Wednesday, November 12, 2008

LETAFET'E MEKTUP


Benimle aynı şehirde yaşıyorsun, birbirine çok yakın noktalarda soluk alıp veriyoruz ama kaderin cilvesine bak ki yine de seninle yüz yüze konuşmak bir hayal hatta o bile değil. Bazen öyle umutsuzlaşıyorum, sanki damarlarımda kan yerine cıva geziyormuşçasına ağırlaşıyorum, aklıma geldiğinde utanıyorum, kendimi tüm günahların sebebi sayıyorum, aklımı başımdan söküp atasım geliyor. Seni muhayyile denizimde yüzdürmeme dair bu isyan ruhumdan kabarıp duyularımı istila ediyor; sensizliğin içinde cerahat tomarları yüzen bir karanlık olduğunu hatırlıyorum. Lafı neden uzatıyorum ki? Özledim seni, özledim işte… Demesi kolay, kahrı zor! Gerçekten özledim; başlangıçta “Acaba özler miyim?” diye sorardım kendime. Ne kadar aptalmışım, insan güneşi özlemez mi? İşte bu yüzden özledim. O kadar özledim ki bu özlem korkutmaya başladı beni. Hayır, sonunda çıldırmayacağım elbette; bu özlem beni eski romanların kibar kahramanları gibi verem edip yataklara düşürmeyecek ama özlem örtüsünü kaldırdığımda gözlerimin önüne gelen kahır. Keşke öldürse, süründürecek… En kahırlı yanı da bu mektuplar işte. İnsanın bu kadar yakınında olan letafetine mektup yazmasından daha beteri ne olur?
Muhtemelen bu yazdığım eline ulaşmayacak, havaya savurduğum diğer kelimeler gibi kaderini ifa edip bir köşede silinip gidecek. Varlığında o kadar ihtişamlısınki bu mektup habersizce başından yere düşen bir saç telinden farklı olmayacak. Eline geçse, hislerim gözlerine ulaşsa ne olur? “Amaaan” diyeceksin. Önce çöp kovasının başına, sonra içeri, ailenin yanına geçeceksin. Bense, sensizliğin acısı kuyruğu zümrüt, bedeni bakır bir yılan olup ruhumun memesinden acımla beslenirken hiçleşeceğim. Biliyorsun, ben çenesi düşük bir acı soytarısıyım, işim suratları asacak öyküler yazmak. Ben onlar için yaratıldım, onları yazabilmek, içimdeki kelime tutkularını umursamazların suratlarına çarpabilmek için... Yılan mememdeyken ancak zincirlerimin paslarını üfleyebiliyorum. Bu bir masal olsa, zincirlerimi çözmeye sen geleceksin; ama bu gerçek ve gelmeyeceksin. Tek avuntum yine soğuk odaların nemli köşelerinde dua etmek olacak. Köşeleri kırık kaldırım taşlarının üzerinden acı, yalama olmuş bir kısmetsizlikten miras kitaplarımın sayfa tozlarından imge, bitpazarları, üçüncü sınıf kahvehaneler ve sokak köftecilerinden yüzler toplayacağım. Ardından kendimi sokağın sessizliğine gömeceğim. Kalemimin ucunun göğsüme her batışınca köylü kadınların gençliklerinden tek yadigâr o yarısı çürük kazma dişler kılığında bir umut boynumda asılı kalacak. Filozofların en asilinin sözü gelecek aklıma, bu kazma diş, acımı artıracak ve ben yılanımı semirtecek besini böyle bulacağım.
Çok mu karışık kafam, çok mu duygusallaşmışım? Hayır, aslında birlikte çay içtiğimiz o tatlı anlardaki gibi berrak ve karmakarışık çocukluğumu muhafaza ediyorum. Başta dedim ya, sadece özlüyorum. İnsan sadece içki ve ottan sarhoş olmaz ya! Sende hala benim kadar çocuksu ve karmakarışıksın biliyorum. Bilmediğim tek şey ara sıra aklına gelip gelmediğim. İlk zamanlar gelmişimdir belki ama sen sonuçta alternatifi bol olan bir letafetsin. Yalancı bir cennetin göbeğinde uçuşan bir arının tek bir çiçeğin özüne âşık olması beklenemez ki zaten.
