Monday, May 24, 2010

ALİYE KILIÇSALLAYAN'IN SORGUSU


Polis psikologu komiser Şenay Can’ın elindeki plastik tepsinin üzerinde iki bardak kahve vardı. Bardak dediysem şu sıcak içecekleri tuttuğunuzda elinizi yakmayan beyaz, köpüksü bardaklardan; bardakların etrafında ise küçük renkli paketlerde küp şekerler ve plastik karıştırıcılar. Polis psikologları, sorgulayacakları zanlılara, kimi zaman sigara, kahve, çay, bisküvi gibi ikramlarda bulunurlardı. E tabi bunun kaynağı Türk milletinin o yabancı seyyahların anılarında bile sevecenlikle bahsettikleri misafirperverlikleri değildi. Bu basit ikramlar, zanlı ile polis arasında bir iyi niyet bağı kurar, geneli ellerine düştükleri kamu görevlilerinin yapmacık sıcaklıkları karşısında açık olmayı bir borç telakki eden avami muhatapların sorgulamasını kolaylaştırırdı. Elbette bu yöntem konuşma konusunda sorun çıkarmayacağı önceden belli olan kişiler üzerinde uygulanırdı. Konuşmayı pek sevmeyen zanlıları öttürme konusunda polis bir bardak kahve ile yetinmez, duyanların inanamayacağı kadar alışılmadık bir cömertliğe baş vururdu. Ha, zaten Aliye, polise kendisi teslim olmuştu ve içini kanatan pişmanlığın etkisiyle yalana, dolana, çarpıtmaya başvurmaya niyeti yoktu ama Komiser Şenay da eşeğini sağlam kazığa bağlamak istiyordu. Odaya girmeden önce, görüşmenin başlamasını bekleyen polis memurlarına teknik bir sorunun olup olmadığını sordu. Çünkü iki kişinin görüşmesi kameralar ve ses kayıt cihazları ile kayıt altına alınacaktı.

-Merhabalar!

-…

-Masana oturursam bana kızmazsın, değil mi?

-…

-Aliye bana her şeyi tüm samimiyetinle anlatmanı istiyorum, emin ol sana yardımcı olmak için elimden geleni yapacağım. Şubedeki arkadaşlara daha önce ifade vermişsin, başından geçenleri biliyorum ama lütfen bana o sorgulamada anlatmadıklarını da anlat.

-Ama bildiğim her şeyi anlattım ben?

-Biliyorum Aliye. Ben olay olmadan önceki yaşatın hakkında, düşüncelerin hakkında, ailen hakkında bilgi almak istiyorum. Beni bir polis olarak değil… Nasıl desem! Düşün ki bir komşunum bana oturmaya gelmişsin, dertleşiyoruz. Benimde sana anlatacaklarım olur hem, hepimiz insanız, hepimizin dertleri var.

-Yani ailemden, evlenmeden önceki yaşantımdan falan da mı bahsedeyim?

-Tabi ki! Senin de işin yok, benim de, kadın kadına konuşalım. Ben de kötü günler geçiriyorum emin ol. Eşim bir üniversitede hoca, iki senedir sağlık sorunları var, onun nazıyla uğraş dur. Banka kredisiyle bir ev aldık, biraz lükse kaçtık, şimdi benim maaşımın tümü evin taksitlerine gidiyor, babamın alkol sorunu var, annemi üzüyor. Kadınlar çile çekmeye gelmiş bu dünyaya, haksız mıyım?

-Haklısın abla!

-Ne ablası be, o kadar yaşlı mıyım? Şenay benim ismim, bana Şenay de.

-Tamam Şenay.

-Kusura bakma sana sormadan kahve getirdim ama açlığın filan varsa lütfen söyle.

-Yok Şenay, sağolasın.

-Vallahi bak… Çocuklara söyleyeyim bisküvi falan getirsinler.

-Yok, aç değilim. Cezaevinde bana bir şey yaparlar mı?

-Orası devletin gözetiminde bir yer Aliye, kimse kimsenin kılına dokunamaz. Ha sen bir kader kurbanısın, şüphesiz orada yaşayacağın çeşitli zorluklar olacak ama sakın korkma, orası da bir dünya, orada da bir hayatın olacak, oradaki kadınlar da senin çilelerine benzer çileler çekmişler.

-Yok kimileri dedi ki…

-Hep bir şey diyenler yüzünden hata yaparız Aliye, boş ver, salla gitsin, emin ol normal hayatında göremediğin birçok güzelliği orada göreceksin.

-Hiç sorun değil benim için ama ya çocuklarım?

-Çocuklarına devlet bakacak Aliye, hem de Çocuk Esirgeme Kurumu’nda. Bütün masrafları bizatihi devletimizin kendisi tarafından karşılanacak, büluğ çağına eriştiklerinde ise devlet memuru olacaklar.

-Vallahi mi?

-Vallahi!

-Diyeceğim, çocuklarıma Bursa’daki halaları bakıyordu ama yurda vereceklermiş. Endişelendim.

-E neden yalan söyleyeyim, ben de bu devletin bir memuruyum. Hem ben kafamdan konuşmuyorum, yasalarımızda yazılı emirler bunlar. Kimse, istersen başbakan ol, yine de bu yasaların dışına çıkamazsın.

-Anladım.

-Sen bir şeye kafanı takma, güçlü olman gereken bir zamandasın.

-…

-Haksız mıyım?

-Herhalde haklısın?

-Rahmetli kocandan konuşalım biraz olur mu?

-Olur.

-Vehbi ile ne zaman tanıştın?

