarihçilerle konuşurum; onlarla özdeş çelişkilere sahibizdir çünkü. Modernizm iki toplumun onuruylada aynı şekilde oynamış, iki toplumu da aynı şekilde dönüştürmüştür. Onların yiğitleri Porno Starlara, Bizim yiğitlerimiz, Celalilerimiz de eli kanlı mafya babalarına dönüşmüş işte. Defterler açılsa başka neler çıkacak ama kısmet!               
                Peki toplumlar bu dönüşümü neden böylesine alışılmadık bir fanatiklikle benimsemişti? Ahlak vurgunu bu yığınların, Mevlana ve Yunus Emre’nin çocuklarının bu tiplere meyyalliği neredendi?
               
                Türkiye’de şehirleşme, büyük insan yığınlarının kentlere doluşması onların Modernlikle olan alakalarını kabalaştıran süreçti. Şehre gelmeleri ile tüm tarihsel benliklerinden sıyrıldıkları bir mecradaydılar ve bunun geri dönüşü olmayacaktı. Kültürleri, dinleri, inançları terk ettikleri yerelliğe dair birer nostaljik unsur olacaktı ve Keloğlanları, Köroğluları, Yunus Emreleri kent için ayrıksı, yabancı, kent için hiçbir şey ifade etmeyen balçıktan birer doneydi. Bu donelerin hiçbir özelliği şehirde para etmiyordu. Yiğitlik davasının ekmek davası yanında esamesinin bile okunmadığı bu ortamda kahraman ihtiyaçlarını Modern kültürü halka yayma aracı olan Medya karşılayacaktı. Sinema salonları ve aç gözlü prodüktörlerin görevini zamanla televizyon kanalları ve yapımcılar aldı.              
                Bu ihtiyaç önem olarak aslında yiyecek ve taşıt kadar önemli bir ihtiyaçtı çünkü eski köylü yeni şehirliler aşağılık komplekslerini bastırmak zorundalardı. Kendini bu tip adamların varlığı ile güçlü hissetmek, bilinçaltlarındaki kahramanlık güdüsüne bir kılıf bulmak zorundaydı. Muhayyilesindeki güç ve güçlü kavramlarının tanımı için hiç olmazsa görselleşecek kadar somut bir unsura muhtaçlardı çünkü artık edebiyat yapma, edebi eser oluşturma gibi bir yetenekleri, bir olanakları da kalmamıştı. Şehirde karşılaştığı canavar ruhuna ve bu ruhun tahakkümüne karşı çaresizliğin doğuracağı ahlaksızlığı haklı çıkaracak girift ilişkileri tanımlamaya muhtaçtı. Ahlak terk edilen yerele ait bir değer olduğu için ve artık kahramanın ahlaklı olması gibi bir gerekliliği kalmadığından onun içtimai mefkureci değerlere sadakati neo kahramanımıza ahlak olarak yetiyor artıyordu bile. Adil sıfatını hak etmesi için etrafındaki çakal sürüsünü doyurması ve zeki sayılabilmesi için de rakiplerini bir şekilde katakulliye getirip alt etmesi yeterliydi. Kahramanın “savunucu” imajı onu bir koruyucu melek seviyesine çıkarıyordu. Vatanı savunmak için yaptığı tek şey çetesi ile oraya buraya mermi yağdırmaktı, dini savunuyor ama alnı secdeye bir kez bile gelmiyor, üstüne üstlük açık saçık hatunlarla yatıp kalkıyordu ama olsun. Sorunlarını çözmek için şiddetten başka bir yol bilmese de ara sıra kitabın ortasından konuşması yetiyor, onu hikmetinden sual olmaz bir bilgeye çeviriyordu. Gayesine ulaşmak için kumarhane kralları ya da uyuşturucu baronları ile hep el eleydi ama olsun sonuçta vatanı, milleti, dini savunuyordu. Ve garibi ölmüyordu. Yıllar süren bölümler boyunca Ürdün ordusuna muadil miktarda adam öldürmüştü, binlerce çatışmaya girmiş, çetesinden onlarca şehit (!) vermişti ama kendisine bir tane mermi isabet etmiyordu. Yunan tanrısı gibi bir şeydi bu sinekkaydı adamlar. Toplumumuzda böylesi adamlar varken sırtımız yere gelir miydi? Yunan’dan, Ermeni’den neden korkacaktık ki? Uyuşturucu baronlarından, kumarhanecilerden, kaçakçılardan, pezevenklerden çekinmemize ne hacet… Aslanlarımızın kudreti bizi bir şekilde kötülüklerden koruyordu.