Bir soytarının ne kadar alternatifi olursa benim de o kadar alternatifim var kır çiçeği. Beyhude, bedbaht, berduş bir adam olmasam zaten senden başkasını arama gibi derdim olmazdı, şu anda bir bardak kahve rica ettiğim tek insan olurdun. Bunaldığımda şakaklarımı ellerinin yumuşağına sunduğum tek insan olurdun. Hangi duvara tosladıysam senden sonra, sırf senin yokluğunun attığı tokadın sersemliğinden arınabilmek içindi. Gerçekten bedbahtmışım ki bu toslar beni daha da sana bağladı, kaybettiğim hazinenin parıltısı yüreğime damlayan lavlar oldu. Ama ne yapsaydım, hak ver ne olur bana. Limanından ayrılıp açık denizde fırtınaya yakalanan dev bir kadırga bile olsan, fırtınanın telaşıyla sığındığın yerin basit bir balıkçı köyü olduğunu umursamıyorsun. Sonra karaya oturuyorsun, hapislik dönemin başlıyor, çürüyecek noktası bile kalmayan köhne bir enkaza dönüşüyorsun. Şu anda bu açıklamalarla sanki kendimi sana affettirmeye çalışıyormuşum gibi hissettim kendimi ama ne senin, ne de benim birbirimizden af dileyecek kadar büyük suçlarımız var. Ben sadece bu kelimelerle sana karşı olan özlemimi belli etmek istedim. Hem zaten biz birlikteyken, birlikte olmayacağımız zamanlarda birbirimizin kişisel tarihlerinin gidişatına mütenezzil olmayacak kadar asil duruşlar sergiliyorduk. Yoksa ben bu duruşu bu mektupla bozuyor muyum? Hayır hayır, okuyacağından bile emin olmadığım bir mektupla hislerimi ifade etmemin nesi asalete mugayir olsun. Dirayet tohumum parçalandı işte; kahraman olmak isteyen her soytarı gibi bir yerde pes ettim, kendime yenildim. Pişman mıyım? Bilmem, muhtemelen olacağım. Pişmanlık zaten geliyorum dediğinde artık yalnızlığa dayanamayan bakire bir dişinin terli teni kadar çekicidir. İşte, cüretimin sebebi bu belki de. Belki bu cüretle, belki bu cüretin eteğinden tutmuş pişmanlıkla hayatıma bir parça renk katacağım. Benim gibi adamlar zaten bu renksizliğin kuruluğuyla hülyalarını gerçeğe yanaştıramaz ve sadece kendilerini bekleyen gelecek değil, şimdileri ve hatta geçmişleri de köze düşen bir tutam yeşil ot gibi lime lime olur. Bizim dünyamız, elini uzattığında bir ucundan tutmanın çok kolay olduğu dünyamız, hikmeti sadece çekilmezliğinden mürekkep dünyamız, bahsini ettiğim bu renksizlikten dolayı öylesine laçkalaşır ki… Bu laçkalık bir şekilde kendini gösterdikçe bir kafese girdiğini hissedersin. Kendi göğüs kafesine hapsedilmiş efsane kahramanlarını düşün. Sıkıntımız işte onların boğazlarına düğümlenmiş çaresizliğin ikiz kardeşinden başka bir şey değildir. Bu yüzden ne yapar eder, bıkmadan, usanmadan bir isim bile uyduramayacağımız ıssız cennetler, ıssız ülkeler hayal eder, benliğimizi o ülkelere imparatorlar tayin ederiz. Yeryüzünde başka sığınacağımız hayal kalmaz. Yanaklarımızdaki tuzu yalayan bir kuzucuk sandığımız bu hayal çoktan ağzı irinli bir canavara dönüşmüştür. Tüm gerçeklerimizi ona kurban ettiğimizin farkına bile varmayız. Şimdi anladın mı benliğime nefretine sebep olmuş deliliğin nereden doğduğunu.
Letafetim, gülkurum, düşlerimin gökkuşağı, açlıktan ölüyorken avucuma düşen inci… Şimdi benim elimde bu şehirden başka hayali imparatorluk kalmadı. Ruhumun yüreğini onlarca parçaya bölüdüm. Her birini bu kentin seninle yaşadığımız noktalarına koyuyorum. Bu parçalardan birine bir gün rastlarsan onu hunharca ezip geçme olur mu? Bir saksının köküne koy. Belki saksının toprağında bir tutam sıcaklığa rastlarda yüreğim, ne yapar eder Allah’ın lütfüyle dipdiri bir tohum olur. Bir çay şekeri kadar hatırım vardır sende. Bu küçük ricamı kırmaz, yüreğimi ezip geçmezsin. Biliyorum.
Derinliği buharlaşmış yüreğimin tüm sevgisiyle…