-Vehbi ile çocukluktan beri tanışırım ki! Vehbi benim dayımın oğludur… Dayımın oğlu dediysem annemin dayısının oğlu ama annemin dayısına ben de dayı derim.

-Çocukken bir arkadaşlık ilişkiniz var mıydı?

-Bizde öyle kızlarla erkekler bir arada oynamazdı, birbirimize karşı çekingen dururduk. Babam da dayımın uzaktan akrabasıydı, annemle babam akrabaydılar zaten. Sık sık görüşürdük.

-Vehbi mi istetti seni?

-Benim ailem okumamıştı ama öyle cahil, çocuklarına baskı yapan bir aile de değildi. Abimi okutmuşlardı, abim ilkokul öğretmenidir Bursa’da. Ben de okumak istiyordum, en azından basit bir işim olsun, insan içine çıkayım, adam gibi, beyefendi bir kocam olsun, insan gibi yaşayıp gideyim istiyordum. Okumak, cehaletten kurtulmak çok önemliydi benim için çünkü akrabalarımızın ilişkilerinden bıkmıştım. Sudan sebepler yüzünden herkes birbirine küser, alacak verecek davaları bitmez, bir kavga çıksa koca koca erkekler kadınların yanında pis pis küfür eder, girişir birbirlerine, kadınlarda sürekli bir dedikodu huyu. Kurtulayım dedim içlerinden.

-E neden okumadın peki?

-Lise son sınıftaydım, üniversite sınavlarına hazırlanıyordum, o sene de abim üçüncü sınıftaydı, Ankara’da okuyordu. Niyetim Ankara’da bir üniversite kazanıp abimle beraber okumaktı. Zaten abim “Ben sana yardımcı olurum.” demişti, sürekli ders çalışıyordum. Annem ev işlerine, çarşıya pazara desteğim olmuyor diye laflanırdı ama okumama da itiraz etmezdi. Babam da kamyon şoförüydü. İstanbul’dan memleketin her yerine mal götürürdü. Çok iyi bir insandı babam, yollarda uzun günler geçirdiği için bütün çocuklarını özler, evde olduğu vakit bir dediğimizi iki etmezdi. Kazancı da kötü sayılmazdı. Birçoğu komşumuz olan akrabalarımıza bakarsak biz çok huzurlu bir aileydik. Ama kader mi desem nazar mı? Babam bir trafik kazasında öldü, kamyonumuz da hurdaya çıktı. Bir anda ailem parasal olarak çok kötü duruma düştü. Az biraz borcu da çıkınca babamın, huzurumuz bir anda bozuldu. Akrabalarımız da elimizden tutmadı, ekmeğe muhtaç bir hale geldik. Abime bile harçlık gönderemiyorduk, hem çalışıp hem okuyordu artık.

-Başka kardeşin var mı?

-Var. Abimden başka iki erkek kardeşim var. Biri Mehmet, biri Gökhan. Mehmet bir lokantada garson olarak çalışıyor, Gökhan ise doksanyedi yılında Hakkari’de şehit oldu.

-Allah rahmet eylesin.

-Amin

-Peki babanın vefatından sonra ne oldu?

-Ben çok güzel bir kızdım, dikkat çekerdim, okulda elime mektup tutuşturan, sokaktan laf atan çok kişi olmuştur ama yaşım daha on altı, evlenmek aklımda bile yok, derdim bir yolunu bulup okumak ama nerde, ekmeği zor buluyoruz, annem küçük kardeşimi bile okuldan alıp işe koymuş. Komşular, akrabalarımız… Abartmıyorum haftada bir talibim haber yollardı, kadınlar her fırsatta annemin ağzını yoklardı. Ben hiç konuşmazdım gelenlerle. Annem de fikrimi sormazdı.

-Sevdiğin biri yok muydu?

-Nerden olsun, okuldan eve, evden okula. Ha hoşlandığım arkadaşlarım oluyordu ama çocukluk işte! Sonradan anladım ki annem bana şöyle eli ekmek tutan zengin bir koca arıyor. En azından kiralarda sürünmeyeyim, ocağım tütsün. Bir de yabancıya gideyim istemiyordu annem. El altında olayım diye yakın bir akrabamızı arzuluyordu. Bu yüzden dayım beni Vehbi’ye isteyince annem hiç itiraz etmedi; hatta mutlu da oldu.

-Vehbi’nin ailesi varlıklı mıydı?

-Varlıklı, yani şöyle. Dayım araba tamircisiydi, kendine ait dükkanı vardı. Arabası vardı, kendine herkesin diline düşecek kadar güzel bir ev yaptırmıştı. Bir evleri daha vardı kirada ki her yerde Vehbi’min dermiş. Her yaz köye gidecek, düğünlerde pahalı takılar takabilecek kadar varlıklılardı. Vehbi de evin tek oğlu olduğu için sonuçta bütün varlıkları, dükkanı, evleri, arabaları ona kalacaktı. Kısa süre sonra nişanlandık, babası Vehbi’yi hemen askere gönderdi gelir gelmez düğünümüz olacaktı.

-Peki hoşlanıyor muydun Vehbi’den?

