Monday, September 17, 2007

FERRUH YANDAŞ'IN HAYATININ KADINI


Eğer bir kadının yüzüne karşı açık açık onunla birlikte olmak istediğini açıklayacak kadar cesur bir adam olsam elbette bu çet denen belaya bulaşmazdım. Ama ne yapayım işte biraz sevgisiz büyüdük, anam sanki bir marifetmiş gibi her fırsatta benliğimizi horladı, babam sanki karşısındaki dilden anlamaz bir eşekmiş gibi her fırsatta terleyene kadar bedenimizi dövdü, şu oldu bu oldu sonuçta pısırık bir adam olduk. Aslında yine kaliteli insanlarmışız ki bu kadar acayip insanın dengesizliğine rağmen delirmeden bu güne geldik. İki kere evliliğe talip oldumsa da herhangi bir sonuç çıkmadı. Kızlar ya işimi gücümü ya da tipimi bahane edip benle evlenmeye kaçındılar. Aslında üniversitede Ziraat fakültesinde okumakta olan akıllı bir gençtim, belki okulu yarıda bırakmasaydım her şey daha düzgün olurdu ama yinede tüm olumsuzluklara rağmen otuzdört yaşına geldim, etraftan hiçbir desteğim olmamasına rağmen çalıştım çabaladım, kendi işime gücüme sahip oldum.
Serbest meslekle iştigal ettiğimden gelirim kimi zaman tatmin edici, kimi zaman düşüktür ama Allah’a şükür geçinip giderim. Maddi ya da manevi büyük bir problemim olmadığı gibi, tek derdim az öncede ifade etmiş olduğum gibi evlenememekti. Hâşâ huzurdan, söylemesi ayıp, cinsi ihtiyaçlarımı tatmin için bazı kötü kadınlarla ücreti ile gecelik ilişkiler kurdum ama tekrar ifade etmekte fayda görüyorum ki eğer bir eşim, düzenli bir ailem olsaydı vallaha da billaha da bu tip işlere kesinlikle tevessül etmezdim.
Ben evliliğin usulünce olması gerektiğine inanan bir insandım ve bu konuda da yeryüzünde karşılaşılabilecek en muhafazakâr adamlardan biriydim. Evlilik konusunda da en sağlam yolun görücü usulü olduğuna da inanmaktaydım lakin malumunuz bir insan bir işte başarısız oldu mu o işi başarabilmek için farklı yollar arıyor. Çet dediğimiz ve şu anda hiç tanışmamış olmayı dilediğim belada bu farklı yollardan biriydi.


İkibiniki yılının Mayıs ya da Haziran ayıydı tam hatırlamıyorum- ama muhtemelen Mayıs ayıydı çünkü yağmur bir başladı mı iki üç gün hiç durmaksızın yağıyordu- komşusu olduğumuz Kardeşler Matbası’nın grafikçisi Murtaza bir öğle arası sohbetinin en koyu yerinde konu çapkınlık olunca bize zamanın “en kolay kadın-kız tavlama yönteminin” çet olduğunu söyledi. Sorduk, açıklamasını yapınca pek inandırıcı gelmedi ama birkaç günlük bir zaman içerisinde gerçekten dikkat çekecek kadar güzel bir kız bulup, onunla ticarethanemize yakın bir pastanede buluşunca bu işin tüm inceliklerini öğrenmeye karar verdik. Evli, bekâr bütün arkadaşlar bir iki gün içersinde yazıhanelerimize, sonrasında da evlerimize birer bilgisayar alıp, internet hattı çektirdik. Murtaza bize çet meselesi ile alakalı her şeyi öğretti, hangi program gerekliyse bilgisayara kurdu. Bu işi bilmeden önce Murtaza’yı yadırgasak da, çet yapmaya alışınca ne kadar eğlenceli bir iş olduğunu anladık ve hatta “neden bu güzel eğlenceyle daha önce karşılaşmadık” diye hayıflandık. Özellikle bir hanımla yüz yüze görüşme konusunda ben gibi adamlar ve kadın kız tavlamaya harcayacak parası ve vakti olmayanlar, çirkinler, keller, fodullar, şişmanlar, çapkınlar, maceracılar… Kadınlarında durumları erkeklerden pek farklı değildi, tecrübelerimle buna şahidim. Ama umut dünyası işte aradığımı insan belki buradan karşıma çıkacak diye binlerce insan gibi bende duraksamadan didiniyordum. Bir zaman sonra iş sadece bir eş bulma kaygısının ötesine de geçiyordu. Hiç tanımadığınız birisiyle bir şeyler paylaşmanın acayip bir büyüsü vardı. Gündelik hayatınızda açamadığınız konuları açıyordunuz, en yakınlarınızdaki arkadaşlarınızda paylaşamadığınız dertleri paylaşıyordunuz, sır değiş tokuşu yapıyordunuz ve daha nicesi. Allah günahlarımı affetsin ki bazen sanal seks denen o iğrenç şeyden de yaptım ama gerçekten pişmanım. Neyse…
