Wednesday, May 21, 2008

KOYUN SAPIĞI








Üniversite yıllarında samimi bir arkadaşım hafta sonu tatilini geçirmek üzere beni okuduğumuz şehre bir saat uzaklıktaki köyüne davet etmişti. Köyde kaldığımız ilk günün sabahı şaşılası derecede zengin ve lezzetli bir kahvaltının ardından köyün yegâne sosyal mekânı olan kahvehaneye gittik. Hani Eski Türk filmlerindeki köy kahvelerinde izleyiciyi kendine çeken bir cazibe vardır ya, bu kahvede bu cazibenin kırıntısı bile yoktu. Kirli pencerelerin ardında perde vazifesi gören sigara dumanına sinen iğreti ruh dumanın rengini daha da koyulaştırmıştı. Kafalarını üzeri bir sürü nesneyle dolu masalara eğmiş adamlar, içeri giren yabancının kim olduğunu merak etmeyecek kadar umarsızlaşmış, özne, nesne, yüklem ve küfürden oluşan cümlelerle günlerinin en demli dakikalarını yaşıyorlardı. Önlerimizdeki lezzetli kuşburnu oraletlerini içerken içeri yüzünün gözlerine kadar olan kısmını atkısıyla gizlemiş bir adam içeri girdi. Oysa hava bir insanın yüzünü böylesine sıkı sıkıya kapatmasını gerektirecek kadar soğuk değildi. Arkadaşım dirseğiyle omzumu dürterek bu atkılı adamı işaret etti, garip bir tebessümle “şuna iyi bak”, dedi. “İçeri giren adamın adı (lakabı) Batırgan. Şu yeşil çuhalı masada oturan benlinin -adamın minik burnunun kenarında şu oval kara eriklere tıpa tıp benzeyen bir ben vardı- koyununu düzmeye çalışırken yakalandı. Çalışırken demem de hata aslında, yakaladıklarında adam resmen hayvanla iç içeymiş.” Önce adamlara baktım. Bir garip kirpi gezinmeye başladı içimde… İslam hukuku bu yaptıklarını kellelerini keserek cezalandırırsı, Modern hukuk hepsini tımarhaneye tıkarak… Ruhları ise ceza bir yana, bu garip eylemi şakrak bir ironiyle bezemişti, her şeyiyle canlı bir dedikodu, bir mizah malzemesi sunmuştu sosyalitelerine. Yaşamın ellerinde bir avuç bozuk paradan daha değersiz olduğu bu adamlara gülücükler ne yapar, kin ve nefret ne yapar. Düşünceleriniz birkaç kırık oktur alt tarafı, benlikleriyle erişilmez kaleler…
-Batırgan lakabını koyuna yeltendikten sonra mı aldı?
-Hayır, öncesinde de başka bir köyden birinin atına yeltenmişti.
-Tööbeeeee
-Yaaa Töbee, ne sandın oğlum, hemşerilerim garip adamlardır. Allah hepimizi ıslah etsin be Özkan!
Batırgan neredeyse ele ayağa, kaşa göze sahip olacak kadar canlı bir yılışıklıkla benliye yanaştı ve yanağından bir makas almaya çalıştı. Benli az önce kendisini feci şekilde dövmüş kocasının karşısında ilkel bir naz nöbeti geçiren hamur kılıklı bir kadın gibi gönülsüz dursa da, gözlerindeki işvenin kırıtkanlığı bu yakınlaşma çabasından aslında çok hoşnut olduğunu ele veriyordu.
-Yav bah çek get şurda huzurumlan oturuyom!
-Ulaaaaa bah bah ne değerli goyunun varmış la…
Ula yiit adam gonşusunun goyununa yeşillenir mi?
-La başlayacam goyununa ha sen bizim Bahtiyara sulansan ben sana böyle surat mı yaparım
Benli sustu, nazının yettiğini anlamıştı. Batırganın kemikli omzuna açık alnıyla bir kafa attı. Arkadaşım “bak” dedi. “Burası hayat bilgisi kitaplarındaki köyler gibidir. Kimse düşmanlığını uzun süre sürdürmez. Bende gülümsedim ama gülücüğümün özünde yayvan bir keyiften ziyade dağınık bir anlamazlık vardı. Arkadaşıma baktım. Bahtiyar kim dedim. Kim olacak dedi benlinin eşeği! Hayatımda ilk defa bir hayvana yüreğimin tüm şefkati ile sarılmak istedim. Tabiî ki bu isteğim gönülden istenen birçok şey gibi gerçekleşmedi…