-Hayır. Yani… Nasıl desem. Ben hep isterdim ki böyle okuyan yazan, beyefendi bir kocam olsun. Temiz olsun, kibar olsun, parası olmasa da olur. İnsanoğlu bir şekilde geçiniyor zaten, babamın vefatından sonraki günlerde açlıktan ölmediysek hiçbir zaman ölmeyiz. Dertse, sıkıntıysa zenginlerde de var. Çirkindi de Vehbi, hem kirliydi. Dişleri sapsarıydı, ağzında hep sigara ve et kokusu olurdu. Ben yüzümü nefesinden sakındıkça nefesini yüzüme verirdi. Böyle kaba saba bir vücudu vardı, elleri taş gibiydi, yemek yerken filan çok kabaydı, görmemiş gibiydi. Kaynanam da biraz şımartmıştı tek çocuk diye. Bir de daha evlenmeden başlamıştı beni hakir görmeye. Sürekli yoksul olduğumuz için bize acıdığını ama evlenince rahata kavuşacağımı söylerdi. Ha, belki bunu ben mutlu olayım diye söylüyordu ama ben üzülüyordum. Zorla istememiştim ki kimseyi.

-Peki annene Vehbi’yi istemediğini söylemedin mi?

-Ben Vehbi’yi istedim ya da istemedim demedim ki! Ben sadece kocam olacak erkekte istediklerimi bulamadım. Evlenmeye mecburdum da, çaresizdim. Seçme hakkım olsa, önümde Vehbi’den daha iyi bir seçim olsa hiç durmazdım belki de. Ama kader diyeyim. Daha evliliğimin ilk günlerinde mutsuz olacağımı anladım. Annem de anladı ama sürekli katlanmam gerektiğini söylüyordu. Annemde bana karşı bir acıma hissi görmemek beni deli ediyordu. Dayanacaksın diyordu kimin kocası iyi ki…

-Neden mutlu olamayacağını düşündün peki? Seni rahatsız edenler neydi?

-Öncelikle kaynanam… Evimiz Vehbi’nin ailesinin evine yakındı, yürüyerek bir beş dakika. Her gün bizdeydi kaynanam, evimde karışmadığı şey yoktu. Sanki oğluyla evlendim diye kıskanıyordu beni. Ben evin tek kızı olduğumdan çocukluğumdan beri ev işleri yapardım, hamarattım, bir evi rahatlıkla çekip çevirirdim. Yaptığım güzel yemekler, evimin tertibi, düzeni… Her şey batıyordu kaynanama. Oğluna dünyanın en has adamı muamelesi yapıyordu, bana da evlerine sığınmış süprüntü. Mesela onları bir akşam yemeğine çağırdığımda, dayım yemeklerimi övse kaynanamın suratı asılıyordu. Vehbi de sanki suçum varmış gibi annemi neden üzdün diye başımın etini yiyordu.

-Cinsel hayatınız nasıldı peki?

-Kötüydü. Kötü derken sağlık açısından ne Vehbi’de ne de bende bir sorun vardı ama içimden gelmiyordu. Ben de kızlığımda hayaller kurardım, isteklerim, arzularım vardı. Evlenince kocamla şunu yaparım, bunu yaparım diye düşünürdüm, içim giderdi ama Vehbi bunların konuşulacağı biri değildi. Bir gün bile canın ne ister diye sormadı bana. Pis bir insandı, kirden utanmazdı. Mesleği gereği elleri böyle hep yağlı, kara kara olurdu. Garip, ağır kokular olurdu üzerinde. Mesela ilk günlerimizde biraz kibar, çekingen davranırdı Vehbi. Sonrasında ben sanki insan değilmişim gibi davranmaya başladı. Hele ilk çocuğumuz olduktan sonra ben istemediği bir köleydim sanki onun için, varlığım ona ağırlık yapıyordu. Oysa ne yemek, ne gezmek, ne giymek isterdim ondan. Bir kere elimden tutup beni bir lokantaya götürmemiştir, bir kere inip de ellerimizi doldura doldura alışveriş yapmamışızdır. Oysa ekonomik durumumuz çevremizdeki herkesten daha iyiydi.

-Anlıyorum Aliye. Ama şunu öğrenmek istiyorum, Vehbi cinsel olarak seni tatmin edebiliyor muydu?

-Hayır edemiyordu. İlk yıllarımızda böyle aç bir hayvan gibi atılırdı üzerime. Etlerimi öyle bir ısırırdı ki acıdan kıvranırdım. Şeyi çok iriydi, çok canımı yakardı. Kollarımı, göğüslerimi, göbeğimi diş izi içersinde bırakırdı. Sanki böyle tecavüz ederdi bana. Adetimi bile sormazdı. Bir kere “Hastayım,” dedim, “yapmayalım.” Tamam demedi. Böyle gülümsedi, kalktı banyodan krem getirdi. Şaşırdım ne yapıyor diye. Meğer bana arkadan girecekmiş. Yapma etme desem de umurunda olmadı. Çektiğim acıyı anlatamam. Sonrasında adetim var, hastayım, mastayım da diyemedim. Ama çok hoşuna gitmiş olacak ki defalarca girdi arkamdan. Hoşnutsuzluğumu belli ettim umursamadı. Tiksiniyordum, kocam gibi görmüyordum, üzerimde sanki böyle bir sümük yığını olurdu onunlayken, bir şey diyemezdim. Mesela balık kızartırdım, yerdi, elini yıkamadan, ağzını çalkalamadan beni altına alırdı. O ağır, sıcak nefesi ağzıma dolardı, kusasım gelirdi, kusamazdım. Yanımda pis pis yellenirdi, suratımı assam, tatlı tatlı uyarsam hemen kaşlarını çatardı. Ağzından tükrükler saça saça bağırır, “Beğenmiyorsan çek git, eşek gibi çekeceksin kocanım ben senin!” derdi.

-Arkadaş çevresi nasıldı?