Çet yaptığım dönemler boyunca sayısını hatırlayamayacağım kadar çok bayanla tanıştım. Bir keresinde özellikle kadınlar hakkındaki muhabbetleri çok hoşuma giden bir beyle buluşma kararı aldım –bana erkek olduğunu söylemişti- ama bir bey bildiğim bu kişinin buluştuğumuz anda bir travesti olduğunu görür görmez oradan sinirle ayrıldım. İlk buluştuğum bayan bana sohbetlerimiz esnasında bekâr ve çok güzel olduğunu, sadece birkaç fazla kilosu olduğunu söylediğinde o kadar heyecanlanmıştım ki… Bin bir hayalle buluştuğum bu bayanın yaklaşık yüzeli kiloluk obez bir dişlek olduğunu görünce tüm dünyam yıkıldı. Buluştuğumuz pastanede, gıcığına, ne varsa yedim içtim ve tuvalete gitme bahanesi ile tüm hesabı bu yalancı hanıma yıkıp oradan uzaklaştım. Bir başka seferinde Adanalı bir tüccarın, zengin ve güzel öğrenci kızı olduğunu beyan eden bir bayanla buluşunca, Adanalı tüccarın kızı diye beklediğim hanımın, Zaireli, şöyle bir elli boyunda, bin kamışım olsa birini değdirmem dedirtecek kadar çirkin, kara kuru zenci bir öğrenci kızcağız olduğunu ve tek amacının okumasına ekonomik olarak yardım edecek birilerini bulmak olduğunu öğrenince ve ona neden yalan söylediğini sorduğumda o böbrek dudaklarını gerip gülerek “jakka yapdım” cevabını alınca onu da bir İskender kebapçısında tıkındıktan sonra aynı bahane ile bırakıp kaçtım. Buluştuğum bir diğer bayan tüm çirkinliğine rağmen bana “böylesine kel olduğunu bilseydim sana en pahalısından bir peruk hediye alırdım” deyince tepem attı. Onu bir tenhaya götürüp önce tecavüz edip, sonra öldürmek istedim. Allah’a şükür nefsime mukayyet oldum. Bu küstah bayana karşı tek tepkim suratına okkalı bir tükürük yapıştırıp, önüme çıkan ilk taksiyle eve dönmek oldu. Sonra diğerleri… Dört yıldır kendisi aynı yatağa girmek istemeyen karısından boşanmakta kararsız bir kasap, hormonal bir bozukluk yüzünden göğüsleri yok denecek kadar küçük çıtı pıtı, evde kalmış bir kızcağız, alkolik bir jokey, kaynanasını öldürmem karşılığında benimle yatmayı teklif eden insafsız bir bayan öğretmen ve daha aklıma gelmeyen niceleri… Hep karşına dengesizler mi çıktı diyeceksiniz, hayır elbette çok hoş, çok hanımefendi, çok güzel bayanlarla karşılaştım ama zamanla bana hiç yüz vermeyen ve en fazla bir kere buluşabildiğim bu hoş bayanlara bir zaman sonra hak verdim. Ama içimdeki bir umutla belki o romanlardaki, filmlerdeki karşısındaki erkeğin tipine, biçimine, kesesine, kültürüne önem vermeyen (önem vereceği ne kaldı?) o güzel hanımefendilerden biri karşıma çıkar umuduyla her boş anımda, hatta bırakın boş anımı işimin gücümün yoğun olduğu zamanlarda bile durmadan, bıkmadan çet yaptım. Her yeni çıkan çet programını yükledim, bütün paralı çet odalarına kaydımı yaptırdım, hatta bir dönem yabancı bayanlarla anlaşabilmek için İngilizce öğrenmeye kalkıştım ama hiçbir şey öğrenemedim. Uğraştım, aradım, yılmadım, bekledim, umudumu besledim ama umutlarımın saflığına layık olmayan bu talihsizlik beni mahvetti. Sözü fazla uzatmak istemiyorum bu yüzden bu talihsizlik hakkında ne biliyorsam kendi iyiliğim için size anlatmak zorundayım ama kimi zaman duygulanır kendime hâkim olamazsam ne olur beni bağışlayın.