mail&msn: sokakfilozofu06@hotmail.com

Tuesday, November 04, 2008

UYANAN DEVİN BEL AĞRILARI




Sovyetler Birliği; maden, ekoloji ve insan kaynakları yönünden, dünyada kandine yeten tek ülkeydi. Bu değer, Sovyetler Birliği’nin halk ekonomisinde muazzam bir verimlilik sağlıyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılması, istisnasız bütün halkları yıkıma sürükledi. Bu halkların hepsi de ekonomik bağımsızlıklarını yitirdiler; dünyadaki hasımları, onların yeniden kurmaya çalıştıkları yapıya izin vermeyecektir.
Sovyetler Birliği Neden/Nasıl Yıkıldı, Sf. 63

Immanuel Wallerstein tarafından ortaya atılan Dünya Sistemleri Analizi’ne göre, dünyadaki tüm ekonomiler ve toplumlar organik bir şekilde bağlıdırlar. Merkezde yer alan, gelişmiş ve erken kapitalistleşmiş ülkeler, sermaye transferine ihtiyaç duyan az gelişmiş ülkelerin kaynaklarını kendi çıkarları adına merkeze aktarmaktadırlar. Böylece merkezde yer alan ve dünya ekonomik sistemini yöneten ülkelerin etrafında onlara bağımlı pasif çevre ülkeleri oluşmaktadır.
Çevrenin İmparatorluğu, Rusya ve Dünya Sistemi





Gürcistan Savaşı’yla beraber çalkalanan Kafkaslar, Sovyetlerin yıkılışından beri Rusya ve meseleleri üzerine eğilmeyi pek gerekli görmeyen aydınların ilgisini tekrar Moskova’ya yoğunlaştırdı. Rus tanklarının Güney Osetya ve Abhazya sınırlarını aşıp Tiflis’e doğru yöneldikleri, Rus siyasetçilerin ihtişamlı soğuk savaş günlerindeki gibi asık suratlarla Amerika’ya laf çarptıkları anlarda bizler haber yapımcılarının karşısındaki koltuklara kurulmuş uzman (!) akademisyenler gördük. Uzmanlarımız Gürcistan Savaşı ve ardındaki “Yeni Rus İdeolojisi” hakkındaki tahlillerden ziyade 1970’lerin soğuk savaş rüyalarından arta kalan hezeyanlarla zaten işleri pek yolunda gitmeyen vatandaşları biraz daha tedirginleştirdiler. Sağlam bilgi edinmenin yolu elbette yine kitabevleriydi.
Uluslar arası ilişkiler babında ekonomik ve kültürel yakınlaşmanın zirveye çıktığı ve Avrupa Birliği problemine karşı alternatif üretilirken adı mutlaka geçen Rusya üzerine yazılmış eserlerin azlığı gerçekten şaşırtıcıydı. Bu durumun ardından TV’lerde rastladığımız yüzeyselliği yadırgamadım. Ufak bir çabanın ardından elime geçen iki kitap hem Sovyetler Birliği’nin çöküşü, hem de bu çöküşün ardından yaşanan silkinme sürecini sağlam tahlillerle kafalarda soru işareti bırakmamacasına anlatıyordu.
Arif Berberoğlu’nun derlemesini ve çevirilerini yaptığı çeşitli makalelerden oluşan “Sovyetler Birliği Neden/Nasıl Yıkıldı?” adlı kitap ismini teşkil eden soruya popüler bir dille yetkin yanıtlar vermekteydi. Özellikle üçüncü bölümde Gromov ve Vasiliyev’in makaleleri soruya cevap oluşturabilecek nitelikli tahlillerle merakımızı gideriyordu. Esin Soğancılar’ın çevirdiği “Çevrenin İmparatorluğu/ Rusya ve Dünya Sistemi” adlı eser ise Rus tarihi ve Rus ideolojisinin tarihi seyrini anlatma açısından yetkin bir ansiklopedi özelliği taşıyordu. Hatta bu kitabın Rusya’nın tarihsel yapısalı ve dünya politikalarına etkisi hakkında her türlü akademik ve popüler soruna cevap barındıran bir depo olduğunu söylersek abartmış olmayız. Özelikle her tarihçinin ve konu hakkında televizyonlarda boy gösterecek kişilerin mutlaka incelemesi gerek bu eser “Sovyetler Birliği Neden/Nasıl Yıkıldı?” adlı kitapla birlikte Phoenix Yayınları’ndan çıkmış.




mail&msn: sokakfilozofu06@hotmail.com