-Arkadaşlarıyla ilişkisi ilerledikçe Vehbi azıtıyordu zaten. Arkadaşlarını çok iyi tanımam ama kendi meslek çevresinden okumamış, yazmamış kaba saba adamlardı. Hepsinde içki huyu vardı, pis alışkanlıkları vardı.

-Ne gibi pis alışkanlıklar?

-Sarma içiyorlardı, garip garip filmler izliyorlardı, kötü yerler, kötü kadınlara gidiyorlardı. Hatta kötü erkeklere?

-Nasıl yani?

-Vehbi yediği haltları gururla anlatırdı. Her insan pis şeyler yapabilir, ama ben gizli kalsın isterdim. Anlatmak yapmanın on katı günahtır derdi dedem. Mesela arkadaşlarıyla hep beraber oturup pis filmler seyrederlermiş, orda gördüklerini gelip bana yapardı. Mesela bir keresinde şeyini zorla ağzıma soktu, böyle bir acayip hissettim kendimi, yüzündeki sevinci görünce şaşırdım. “Sapık mı yoksa benim kocam?” dedim. Üstümde tepinirdi, durup dururken deli gibi tokatlardı beni, bunu neden yapar şaşırırdım. O kolumu kaldırır, bacağımı çevirir, garip garip şeyler yapardı bana. Bir keresinde ayak bileğimi burktum, bir hafta üzerine basamadım. Benim için en beteri de Vehbi’nin bir travesti ile yattığını öğrenmek oldu. O gün kaçıp gitmek istedim evden, Vehbi’ye dokunurken iğrendim o gün sonra. Ama çaresizdim.

-Bunu kendi mi anlattı Vehbi!

-Evet. Öyle bir insandı işte. Bir de öyle anlattı ki sanki tadı damağında kalmış. “Karıları boşayıp onları almalı.” diyordu düşün. Sonrasında “Seni istemiyorum!” dedim birçok kere kavga ettik. Düşünsene o pis yaratıkla yattığı şeyini ağzıma sokuyor, arkama sokuyor, elime, yüzüme değdiriyordu. Katlanamıyordum.

-Bunlardan ailene bahsettin mi?

-Anneme bahsettim.

-Tepkisi ne oldu?

-”Çok üzüldü ama ne yapalım?” dedi. “Her erkek aldatır kızım.” dedi. Yav normal bir kadınla aldatsaydı beni belki böyle koymazdı ama… Yav kim katlanabilir?

-Çocukları sever miydi Vehbi?

-Hem de çok. Allah var bir eksiklerini görse hemen yerine getirirdi, bana sürekli tembih ederdi para bırakırken. “Çocuklar ne isterse al, ekmeksiz, yemeksiz, oyuncaksız bırakma.” derdi. Özellikle ikinci çocuğumu, kızımı çok severdi. Çocuklarım şanslıydılar. Hem kendi ailem, hem Vehbi’nin ailesi düşerdi üstlerine.

-Peki Vehbi’ye karşı en büyük nefreti ne zaman duydun, sevişmeleriniz esnasında mı?

-Hayır. Kardeşim Mehmet’e söz kesecektik, onun telaşı vardı. Sohbet ediyorduk, evimizdeydik, Vehbi’nin kucağında meyve tabağı vardı. “Helal olsun Mehmet’e,” dedi, “evlenip kurtulacak. Şimdi genç adam, her gün geneleve gitse…” Ben de adam gibi bir şey söyleyecek sandım. Parmakları ile hesap yapmaya başladı. “Mehmet haftada iki gün geneleve gitse, otuz liradan etti altmış lira. Ayda eder ikiyüz kırk lira. Maaşın yarısı keyfe gitti. Evlense, bir tabak daha koyacak sofraya… Sonra tuttuğu yerde canı ne istiyorsa!” Bir de güldü bu hesabından sonra. Böyle zangır zangır titremeye başladım, kocam ya benle de bu hesapla evlendiyse. Ben onun ömürlük orospusuydum sanki. “Şerefsizsin sen!” dememe kalmadı, şaşırdı, elindeki elmayı attı suratıma. Gözüm morardı. Dört beş gün dışarı çıkamadım. Annem halimi gördüğünde katlanmamı tavsiye etti.

-Sedat’la nasıl tanıştın?

-Çocukları sık sık gezmeye çıkarırdım, istediklerini alırdım. On beş günde, ayda bir götürdüğüm bir oyuncakçı vardı mahallemizde. Ne olduysa kapandı orası, ben de çocukları aşağıya, caddedeki oyuncakçıya götürmeye başladım. Sedat o dükkanın sahibiydi. Gidip geldikçe, çocuklara oyuncak aldıkça önce gözlerimiz çarptı birbirine. Çok kibardı, öyle bir konuşması, öyle tatlı sözleri vardı ki. Çocuklara böyle değer vererek ilgileniyordu; çay, kahve, gazoz, söylüyor, yorgunsak arabasıyla eve bırakmayı teklif ediyordu. Böyle ne zaman gitsek tertemizdi, bakımlıydı, elleri, yüzü. Öyle şirin bir adamdı ki. Mis gibi traş kolonyası kokardı, dişleri tertemizdi, elleri temizdi, tırnakları.