Bilirsiniz çet yaparken nikneymler vardır ve şansınıza bu nikneymlere birer selam gönderirsiniz. Ama bu sefer çok iyi hatırlıyorum o bana ilk selamı vermişti ve nikneymi de “hüzün gülü”ydü. İlk konuşmaya başlayışımızda herhangi bir konuşma olacağını sandım ama o diğer kızlar gibi değildi. Dili o kadar tatlıydı ki… Cümleleri sanki birer kitaptan kopya ediyor, insanın ruhunu okşayacak şeyler söylüyordu. Karşısındaki erkeği tartmıyor, ona güvensizlik göstermiyor, onun karakterini çözümlemeye çalışmıyordu. Anlattığına göre özel bir üniversitede öğrenciydi. Yaşını sorduğumda yirmi dört olduğunu söyledi. Ben “aramızda on yaş var” dediğimdeyse, kendisi için yaşın, tipin, biçimin, paranın pulun önemli olmadığını, kendisinin duygu yüklü, sadık ve samimi bir erkek arkadaş aradığını, gayesinin ise kısa bir arkadaşlıktan ziyade evlenmek olduğunu belirtince sanki ağzımdan içeri her yanı sarı ışıktan bir umut kuşu girdi ve gidip yüreğimin en titrek noktasına kondu. Sonrasında aklımızdan parmaklarımıza dökülen her meseleden konuştuk. Birbirimize çocukluğumuzu, zevklerimizi, hangi yemekleri yapmayı bildiğimizi, hangi ülkeleri görmek istediğimizi, nasıl birer eş bulmak istediğimizi, her şeyi anlattık. Ona en güzel ne yaptığını sorduğumda gülerek (gülmek böyle :) ifade edilir çet dilinde) menemen deyince ve sonrasında “e bu kadar sohbete bir menemenimi yersin artık” yazınca yüreğimdeki umut kuşu tüm çılgınlığı ile kanat çırptı. Bana bir resmini göndermesini isteyince “kameram var deyip, benimde kameram olup olmadığını” sordu. Elbette ki kameram vardı. Birbirimizin mesenger adreslerini alıp, birbirimizi arkadaş listelerimize ekledik ve kameralarımızı çalıştırdık. Kamerasının aktif olmasını beklerken hem delicesine bir heyecan duyuyor, hem “Allah’ım ne olur bu tatlı dilli kız çirkin çıkmasın” diyerek umutla dua ediyor, hem de çirkinliğim hakkında ne düşünecek diye tedirginlikten tir tir titriyordum. Kameralarımız açıldı ve ben kelliğimi ilk görüşte bir nebze gizleyebilmek için, iki avucumu “kara kara düşünüyor gibi yaparak alnıma dayamıştım.” Kafamı kaldırıp kamera ardından bana el sallayışını görünce elim ayağım birbirine dolandı. Allah’ım, o ne güzellikti ya rabbi. Bembeyaz bir ten, oval, dolgun bir yüz, tam ortasında iki kabarık, kiraz renkli dudaklar, iri siyah gözler ve başından boynuna doğru hafif eğik yaylar gibi başının sağlı sollu etrafına dökülmüş açık kızıl saçlar… Enseden askılı bir tişört giyindiğinden dolgun beyaz omuzları açıktaydı ve ben daha onu görür görmez ilk görüşte bu omuzları dudaklarımın tüm şefkati, hasretimin, umudumun, sevincimin tüm sıcaklığı ile öpmek istedim. O beni görünce, sanki karşısında kendisine layık olmayan bir adam yokmuşçasına samimiyetle gülümsedi, el salladı ve tebessümünün ardındaki parlak incilerle yüreğimdeki kuşun taa yüreğini titretti. Onun gibi bir kızın karşısına çıkmaya layık mıydım? Layık ya da değildim, sonuçta Allah bekleyişimin, hasretimin, umutlarımın ve onları yakalama konusundaki ısrarımın ödülünü bana vermişti. Sevinçle, neşeyle, içimizde samimiyete karşı biriktirmiş olduğumuz acıtmaya başlamış açlıkla birbirimizle konuşmaya devam ettik. İkimizde o kadar mutluyduk ki, sanki doğuştan üzerimizden eksik olan parçalarımızı bulmuştuk. Akşam yedi gibi konuşmaya başlamıştık, gece iki buçuk, üçe kadar muhabbetimiz devam etti. Onunda, benimde gözlerimiz uykusuzluktan kapanmaya başlayınca birbirimizin telefon numaralarını alıp vedaya hazırlandık. Bir gün sonra buluşma kararı da almıştık. Kamerasını kapatırken “gözlerime bak” yazıp, bana o güzelim dudaklarıyla bir öpücük verince gövdemin içinde ılık ılık bir şeyler gezindi.