                Acı çok acı. Tarihimizin o aslan tavırlı yiğitlerini yerlerine bu adamları koyarak ihanet etmemeliydik. Kahramansız kalmak, tarihin kuytularında birer unutulmuş olarak onları bırakmak, yüz çevirmek ama yerlerine başkasını koymamak, en azından onların nezdinde adımızı haine çıkarmazdı. Kardeşlerim, Polat Alemdar ve türevleri Türkün Modernizmle imtihanının kanserli bilinçaltı. Üzerlerindeki takım elbise aklını kaçırmış, irfanını farelere yem etmiş koca bir millete giydirilmiş deli gömleği. Bu neo kahramanların hiçbir zaman ahlakı olmadı, hiçbir zaman mert bir yüzleri, kahraman bir tarihleri olmadı. Ellerine bir kere kalem almadılar, aldıklarında da pavyon şarkıcılarının bestelemeye tenezzül etmeyecekleri şiirler yazdılar. Nerede bir insan, nerede bir yücelik görseler kurt iştahlarıyla bu güzelliklerin üzerlerine atladılar. Ne İslam, ne insan, ne vatan mücadeleleri oldu. 6 7 Eylül olaylarında Rum kızların ırzına tasallut edip, kaçmaya çabalayan ailelerin bavullarını yağmaladılar… 6. Filoyu protesto edenlere bu gariban toplumun en hürmetli nidaları ile saldırdılar, Zalimliğin babası olan Amerikan Ordusuna karşı Karaköy kevaşelerinin gösterdiği dirayeti göstermediler. Bir tane cami yaptırma dernekleri olmadı, en namlı kumarhaneleri, en namlı hayali ihracat şirketlerini inşa ettiler. Maraş’ta, Çorum’da çoluk çocuğu doğrayanlar bunlardı, gecekondu mahallelerinde bahçelere dalan çocukların ellerine 14 lüleri tutuşturanlar bunlar… Prodüksiyondan olmayan tarihlerinde bir tane garibanın elinden tutmadılar, bir tane mazlumun ekmek veren eli olmadılar. Ne halkçıydılar, ne ulusçuydular, ne de İslamcı. Konu mahallede göz koydukları kız olduğunda halkçı oluyorlardı. Birkaç esnaf haraç vermeyi reddettiğinde Anti Moskof ve ara ara, cumadan cumaya da Müslümanlıkları tutuyordu. Bu zavallı bozkırlıların basit bir siyasi görüşü bile olmadı, olamadı, üretemediler.
                Şimdi, bir de utanmadan, kendi ülkelerini kan gölüne dönüştüren bu kara suratlılar Global kahramanlığa soyundular, İslam beldelerinde erkeklik gösterilerine giriştiler. Güya Irak’ı, Filistin’i kurtardı Polatlarımız, aslanlarımız. Tarihimizin en modern, en kokuşmuş “Cenk Hikayeleri” bunların çektikleri filmler oldu. Erkekliğimizi, zalime düşmanlık bilincimizi bilediğimiz o hikâyelerin yerinde, hiçbir tarihi mesnedi olmayan, olmamış, olmayacak ama bizlere olmuştan beter bir gerçeklikle sunulan sanallıklarla bu sefer zalime olan hıncımızı bilediler. Irakta, Amerikan askerleri kız kardeşlerimizle annelerimizle adaş onlarca kadını canlı yayında kirletti, bunlar koşa koşa alnımızdaki bu lekeyi bomba efektleriyle, oraya buraya zıplayan nursuz figüranlarla kazıdı. İsrail’de adaşımız onlarca insan her gün vahşice katlediliyor, insanlığımızı simgelesinler diye denizlere revan ettiğimiz gemilere dünyanın en profesyonel saldırısı gerçekleşti, gazeteci fotoğrafçı ağabeylerimiz öldü, tam hınçlanıyoruz derken sayın abimiz koşa koşa İsrail kışlalarını bastı. Normalde onlara hizmet için yaratılmış bu süfli timsahlar, asla ve kat’a yanına yanaşamayacakları İsrailli subayları sözüm ona alt edip gönlümüzü ferahlattılar. Şimdi en güncel görevleri dünyanın o en güzel, en yaşanılası ülkesi Suriye’de kahramanlıklarını (!) gösteriyorlar. Gün gelecek “Bolu Beylerine” sadakat adına gösterilen mazlum hedefe karşı başka bir karton yiğitlik, sanal erkeklik gösterecekler. Kahramanlık dediğimiz şeyin ahir zaman çarkları arasında dağılacak, adalete muhtaç, erliğe tutkun o bizi biz yapan tüm bozkırlılığımızı üç tane hainin elinde maymun edeceğiz. Ağaları, Amerikaları, Siyonistleri, Liboşları, Merkez Sağcıları, insanlık defterlerinde ne kadar pislik varsa bu sanal kahramanlıklarla insan derisinden sayfaları temize çekecekler. Kaldırım köşelerine kestane kabuğu birkaç yiğit F tiplerinde, kahvelerde, kurtlu kitapevlerinde olmayacak geleceklerin hayalleriyle kızgınken kimileri utanacak, kimileri de ellerinde çay buharından sararmış birer kumanda bu utançlarla övünecek. Bizim de bu utançla övünmemiz lazım aslında, kafaları fazla kurcalamak boş. Hz. Aliler, Köroğulları, şunlar bunlar basit birer ölü şimdi. Irzı kirletilen kızlarımız esmer tenli birer şişme kadın, Irak’ımız, Suriye’miz aslında bize varlığı inandırılmış birer masal şehri. Ölen yiğitlerimiz odundan, sömürülen kaynaklarımız ottan çöpten başka bir şey değil. Bir gün nükleer namlular bize dönerse de kafaya takmamak gerek. Cüneyit’le Polat’ı birbirlerine monte eder, dünyanın en güçlü ordusunu oluşturur, Cümle Cahanın anasını ağlatırız! Gazavatnamelerimiz gavatnamelere dönüşmüştür ama hayat; bedelsiz bir şey yok şu yalan dünyada…