“Ah…” diyordum içimden “…yavrularımın şöyle bir babaları olsa ne olurdu?” Ben de ona olan ilgimi belli ediyordum ama açılamıyordum. Haftada en az iki gün çocukları alıp gidiyordum oyuncakçıya. Ucuz, basit oyuncaklardan alıyordum ki her gün gelmeye bahanem olsun, paramın idaresini kaçırmayayım. Sedat da zaten artık para almamaya başlamıştı benden. Niyetlerimizin farkındaydık. Bir gün çocuklar dükkanın ucundaki ayıcıklarla oynarken Sedat bana niyetini açtı. Hayır demek bir yana, nasıl arzuluyorsam, korkmadım, çekinmedim. “Tamam,” dedim “görüşelim.”

Ertesi günü oğlumu okula gönderince kızımı kaynanama bıraktım, hastaneye gidiyorum diyerek Sedat ile kararlaştırdığımız yere gittim. Oturduğumuz mahalleye çok uzak bir yerdi. Konuşmaları, davranışları, sıcakkanlılığı. Yıllardır özlemini çektiğim erkekti. Buluşalı yarım saat olmamıştı ki elleri ellerimdeydi. Bir saat sonra arabanın içinde denize karşı öpüşmeye başladık. Alelacele gittiğimiz otel odasında da ilk defa kadınlığımın hayrını gördüm. Kokmayan, tertemiz, tatlı dilli bir erkeğin teni değmişti tenime. Sonrasında dükkanında da seviştim onunla defalarca, otele de gittik. Hiçbir şey umurumda değildi. Geceleri Vehbi’nin pis vücudunu koklamaya mecbur kaldığımda Sedat’ı ve onun dokunuşlarını düşünüp sıkıntımı hafifletiyordum. Bazı geceler şehir dışına kazalı arabaları satın almaya giderdi Vehbi, bazı gecelerde de alemdeydi. Gelmeyeceği geceler haber ederdi. Ben de hemen Sedat’a haber eder, çocukları erkenden uyutur, hayatımın en güzel anlarını yaşardım. Vehbi’nin yatağında Sedat’la sevişmek, Vehbi’nin suyuyla Sedat’a kahve yapmak, Vehbi’nin imkanlarını Sedat’a sunmak… Kocamdan intikam mı alıyordum bilmiyorum… Büyülemişti Sedat beni.

-Sedat sana evlenme teklif etti mi? “Kocandan ayrıl ve bana gel…” dedi mi?

-Hayır, durumlarımızın farkındaydık. Ben de ondan herhangi bir şey istemedim. Onunla birlikte olmak benim için yeterliydi; kadınlığımı, insanlığımı hissetmek yetiyordu bana. Sonlarımızı düşünmeden birbirimizi sevmenin ayrı bir güzelliği vardı. Ama zamanla Sedat da değişiyordu.

-Nasıl yani?

-Yani ilk günlerdeki istek ve heyecanı yoktu. İlk günlerde o beni arar, arzular, yer ve saat verirdi. Zamanla ben onun peşinden koşmaya başladım. Keşke her şeyi bitirebilsek ve yaptığımız hatırladıkça üzüleceğimiz, ya da sevineceğimiz bir hata olarak kalsaydı.

-O gece olanlar nasıl gelişti?

-Vehbi sabah telefon edip Manisa’ya, kaza yapmış bir kamyoneti almaya gideceğini ve akşam eve gelmeyeceğini söyledi. Ben de Sedat’ı aradım, çocukları saat dokuz gibi yatırdım, on, on bir gibi Sedat geldi. Her zamanki gibi önce bir kahve yaptım, içti, sonra sevişmeye başladık. Dış kapının açıldığını bile fark etmedik, salonun ışığı yanınca neye uğradığımızı şaşırdık. Sedat hemen yatak odasının kapısının arkasına geçti. Ben uyuyor gibi yapıyordum, Vehbi nedense Manisa’ya gitmemişti. Odaya girip uyuduğumu görünce soyunmaya başladı. Ne kadar içmişse bir anda oda ağır mı ağır bir içki kokusuyla doldu. Yanıma uzandı, çırılçıplağım, giyinmeye vakit bile bulamadım o telaşede, Sedat da öyle. Gözüm Sedat’da, Vehbi yatağa girdi, Sedat’ı fark edemiyordu. “Bana neden çıplaksın?” diye sordu, cevap veremedim, sarhoştu, “Kalk ayağa, yak ışığı bakalım.” dedi, “Sus uyu.” dedim dinlemedi, tam o esnada Sedat fırlayıp Vehbi’nin boğazını sıkmaya başladı. İçki bedenini nasıl uyuşturmuşsa bir tepki veremiyordu Vehbi! Dakika olmadı, boğuşmaları kesildi, debelenmeler durdu. Bağırmak istiyordum, bağırırsam mahvolacaktım, olan olmuştu artık. Sustum, Sedat üzerini giyinirken ağlıyordum, kalktım, cesedi birlikte yatağın altına sakladık. O kadar telaşlıydım ki sürekli fısıldaşıyorduk ve Sedat bana sürekli “Sus!” diyordu. Yarın gelip her şeyi halledeceğini, kimseye bir şey söylememem gerektiğini söyledi. Vehbi’nin arabasını da alacaktı, ne yapacaktı bilmiyorum, sonrasında gelip kendi arabasını alacaktı. Tedbir olsun, kimse ilişkimizden şüphelenmesin diye kendi arabasını benim evime uzak bir yere park ederdi. O gece sabaha kadar uyumadım.

-Üzgün müydün?

-Şaşkındım. Başıma bunların geleceğini asla düşünmemiştim, ha belki Sedat bana “Gel gidelim, kaçalım buralardan.” dese kaçardım, canıma tak edeceği bir noktada boşanırdım, şu olurdu, bu olurdu ama asla dostumun Vehbi’yi öldüreceğine, durumun buraya geleceğine inanmazdım. Ne bileyim, keşke Sedat hiç karşıma çıkmasaydı… Ama düşünüyorum, o olmasa başkası olacaktı. Vehbi biraz adam olsa başımıza bunlar gelmezdi.