Aklıma öyle bir düşmüştü ki gece boyu gözüme doğru dürüst uyku girmedi. Ne zaman gözlerimi kapasam karşımdaydı ve ne zaman iki dakika dalsam hemen başrolde onun olduğu bir rüya görüyordum. Bu uykuların çatlak anlarından birinde aklıma annemin bir sözü takıldı. “Allah insana rüyasına düşürdüğünü nasip edermiş.” Bu söz beni o kadar umutlandırdı ki bedenimde uyku namına bir şey kalmadı. Zaten sabah ezanı da okunuyordu, her şeyin yolunda gitmesi için namaz kılıp dua edecektim. Buz gibi suyla abdest alıp, namaz kılmaya başladım. Sabah namazının kaç rekât olduğunu bilmediğim için yoruluncaya kadar kıldım. Hayatımda kıldığım ilk sabah namazıydı. O kadar enerjik, o kadar dinamiktim ki sanki beş yıllık bir uykudan yeni uyanmıştım. Daha saat sabahın beşini yeni geçiyordu ve spor yapmak istedim. Şortumu giyinip mahalle parkının etrafında on beş dakika kadar koştum. Terin suyun içinde kalmıştım. Eve geldim, traş oldum, duş aldım. Üzerime en yakışan elbiseyi uydurabilmek için neredeyse yarım saatlik bir giy çıkardan sonra kahvaltı hazırlamaya üşendiğimden, kahvaltıyı dışarıda, su böreği ve sütle yaptım. Dükkâna her zamankinden yaklaşık yarım saat önce geldiğim ve kılık kıyafetim her zamankinden daha düzgün olduğu için dükkândaki çocuklar şaşırdı ve işin içinde bir şeyler olduğunu anladılar ama ben hiç renk vermedim. Daha ilk adımlarımda herkese çay ve poğaça ısmarlayacaktım ama işkillenmelerinden korktum. Dükkânın geri tarafındaki ofisime girip masamdaki bilgisayardan internete bağlandım. Gazetelere göz gezdirdim. Aramasını bekliyordum hatta aklıma onu arama düşüncesi düşmüştü, elim telefonuma gidip geliyordu ama onu erkenden rahatsız edip kendi haneme eksik puan yazdırmaktan korktum. Vakit bir türlü geçmiyordu. İnsanın hayırlı işleri, olmasını istediği işleri için beklemesi ne kadar büyük bir sabır meselesiydi? İçimde ne kadar büyük bir neşe hâsıl olmuştu ki, bir çayımı içmeye gelen alacaklılarıma neyi almayı ima ediyorlarsa bir an önce verdim çünkü canım yapayalnız kalıp onun hayalini kurmak istiyordu. Önümdeki bir noktaya dalıyor, gözlerimin önünde gözlerini hayal ediyor, o güzelim beyaz, dolgun ellerini öpüyor, canlı yanaklarından makas alıyor ve –söylemesi ayıp- bazen de daha ileri gidiyordum. O hep karşımda gülümsüyor, ben ona yaklaştıkça bedenine daha da yaklaşmam için yumuşuyor ve beni benden ediyordu. Tam dudaklarımı omuzlarına doğru uzattığım bir anda telefonum çaldı. Cep telefonumun ekranında onun ismini görür görmez telaşlandım ama kendimi toparladım. Bir dakika kadar hal hatır ettikten sonra bir saat sonrası için buluşma yerimizi kararlaştırdık. Dükkândan çıkarken dayanamayıp bizim çocuklara “Bu gün öğle yemeğinde benden birer buçuk adana yiyin” dedim. Onlarında gözleri ışıldadı, sevinçten başlarını çevirip birbirlerine baktılar.