Wednesday, May 07, 2008

SAÇMALAMAK







Posta kutusu kâinattaki en gereksiz üç beş eşyadan biridir eğer zaman bir kocakarı huysuzluğuyla beklentilerinize karşı suratını asmaya devam ediyorsa. Global bir dernek kurulmalı posta kutularının doğaya ve insan benliğine verdiği zarara karşı! Elektrik faturası gelmiş. Eskiden böylesine sıcak renkleri, yuvarlak hatları olmazdı bu faturaların. İnsanı irkilten bir karanlıkları, gri ve şekilsiz gökdelenleri andıran donuk desenleri olurdu. Belediye başkanı bıyıkları gibi sırnaşıklardı. Canı cehenneme, borcumun miktarına bile bakmadım buruşturdum attım. Bir tanede zarf, garip isimli bir yayınevinden! Eskiden olsa içlerinde ne var diye sarılırdım. Akıbeti faturanınkinden farklı olmadı. Bir deste reklâm broşürü… Biri halı yıkamacılara, diğerleri kebapçılara ait… Tek tek inceledim üzerlerindeki yalancı resimleri, üstlerindeki soğan kokulu sloganlara daldım. “Damak zevkinizi biz biliriz.” Bizde sizin hasis tüccar ruhunuzu, istediğiniz olmayınca nasıl hayvanlaştığınızı biliriz, pis köy soylular! Hepsini, kutuda karşıma ne çıktıysa buruşturdum yere attım. Bu gidişle buruşturulmuş bıkkınlıkların arasında ve közde pişen koyun popsunun, yeşilbiberin boğucu dumanlarının ağırlığında uyuşa uyuşa öleceğiz. Temizlik firması sahibi taşeronların yanık tenli işçileri ana avrat söverek cesetlerimizi tekmeleyecek, üstünkörü tıkacaklar her birimizi mavi çöp torbalarına. Sonrasında da birer tutam kuş dışkısına dönüşecek varlıklarına kurban olunası zavallı benliklerimiz. İçimizden şanslı olanlar belki de yürekten dilenen bir tesadüf sonucu yaşadığı sokağın kaldırımına düşecek. Aptal bir kuşun midesinde bir tutam bulamaçken bir şey ne kadar yürekten dilenir o ayrı mesele? Neyse, hayırlısı…
Sokak her kar yağışında tedirgindir. Titrer. Sallanan bir direğin titreyişi gibi vurgun ve yardım dilenen bir titreyiş değildir bu. Kocasını aldatmakta olan taşralı bir kadının berrak, bakımsızlığına rağmen diri ve temiz teninde hissettiği karıncalanmayla eriyip akmasına benzetebiliriz bu zevki. O, ihanet ettiği için yüreğine çocukken babasının toprağa çakıp eşeğini bağladığı kazıklardan en paslısını saplamak ister. Ama kentli ellerin hisli dokunuşları, bakımlı dudaklardan süzülen salya kılıklı yaşamdır daha da çok istediği. Tedirgin, kararsız, perişan ama gizliden gizliye mutlu! İşte sokak kara gömülürken aynı böyledir. Ben nasılımdır? Botlarım suyu emmeye başlarken hafif hafif uyuşur diz kapaklarım. Sokak bir yazar itinasıyla izlenesidir. Mahallenin delisi Sait nereden bulmuşsa semiz bir koyun kellesi bulmuş, ete olan azgın açlığının vahşiliği ile kemirmekte! Adeta insan taklidi yapan bir lağım faresi! Üst katımızda oturan tıp fakültesi öğrenci kızın paçaları çamurlanmış. Bir insan güzel oldu mu, taze çilekler gibi çekici, körpe çiçekler gibi taze bir alımlılığa sahipse, çamur bile bir ayrı yakışıyor üzerine. Rüzgâr saçlarımı gözlerimin üzerine yığıyor, ıslak ellerim alnımda… Kaldırımlara yayılmış yumurta kabukları, kömür külleri akmış beyinler gibi renklendirmiş ortalığı. Gazete yumruları kar suyu eme eme hırpalanmakta. Modern kente yakışmaz ki bu manzara. Üşüyorum. Şimdi ceplerimde yeni kavrulmuş sarı leblebi olmalı. Ellerimi, dudaklarımı, karnımın içini kavurmalı. İnsan ne kadar kapmış olursa olsun mutlaka bir sıcaklık arar. Oysa kar usanmadan yağıyor, arabalar kayıyor, ayakkabı tabanlarında paspas hasretleri. Emekli polis, emeksiz komşumuz Fahrettin elleri cebinde ağır ağır derinliğime doğru yaklaşıyor; yazan