-Peki Vehbi’nin ceset hakkındaki tedbirini duyunca ne düşündün? Yani Vehbi sonuçta çocuklarının babasıydı, ilişkinizden ne kadar memnun olmasan da… Açık konuşayım, kadın kadına konuşalım, ben de evli bir kadınım, sen de karı koca ilişkisini yaşadın. Bana sorarsan yasak ilişkin konusunda suçlu değilsin, hatta kişisel fikrim, çaresizlikten Vehbi’yi öldürdünüz. Peki cesede yapılan muamele esnasında ne hissettin?

-Ben kurban kesilirken bile bakamam, kan tutar beni, böyle yanar içim ki kurban Allah’ın emri. Ben o gece, yatağımın altında kocamın cansız bedeni dururken neler hissettim, nasıl ölüp ölüp dirildim, sözlerle anlatamam. Böyle yaşadım mı o gece, öldüm mü, farkında bile değildim… Hatta önce dedim ki kendime, sabah olsun, gideyim polise, cezam ne olursa olsun çekeyim. Oğlumu okula bıraktım, ayaklarım karakola doğru gitti ama; çocuklarımı düşününce, atladım bir taksiye Sedat’ın dükkanına gittim. Dükkan kapalıydı, yüreğim yarıldı aklıma neler geldi, ya çekip gittiyse, ya tüm suçu üzerime yıkacaksa… Eve gelene kadar aklımdan öyle şeyler geçti ki! Yemin ederim ama çocuklarım olmasa gider polise teslim olurdum. Eve varıp da kapının altında Sedat’ın notunu görünce içim biraz ferahladı. Gece geleceğini, bir tedbir düşündüğünü, çocuklara dikkat etmem gerektiğini söylüyordu. O gün çocukları da alıp kaynanamlara gittim. Kaynanam Vehbi’yi sorunca Manisa’ya gittiğini söyledim. Ağzımdan bir şey kaçar diye Vehbi’den hiç bahsetmiyordum. Eve geçtiğimde yemek hazırladım, çocuklara babanız gelince yer falan diyordum ki çocuklar garip bir hareketimi görmesin.

Bir ara telefon çaldı, açtım, dükkandaki kalfalardan biriydi, Vehbi’yi soruyordu. “Manisa’ya gitmedi mi?” dediğimde şaşırdılar. Vehbi’nin hastalanıp gelmediğini düşünüyorlardı. “Vehbi yok.” dedim, “Nerede bilmiyorum,” merak ettiğimi söyledim, “Uğrarsa ararız.” deyip, gülüşerek telefonu kapattılar. Herhalde Vehbi’nin oynaşlarıyla bir yerlere gittiğini sandılar. Konuşurken yüreğim yerinden çıkacaktı sanki. Dayanamıyordum, Vehbi’nin cesediyle aynı evde olmak korkutuyordu beni. Çocukları yatırdım, gece yarısı Sedat yanında tanımadığım biri ile geldi. Amcasının oğlu Mümtaz’mış. Cesedi yok etmemizde bize yardım edecekmiş. Böyle ilk bakışta sevmemiştim Mümtaz’ı, Sedat’a bakınca içim güvenle dolardı. Mümtaz o işine gelince her tür kötülüğü yapabilecek adamlara benziyordu. Mesleği kasaplıkmış zaten. Ben sandım ki cesedi alıp gidecekler ama Sedat’ın dediğine göre cesedi yok etmek büyük problemmiş.

Bana içeride oturmamı söyledi, tüm ışıkları kapattık, ellerinde fenerlerle yatak odasında çalışmaya başladılar. Vehbi’nin cesedini parçalıyorlardı. Ağlıyordum, sanki Vehbi karşımdaydı, sinirle bana bakıyordu, dayanamıyordum. Bir saat kadar uğraştılar, parçaları büyük torbalar halinde dışarı çıkardılar. Bu iş için Mümtaz’a iki bin lira verdiğini söyledi Sedat. Vehbi’nin arabasını da Yalova tarafında yol üzerinde bir benzinliğe bıraktıklarını söylediler. Bu parçaları ne yapacaklarını sorduğumda Mümtaz’ın etleri dükkanında işleyerek yok edeceğini söyledi. Ağladım, “Nolur başka bir çare bul.” dedim, dinlemedi. Böyle olmasını istemediğini ama başka çareleri kalmadığını söyledi. Bana yatak odasını iyice kontrol etmem gerektiğini, bir yerde kemik ya da et parçası kalmışsa temizlemem gerektiğini ve sabah ilk iş kaynanamı alıp polise gidip kocamın kaybolduğunu bildirmemi söyledi ve parçaları torbalara doldurup çekip gittiler. Sonradan öğrendim ki Mümtaz etleri kemiklerden ayırıp kıyma yapmış, millete satmış.

-Polise gittiğinde telaşlanıp, yanlış bir şey söyleyip, kendini ele vermekten korkmadın mı?

-Zaten Vehbi’nin kaybolduğunu, uzun zamandır eve uğramadığını söyleyince kaynanam ortalığı velveleye verdi. Ben de ağlamaya başladım, karakolda bir şey bilmediğimizi anlattık. Araba da Yalova tarafında bulununca kimse üzerimize düşmedi. Kayıp olarak aranıyordu Vehbi. Polis iş ilişkisi kurduğu insanlardan şüpheleniyordu, Sedat’la ev telefonumuzdan görüşmüyorduk, çünkü böyle durumlarda ev telefonları dinleniyormuş. Bir de oyun oynadık. Sedat beni bazı telefon kulübelerinden arıyor ve kocamı öldürenler olduğunu söylüyor, “Bu işin peşini bırakın!” diyordu. Böyle yaptık ki polis telefonumuzu dinliyorsa bizden hiç şüphelenmesin.

-Peki olaydan sonra Sedat’la ilişkiniz eski sıcaklığında devam etti mi?

-Açıkçası ben onla, o da benle görüşmek istemiyordu. Aslında istemiyordu da demeyeyim, birbirimizi arzuluyorduk, birlikte de olduk defalarca. Ama hem o kötü geceyi hatırlamak, hem de etrafa ilişkimizi sezdirip rezil olmak bir yana, Vehbi’nin katilleri olduğumuzu öğrenirlerse başımıza neler geleceğini biliyorduk. Evime gelmiyordu, dışarıda buluşup otellere gidiyorduk. Allah var, Vehbi’nin ölümünden sonra Sedat’tan bir kötülük görmedim. Bir keresinde buluşup artık görüşmemeye karar verdik. Kısa süre sonra kanunen Vehbi de nüfustan düşecekti. Emekli aylığı alacaktım, evim vardı, dükkanı da Vehbi’nin enişteleri işletecekti, kimseye muhtaç olmadan yaşayıp gidecektim. Ama bu sefer Mümtaz bela oldu başıma. Eğer Mümtaz şerefsizin birisi çıkmasaydı, bu olay böyle kapanır giderdi.

-Peki Mümtaz’ın kötülüklerine Sedat engel olmadı mı?

-Biz ayrılma kararı aldıktan kısa bir süre sonra Sedat nişanlandı. Sedat da düzenli bir aile yaşamı kurup başımıza gelenleri unutmak istiyordu. Birkaç kez geçerken dükkanına uğradım, selam verdim, bir ihtiyacım olup olmadığını sorardı, beni görünce yüzü kızarırdı. Bir zaman sonra Sedat’la da görüşmemeye karar verdim. Yavaş yavaş aramız soğuyordu. Bir öğlen telefonum çalınca açtım, sesi tanıyamamıştım, Mümtaz’dı ve eve geleceğini söylüyordu. “Sakın gelme!” dedim ama dinlemedi. Gündüz vaktiydi, mecburen çocukları dışarı çıkardım, evime yabancı bir erkek girerse adım anında orospuya çıkardı, zaten kocamın kayboluşundan sonra düzenimi çekemeyen mahalle kadınlarının hasetini hissetmekteydim.

Neyse, bir baktım Mümtaz’ın yanında böyle serseri kılıklı, on beş, on altı yaşında bir çocuk. Ne istediklerini sordum, “Bu çocuk benim yeğenim,” dedi, “kadınlığını tadacak.” Böyle başımdan kaynar sular indi, ne diyeceğim bilemedim. Çekin gidin evimden dedim, Mümtaz polise gitmekle korkuttu beni. Elim ayağım kilitlenmişti. Çaresiz kaldım, beni orospu gibi kullanacaklardı. Vehbi’nin cesedinin parçalandığı günden de acı koydu bana. Önce Mümtaz beni karısı gibi kullandı, ardından pis yeğeni. Çıkarken dışarı, “Ne zaman nereye çağırırsam geleceksin, yoksa yakarım seni.” dedi. Evimden çıktıklarında bir taksiye atlayıp hemen Sedat’ın dükkanına gittim. Canım öyle yanıyordu ki, deli gibi ağlıyordum. Taksici “Neyin var abla?” dediğinde “Abim öldü.” dedim, aldattım ki şüphelenmesin.

Sedat’ın dükkanına gittiğimde nişanlısı ordaydı, konuşamadı, sadece bir ara oyuncaklara bakan bana yanaşıp “Akşama geleceğim o zaman konuşalım.” dedi. Gece geldi, olanları anlattım, sinirlendi, ağlamaklı oldu ama sonunda “Napalım bunu da çekeceğiz,” dedi. “Kadının oldum senin, bunu nasıl için kaldırır?” dediğimde, “Ne yapayım, Mümtaz dünyanın en şerefsiz adamıdır.” dedi. Günlerce uyuyamadım. Elim ayağım kilitlenmişti. Mümtaz beni haftada bir kez arıyordu artık, garip garip, pis pis otellere götürüyordu. Önce kendisi ile yatıyordum, sonra böyle aşağılık, hayvan gibi arkadaşlarıyla. Beni satıyordu Mümtaz. Bana öyle şeyler yaptırıyorlardı ki anlatamam. Hatırladıkça midem bulanıyor, kadınlığımı bırak insanlığımdan utanıyorum. Artık canıma tak etmişti, intiharı düşünmeye başlamıştım. Zaten böyle giderse eninde sonunda millet orospu olduğumu anlayacaktı, o zaman vay halime. Bir keresinde evde bizim çocukların ilaçları vardı onları içtim ölüp de kurtulayım diye. Arkamdan ölen kocasının hasretine dayanamadı derlerdi. Şerefli bilirlerdi beni en azından. Olmadı, ilaçları içtikten 5 dakika sonra kustum. Bir saat başım ağrıdı, sonra geçti. Ertesi günü tekrar Mümtaz beni aradı. “Yıkan gel.” dedi. Durdum, düşündüm. Zaten kendimi yok etmeye kararlıydım, ben bu hale gelmişken, onlar neden rahat yaşasındı ki, tek suçu ben mi işlemiştim. Mümtaz’a dedim ki “Ev bomboş, kimi getiriyorsan eve al gel.” Sedat’ı aradım sonra, “Gel” dedim, “Olmaz” dedi “Artık görüşmeyelim bu hafta sonu düğünüm.” var, “Olmaz,” dedim “gel yoksa polise giderim.”

Önce çocukları götürüp kaynanama bıraktım, “Hastaneye gideceğim.” dedim, ardından hırdavatçıya gittim. Kaynatamın fare öldürmek için kullandığı zehirler vardı böyle su şeklinde onlardan aldım. Kaynatam onları damlalıkla peynirin üzerine damlatır evin kıyısı köşesine kordu ki fareler yer yemez ölsün. “Üç damlası fili devirir.” derdi. Bir saat olmadı önce Mümtaz ile yanında kendi gibi iki tane adam geldi, hemen peşlerinden Sedat. “Oturun.” dedim, neşeme şaşkınlardı, muhabbet ediyorlardı. Sedat tedirgindi, ne oluyor bilmiyordu. Mümtaz da beni yola getirdiğine inandığından olacak öyle keyifliydi ki. “Durun,” dedim “önce bir kahvemi içeceksiniz.” Gittim, tam dört fincan kahve yaptım, her fincana beşer damla zehir damlattım. Gözümün önünde can çekişmeye başladıklarını gördüğümde bende şişenin dibindeki zehri içip canıma kıyacaktım.

Sedat, Mümtaz ile tartışıyordu, diğer adamlar pis pis gülerek birbirlerine bakıyorlardı. Kahveleri önlerine koydum, Mümtaz’a “Kahvesini bitiren arkadaş içeri, odaya gelsin.” dedim. Sedat ağır ağır içiyor, hem Mümtaz ile tartışıyor hem de utançla beni süzüyordu. Bu kadar acizleşeceğini düşünemezdim, içimde ona karşı da bir acıma hissi yoktu. Kendi başı belaya girdiğinde nasıl cesedi yok etmeyi bilmişti, benim için neden amcasının oğluna iki yumruk indirmedi, ben onun için bu kadar mı değersizdim? Diğer üçü alelacele içtiler kahveyi, Sedat bir dikişte bitirdi. Onları izlerken hiç doğmamış olmayı diledim Allah’tan. Bu yük, bu kahır neden verilirdi ki insana? İçeri geçtim, mutfağa. Sonra, bir zaman sonra Mümtaz’ın getirdiği adamlardan biri “Ben bir hoşum.” dedi, duydum. Kısa süre sonra da diğerlerinin rengi, benzi attı. Böyle acayip bir ferahlık doldu içime. Gebersinler istedim, ben de gebereyim. Önce içeri geçtim biraz, hallerini izledim. O ilk başta “Ben bir hoşum.” diyen adam köpüklü bir şeyler kusmaya başladı. Diğerleri yavaş yavaş uyuyakaldılar. Öyle kötü bir haldelerdi ki ne olduğunu bile anlayamadılar. Sedat beyaz gömleğinin yakasına kanlı bir şeyler kustu. Mutfağa geçtim, şişenin dibinde kalan zehri içecektim. Tam şişeyi aldım ki elime kaynanam bağırarak vurmaya başladı kapıyı. Sonradan duydum ki komşulardan biri “Gelinin eve bir sürü adam aldı…” demiş. O anda aklımda ölmek, her şeyi unutmaktan başka bir şey yoktu. Şişenin dibindekini yuttum. Yarım yudum bile yoktu zaten. Kaynanam ve komşular içeri girmeden ben de bayılmışım. Gözümü açtım ki hastanedeyim, yanımda polisler.

-Peki hala ölmek istiyor musun?

-Her gün ölüyorum zaten, böyle içimde bir köz var. Resimlerimi görmüşsündür belki, dört ay oldu ben içeri gireli. O dört ayda kırk yıl yaşlandım, yüzüme bile bakılmaz oldu. Dört kere üst üste müebbet hapis aldım, davalarım da daha devam ediyor. Bana koyan Mümtaz’ın kurtulması oldu. Biliyorsun zaten Sedat ve diğerleri cehennemin dibindeler. Harçlığımı veren bile yok, bir ömür yeşil mercimek çorbasına talim edeceğim. Ailem beni sildi, kaynanam oğlundan umudunu kesmeyi bırak, ne hale getirildiğini, kıyma yapılıp millete yedirildiğini duyunca felç geçirdi, kaynatam da bir ay dayanamadı, kalpten gitti. Çocuklarıma Bursa’da yaşayan, çok varlıklı bir kadın olan halaları bakıyor, ama duydum kocası bakmak istemiyormuş, yurda vereceklermiş. Bundan sonra yüzlerini bile göremem. Onlar da bir ömür utançla yaşayacaklar. Becerebilsem öldürür kendimi kurtulurum, biraz da öte tarafta yanarım, buradaki yangınım yeter. Ama yok, çok zor, bu da benim kaderimmiş diyorum, neydeyim. Bu diziler oluyor hani televizyonlarda, içinde evliyalar olan, hiçbir kötülüğün yapanın yanına kalmayacağı diziler. Onları seyrediyor biraz rahatlıyorum. Keşke Vehbi yaşasaydı da katlanmaya devam etseydim. En azından namusuyla yaşıyor derlerdi. Allah canımı alsa da kurtulsam…

Thursday, May 20, 2010