Buluşmamıza on beş dakika kala kararlaştırdığımız pastanede bekliyordum. Elimde bir demet gül vardı. “Keşke ilk buluşma için bir şeyler daha alsaydım, buluştuktan sonra nereye gideceğiz, acaba ailesi nasıl bir aile ya da acaba benimle kafa mı buluyor” gibi çeşitli düşünceler aklımı meşgul edip duruyordu. On dakika geçmedi ki bütün alımlılığı ve güzelliğiyle, tüylerine pırlanta tozları saçılmış bir kuğu gibi içeri girdi. Kamerada göründüğünden daha da güzeldi. Oturduğum masaya doğru yürüyünce ne yapacağımı şaşırdım. Ayağa kalkıp esas duruşa benzer bir duruşa gömüldüm, bana doğru yürüdükçe yüzündeki tebessüm yayıldı, tebessüm yayıldıkça ben gevşedim. Karşısındaki erkeğe ne kadar hoş bir enerji aşılıyordu. Karşımda durunca tüm titrekliğimle tokalaşmak için elimi uzattım ama o bunu umursamayarak kollarımdan tutup beni yanağımdan öptü. O an etrafımdaki her şeyi tutup tutup boşluğa fırlatmak, dünyanın en mutlu adamı olduğumu haykırmak istedim. “Yanıma oturmak istediğini, böylece bana daha yakın olacağını” söyledi, “hay hay” dedim. Koyu bir sohbete başladık. Öyle bir üslubu vardı ki, hayatımda ne annemde, ne kız kardeşlerimde, ne de diğer bayan tanıdıklarımda bu kadar sıcak ve samimi bir muhabbete rastlamıştım. Bir saat kadar bu pastanede birçok konu hakkında konuştuk. Normalde ileri derecede pısırık olan bana deli cesareti vermişti. Ona “haydi bir şeyler yiyelim” dediğimde “Olmaz bana gideceğiz ve sana menemen yapacağım, sözlerimi tutmazsam rahat edemem” dedi. Ona da “hay hay” deyince yola koyulduk.
Evi lüks bir sitedeydi ve ben sitenin parkına arabayı park ederken “ne olur eve ayrı ayrı çıkalım, birileri görecek diye tedirgin oluyorum” dedi. Elbette, haklıydı ve hatta çekingenliği çok hoşuma gitti, kabul ettim. O binaya girdikten yaklaşık beş dakika sonra bende arabadan çıkıp, girdiği bloğa dalıp verdiği numaranın zilini çaldım. Kapıyı otomatikten açtı. Asansör katına çıktığında kapıyı açmış beni bekliyordu ve üzerinde kasıklarına kadar açık, omuzlarından askılı, gri bir gecelik vardı. O görüntüsü elimin ayağımın titremesine, aklımın başımdan gitmesine sebep oldu, üzerine atılmak istedim ama dengeli davranmak zorunda olduğumun farkındaydım. Usulca içeri girdim. Kapıda ayakkabılarımı çıkarırken elimden tuttu ve bende gayrı ihtiyari olarak salona doğru yürürken beline sarıldım. Çenemin altındaki omzuna bir öpücük kondurdum. Gülümsedi, elindeki elimi şefkatle sıktı. İçeri girdiğimizde evde bir bilgisayar, geniş bir kanepe, üzeri boş kola kutuları ve içi kraker dolu küçük tahta kâselerle kaplı bir masadan başka bir şey yoktu. Lükslüğü göz dolduran pofuduk kanepeye yayılarak oturdum. Oda geldi kucağıma oturdu. Yumuşak ve dolgun etlerini baldırlarımda, nane kokan hoş nefesini suratımda hissedince tarifini şu anda yapamayacağım bir duyguya kapıldım. Gözlerimin ta içine bakarak “sana rastladığım için ne kadar şanslıyım” deyince yüreğim şefkatle doldu. Dudaklarımı dudaklarına dokundurdum, gülümsedi, dolgun, buruşuk dudaklarıyla kelimi öpünce utandım. Kelim için “ne kadar şirin” deyince pek inanasım gelmedi ama neden benle dalga geçsindi ki? Sonra tekrar dudaklarıma yöneldi. Dayanamadım, tam ellerimle geceliğini kaldırıp belini okşayacaktım ki kucağımdan kalktı. “Soda ister misin?” deyince “İstersen zehir getir, onu da içerim” dedim. Elindeki şişeyi alarak, sodanın sertliğini hiç umursamadan bir dikişte içtim. Ciğerlerim yandı. Sonra kucağıma tekrar oturdu. Dudaklarının tüm gücüyle dudaklarımı emmeye başladı. Dayanamadım. Geceliğinin kalçasına düşmüş kısmını kaldırarak belini okşamaya başladım. O beni öpmeye devam ederken geceliğini üzerinden sıyırdım aldım. Üzerinde sadece kırmızı bir sutyen ve külotu kalmıştı. Sutyeninin arkasındaki minik tırnağı da çözünce iri, bulutlar kadar beyaz ve dolgun göğüsleri önüme yayıldı. Acımasız bir iştahla ellerimi tir tir titreyen bu iki beyaz mucizeye uzatıyordum. İçi su dolu ipek bir kırba hissi uyandıran bu mucizenin hoşluğu ayalarımdan beynime doğru yükselirken bir garip ağrı saplandı başıma. Hem acı çekiyor, hem uyuşuyordum. Beynimdeki zonklar şuursuz depremler gibi sarsıyordu kafatasımı.