adamların en duygusal zamanlarında karşılarına bir şekilde tanıdıkları en duygusuz adamlar çıkar, kalem tutan parmakların en hafif çilelerinden biridir bu. Kafamı eğiyorum. İş bulup bulmadığımı soracak. Selam veriyor almıyorum. Soğuk bir selam değil, sıcacık dudaklar yönelmeliydi üşümüş yüz derime şimdi. Şeytan diyor yürü git şu paçaları çamura batmış kızın evine. Bir kahve yapmasını iste… İsteme, emret! Aslında aptaldır kafası matematiğe fazlasıyla çalışan bu kızlar. Karşısına çıkıp, iki cümleyle karşısına diğer çıkanlardan ne kadar deli olduğumu göstersem ya bana âşık olur, ya da katil sanıp polis diye bağırır. İşaret parmağımı dudağına yapıştırıp sustururum. Deli değilim, katil de! Anlar. Darmadağın bir adamsın sen deyip, hadi başını dizlerime koy der. Bana kedi muamelesi yapar. Kokusu burnumdan içeri süzülüp beyin kıvrımlarımın arasına yerleşirken bir timsah olabilmeyi dilerim. İştahlandırır ki beni kokusu, bu yüzden. Bakire bir kız nasıl kokar? En fazla süt kokuyordur, üstüne birazcık ter kokusu elbet, tersiz olur mu hiç. Her gece bir başka yiğidin yokluğunda kendisiyle sevişiyordur. Birazcık tuz kokar, birazcıkta şaşkınlığın masivası sinmiştir bebeksiliğine. Parfümü de vardır ama ucuzlarından. Hani üzerinde hiçbir şey etiket bulunmayan, şirin şişelerde satılanlar var ya, işte onlardan! Parası yok bu aralar, babası iflas etti. Bayan Kuaförü Adnan! Homoseksüel olduğunu iddia ediyordu Emlakçı Hasan. Garip bir ülke ve daha da garip insanları! Nerede kibar, konuşmayı gerçekten bilen ve göz torbalarına bir tutam incelik sığıştırmış erkeğe rastlasalar hemen kimliğine homoluk yaftasını geçirirler. Hani bir ayet vardır ya, onlar nerede bir peygamber görse alay ederler diye… Bunlarda nerede bir yücelik görseler hemen ayaklarının altına alırlar. En kolayı kadını fahişelikle, erkeği yuvarlaklıkla suçlamaktır. Postanenin önünde öğlen mesaisinin başlamasını beklerken yanıma gelen kadın da aynısını yapmıştı. Alt tarafı telefon faturası yatıracaktım, çapkınlık imkânı doğdu. Merkezinde kadınlar bulunan çatlaklıklar en garip zamanda, en beklenmedik yerde dikilir ya erkeklerin karşılarına… Elbette buda onlardan biri. Bakışları onunda, tedirginliği kırkında, bedeniyse otuzundaydı anca! “Ne zaman açılır ki postane?” “Bilmem ki”, dedim “belki bir saat sürer”. Gülümsedi. “O kadar beklenmez, gel bize gidelim birer kahve içeriz”, dedi. “Kek yaptım sabah, ondan da veririm sana.” Gülümsedim, kendimi dünyanın en çocuk orospusu gibi hissettim. “Ne derler genç bir erkekle, senin gibi tatlı bir kadın…” “Ne derlerse desinler, ….mizi, ….. mızı kiraladılar mı sanki?” “Boş ver” dedim, “olmaz öyle şey.” “Sen de erkek misin?” “Kimliğimde öyle yazıyor.” Serçe parmağıyla başparmağını birleştirip, oluşan yuvarlağı gözüme dürttü, “Sen böyle misin?” Gülümsedim, o kadar tatlıydı ki elinden tutup onu parka götürmek istedim. “Ben Müslüman’ım, öyle herkesle yapamam o işi, Allah günah yazar”. “Hım, aptal” dedi, “Allah’ın işi gücü kalmadı da bizim kabahatimizi mi gözleyecek? Hem sen memnunsan, ben memnunsam Allah’ı ne ilgilendirir!” Boynuna sarılasım geldi, yanaklarını ısırasım ama oğluymuşum gibi! “Boş ver” dedim, “bak orada taksiciler var onlara git.” “Onlar öküz gibi adamlar, bir kere yaptın mı tüm mahalleye yayarlar, adım orospuya çıkar”, dedi. “Ya bende yayarsam!” “Senin halinden belli, okumuş adamsın. Öyle aldığın tatla övünmeye muhtaç görünmüyorsun.” “Ne olur git abla, yoksa sana âşık olurum da ikimizi birden taşlarlar.” Gülümsedi. Kafasını sağa sola salladı, “sen öylesin” dedi. Döndü, taksi durağına doğru gitti. Ben tam şu anda taksi durağını ve bu kıytırık anıyı geride bıraktım. Her adımımda biraz daha hamurlaşıyor kar. Şimdi denize bakan bir evin olacak. Denize yığılan lapaları seyredeceksin. Dalgalar birer zenci köle eli olup üzerlerine yağan beyaz noktaları hışımla silkeleyecek. Silkeleyecek silkeleyecek bitiremeyecek. Sinirleri çatlak çığlıklara dönüşecek kimsenin el atmadığı bıkkınıklara dair! Önümdeki sehpada sıcacık simit olacak… Beyaz peynir ve de demli çay, çok şey değil! Günebakan renkli elleriyle çay dolduracak çıtı pıtı hanımım. Sobanın kenarındaki beşikte bir bebek ağlayacak. “Demi iyi mi?” diyecek, ensesinden tutup tüm gücünle alnından öpeceğim. Yaşlı olsun, çirkin olsun, aptal olsun, hatta bir gözü kör, bir ayağı topal olsun. Anlayışsız olmasın yeter. Yüreğimin atışlarını avuçlarında hissetsin, ben de hissedeyim. Daha ne isterim? Ben sararmış kâğıtlara garip şiirler yazarken başıma kakacak şeyleri olmasın. Böyle birisi olursa sıcak suyla, kuru ekmekle de mutlu olunur. Ev sahibi kiraya gelirse barbarlaşırım, korkuturum gözünü. Yeni çıktım derim hapisten, dünyanın korkudan imal en büyük saygısını yerleştirirler göğüs kafeslerine. Evet evet yaparlar, suçlu adamları severler bu insanlar. Aşağılık adamlara karşı garip bir tevazuları vardır, aşağılıklığa karşı da tanımı zor bir teveccühleri. Yozlaşma dediğimiz şey değil mi bu işte. Neyse! Ayaklarım uyuşuyor, diz kapaklarımda karmakarışık bir ağrı. Akşama doğru kalça kemiklerime de sıçrar, geceye doğru belime, uykumun en tatlı yerinde omuzlarıma. Doktor bir nevi eklem romatizması demişti. Umursamadım. Dedem kalp ağrılarını umursamamıştı, babam da yerli yersiz bayılmalarını! Bir cahili boş vermişlik taa doğduğumuz gün boynumuzdan aşağı sarkar bizim, Türkmen olmanın bir özelliği! En aptal özelliğimizde bunla övünüşümüzdür. Belki benim çocuğumda ciğerlerindeki amansız bir kaşıntıyı umursamayacak, belki onun çocuğu da kafatasındaki bir uyuşmayı. Aile mezarlığımızı gölgeleyen koca bir mezar taşı, bir abide yapacaklar. Dünyanın en umursamaz adamlarının ruhuna umursızca bir el fatiha! Altına da devletten maaşlı ve prestiji üçüncü sınıf üniversitelerin damgasını taşıyan belgelerle makbul bir Türk profesörün özsüz sözü. “Umursamayan adamların tek becerdikleri iyi şey, sessiz sakin bir köşede ölmektir. Biz buna umarsızca ölmek deriz.” Umarsızca ölen adamlar umarlıca yaşamazlar elbet. Bana kalsa bir savaşçı gibi ölmeyi istemem zaten. Neden hep savaşarak ölmeyi şeref sayarlar ki, bilmem. Mesela böyle parmakların kopmuş, karnın yarılmış, kendi bağırsaklarının ağır kokusuyla sarhoş oluyorsun. Yüzüne bakanlar acımıyorlar bile, yüzlerindeki tek şey birkaç dakika içinde senin gibi olabilme ihtimalinin endişesi. Ölecekse insan bir kedi gibi, sıcacık bir kucakta ölmeli. Bebekken ölmeli insan annesinin kokusu, yumuşaklığı ve sütlülüğüyle kendisinden geçmişken. Ya da bir buğu gibi ağır ağır süzülerek, teni ferahlatan bir serinliğin gölgesinde. Ama böyle bir havada ölünmez. Sokaktan evlere sızmış telaşı emmeli insan bu havalarda. Bir bahar gününde de ölünmez, her yer cıvıl cıvıl, herkes güleç, alacaklılar bile yumuşak, borçlular bile rahat. Böyle yaşanası mevsimlerde ölünmez. Bir sonbahar gününe, bir Eylül, bir Ekim gününe denk gelmeli son nefes. Of, Kar rüzgârla iyiden iyiye el ele verdi. Telaş bile sokakları terk ediyor. Sıcacık ekmekler hamurlaşırken torbalarda nasılda şen şakrak evlerine yönelmiş herkes.

sokakfilozofu1@blogspot.com


Tuesday, May 06, 2008

Savaşçı çocuklarının baba özlemi








Babamız gelecek
Evet evet mutlaka gelecek
Dorukları beyaz
Etekleri ayaz tepelerin ardından
Işıltısı yüreğimize yansır yansımaz
Sevinçle yerimizden hoplayacağız
Papatyaya dönüşecek şu sipsivri dikenler


Babamız gelecek
Kurtlu, kokmuş, pespaye bir vagonda belki şimdi
Şu demirden çizgiler geveze gökkuşakları
Canı çorba çekmekte, yanında kuru soğan
Ve bizim yanaklarımızı sıcak mı sıcak
Anamızın dudakları ki titrek mi titrek
Babamız gelecek evet vallahi
Görür görmez kucağına atılacağız

Babamız gelecek
Belki elinde bir paket
İçinde uzak diyarların renkleri deste deste
Sırtında bulut kılıklı bir döşek
Bizi görür görmez hepsi yere düşecek
Kanatlaşacak elbette nasırlı ayakları
Bıyıkları bit, pire, özlem ve kan tarlası
Ama olsun
Çıksın da karşımıza yaylaların yalınlığından
Aklar düşmüş sakalını koklayacağız

Geçtiği nehirler çağlayacak saçlarından
On ülkenin toprağına batmıştır ayakları
Omuzlarında koskoca bir tarihin yükü
Gelsin yeter
Bizde onunla birlikte sırtlayacağız



Belki ayağında bir yamuk kütük
Belki bir top parçası kara gözlerindeki
Belki kolu kırılmış
Belki böbrekleri uzak diyar tuzuyla kaplı
Kalmış omzu belki de kan zeminli bir siperde
Gelsin yeter
Bizde yüreğiyle birlikte kanayacağız

Babamız gelecek
Belki arkadaş yasıyla bir garip deli
Adımızı, çilemizi, sesimizi unutmuş
Yakıp göğe savurmuş türkülerini
Dedik ya bir garip deli artık
Ama olsun
Gelirse zaten
Bizde sevinçten delireceğiz


Babamız gelecek
Gelsin de
Kaleme muhtaç etmesin ellerimizi
Gelsin
Nasıl gelirse gelsin
Yeter…