Gözlerimi açtığımda başımda şiddetli sayılmayacak bir ağrı vardı. Zonklamalar tamamıyla kaybolmuştu ama onun yerine omuzlarımdan topuklarıma kadar şerit şerit yayılmış bir uyuşukluğun içindeydim. Kendimi o kadar yorgun ve bitkin hissediyordum ki, ayağa kalkmaya bile halim yoktu. Az önce kucağımda oturduğu kanepede sevişmiştik galiba. Nasıl bir tutkuyla seviştik ki zevkten bayılmış olmalıydım. Uyuşukluğum, ağrılarım, şaşkınlığımla birlikte birkaç saniye gözlerimi etrafta gezdirdikten sonra katı bir gayretle belim üzerine dikildim, onu çağırdım, ses soluk çıkmayınca bağırdım. Yoktu. Herhalde marketten bir şeyler almaya gitmişti. Gelince ona evlenme teklif etmeye karar verdim. Sabırsızlanıp cebini aradım, telefonu kapalıydı. Beklemekten sıkılınca üzerimdeki engelleri umursamayarak ayağa kalktım. Başımın ağrısı arttı, bayılacak gibi oldum. Başım dönüyordu. Kenarda duran külotumu giyindim. Ardından da, gömleğimi… Pantolonumu almak için eğilince gömleğimin sırt tarafında bir ağır bir ıslaklık hissettim. Birkaç damla kan yayılmıştı. Gömleği çıkardım. Arka tarafımdaki aynaya dikkat kesilince sırtımın iki yanından, kenarından minik kandamlaları sızmış çizgisel iki yarık gördüm. Önce ne olduğunu anlamadım, “herhalde sevişirken tırnakları sırtımı yaraladı” diye düşündüm. Elimi bu yaraların üzerinde gezdirince ateşten bıçaklar sırtımdan kasıklarıma doğru indi. O anda acı gerçekle karşılaştım. Hemen telefonuma sarılıp polisi aradım. Polis evin tarifini aldıktan sonra hemen yüz on ikiyi aramamı söyledi. Aradım. Geldiklerini hiç duymadım çünkü geldiklerinde baygındım, kapıyı balyozla kırarak açmışlar.
Şimdi daha önce ne yüzlerini görüp, ne adlarını duyduğum, orasından burasından onlarca kablo, hortum çıkan bu makinelere bağlıyım. Ben buradayken polis ifademi aldı ama bana konu hakkında herhangi bir açıklama yapmadılar. Sadece onunla olan maceramı anlatıp, onun tarifini yaptım. Bundan sonra yaşayacak mıyım ölecek miyim ya da kim benim için ne yapmakta bilmiyorum! Doktorlar, hemşireler her vizitelerinde suratıma ters ters bakıyorlar. Duyduğuma göre kentin çeşitli hastanelerinde benimle aynı macerayı, başka kızlar ve başka evlerde yaşamış birkaç budala daha varmış. Etrafımdaki herkes tarafından uçkur enayisi bir eşek gibi görüldüğümü biliyorum. Olan oldu, ne yapabilirim? Olayın öncesi hakkında konuşmak bana pek koymasa da, bundan sonra başıma gelecekleri düşünmek bile istemiyorum.

sokakfilozofu1@hotmail.com

No comments: