Monday, September 17, 2007

YARIM YAMALAK PSİKANALİZ

Yarım yamalak Pisikanaliz

KKÜ Tarih bölümüne
Geçmiştekilere
Ve
Geleceklere


Aydınlık bile kendinin farkında değil… Bir sır bulması amacıyla kırpıştırıp durduğumuz gözlerimizin önüne koyu renkli ilhamlar mı saçsa, tüm sırlarlarını ışıktan tepsilerde önümüze sunup bulutların, ağaçların, yolların ve hengâmenin gizem sandığımız yetersizliklerini önümüze mi saçsa bilmiyor. Sadece aydınlık mı? Rüzgâr kararsız, önümde duran kahve fincanı, sabah kokusu ve renkler… Psikopat ama ağır kalemli yazarların düş ülkelerinden kaçmış poposu yanık birer sevda gibi aptal aptal kendilerine bir yer aramaya çalışıyorlar. Ben benekli ipek kravatımı gevşetiyorum. Kendi hayat hikâyesini herkesten çok merak eden okumuş bir züppe olabilir alt tarafı bu oyundaki rolüm? Hem ben çağdaş bir insanım, rollere alışkınım. En çokta tüm alıklığına rağmen sorgulayan, tüm açgözlülüğüne rağmen doygun, yozluğuna karşın yüce, cehaleti karşısında bilge rollerine… Örneğin “Kahverengi adlı renge kahve icat edilmeden önce ne demekteydiler acaba?” Geçenlerde duydum birde vişneçürüğü adlı renk varmış. Bir renge isim vermek için zavallı bir meyvenin çürümesini beklemişler! Hanımefendi, sizce Fatih Sultan Mehmet neden patates yemezdi?” Ne kadar ilginç diye şaşırmayacağım çünkü biraz geçte olsa insan için ilginç bir şey olamayacağının farkına vardım. İsteyelim ya da istemeyelim yüreğimizin ve beynimizin gök enginliğindeki boşluklarında maymun, tosbağa, gergedan ve sinek sürüleri besliyoruz.
Şimdi aklımın hatıra yollarının üzerinden yerli yersiz, tekerleri çatlak kağnılar gibi gibi ağır aksak geçen bu hezeyanlar herhangi bir insan tarafından kanıyla, canıyla, sesiyle, soluğuyla yaşanmış değil de, usta bir yazarın geniş hayal gücü ve büyülü anlatım usulleriyle çeşitli öykülermişçesine kâğıtlara dökülseydi acaba insanlar bu hezeyanlar hakkında neler düşünecekti? Bilindiği gibi birçok insan ellerine geçen her fırsatta hayatlarının birer roman olduğunu ifade eder durur. Emin olun eğer birkaç basit roman okusalar bunu bir daha iddia etmezler. Ama insanlar yaşamlarının basitliğini ve boşu boşunalığını ve gereksiz bile denmeyecek ayrıntıların peşinde çürütülmüş yılların hayıfını bir şekilde birkaç teşbihle örtmek zorundadırlar. Bu bir tutkudan ziyade her şeyiyle müspet bir ihtiyaç… Bu yüzden ben yazsam hayatım roman olur demeyeceğim. Hiçbir şey demeyeceğim, sadece bir şeyler söyleyeceğim ki buda birilerinin boş vakitlerini öldürme amacından ziyade olacak. Teşbihte hata olmaz, hani insan bir şeyler yer ve vücut yediklerimiz içindeki gereksiz ve hatta zararlı unsurları ayrıştırır ve atar. Bu atış esnasında burnumuza gelen pis koku ve attığımız bulamacın yapışkan, tipsiz, kirli ve tiksinç varlığı bizi rahatsız eder ama bu çok kısa sürelidir. Atar ve kurtuluruz. Herhalde ruhta aynı şeye ihtiyaç duyuyor. Oda bilincimize yedirdiğimiz hayat hikâyemizin içindeki gereksiz ve hatta zararlı unsurları çıkarıp atma gereksinimi duyuyor. Bu unsurları dışarı çıkarırken adını anmak istemediğim o bulamacı çıkarırken yaşadığımız sıkıntılara benzer sıkıntılar yaşıyoruz. Sadece bu sıkıntı iğreniş ve bulanmayla sınırlı kalmıyor. Bu seferki sıkıntı daha içsel, daha alegorik, saha stresli ve daha acı oluyor. Çünkü tamamıyla insana ait ve vebaya maruz bir kentin çaresizliği gibi acıttıkça acıtıyor. Biliriz ki itiraflar ister kendi kendine, ister karşınızdaki başkalarına olsun, kendi yaşam öyküsünden memnun olmayan bir insan için en kırçıllı yaralanışlardandır. Şimdi beni dinlerken kafası fazla çalışmayanların bu adam düşünecek başka bir şey bulamıyor mu diyeceğinden de eminim. Kafasının fazla çalıştığına inanan gizli depresiflerse “ vay be adam gerçekten derin adammış” diyebilirler. Kendilerinden başka kimsenin kafasının çalışmadığına inananlarsa muhtemelen “ben beyinsiz miyim ki bunları okuyorum” diye düşünecektir. Bende bu heyezanları sanki iddialı bir öykünün parçalarıymışçasına anlatırken de “vay be, işte kafam gıpta edilecek kadar” çok çalışıyor diye göğerirde göğeririm. Etrafımızda dolaşıp duran cinler ve meleklerde “bu insanlar her şeyi bir akıl meselesi yapacak kadar saf mı?” diye şaşırır dururlar. Alt tarafı bir yumak hezeyan işte yahu… Al tarafı çürük bir haleti ruhiyenin saçmaları ve ne sadece bana ve ne sadece benim yaşantıma ait, belki de tek büyüleyiciliği buradan yükseliyor, tüm gizemi kapsayıcılığında.
Hezeyana dair bir tanım yapmam gerekirse, ağır ağır deliriş, güzellikler karşısında bunayış, çirkinlikler karşısında saplantı ve felaketleri unutamama durumu diyebilirim. Bu sadece benim zayıflığımın tarifi olamaz. Ben ve hezeyanlarım belki de bir yok oluşu ortak bünyemizde heterojen olarak ile paylaşıyoruz.

Aslında yalnızlık insan için pek hayırlı bir durum değildir ve bunun böyle olduğunu ifade eden bir sürü bilge vardır. İnsanın aklına en kötü şeyler yalnızken geliyor. Herhalde insan için en tehlikeli yoldaş kendi benliği ve bu yüzden kendi benliği kadar başa bela olmayacak diğer insanlarla kaynaşması ve bu kaynaşmışlığı hayatının vazgeçilmezlerinden biri haline getirmesi kendisi için hayırlı bir tercih oluyor. Mesela ben yalnız kalınca hemen gözlerime dikenli bir ağırlık çöküyor. Böylece benliğimin sırtından indiremediği yükler benim kollarıma doğru hevesle sıçrıyor.

İki göz kapağım birbirine değer değmez önce flu bir bahar canlanıyor önümdeki zavallı enginlikte. Kıyasıya bir karanlık değil, sanki insanın gözlerinin önüne koyu gri bir mukavva yerleştiriyorlar. Sonra bu flu baharın önünde buğulu bir manzara canlanıyor. (Galiba dulluğumun başıma vurduğu bir zaman diliminin içindeyim) gözlerimin önüne, üniversite yıllarımın kara çıbanları olan ve bir çuval sebepten dolayı bırakın bedenlerini, beyaz dişlerindeki parıltılara bile asla sahip olmadığım o güzelim kızlar, bir kanatları kopuk kelebekler gibi yalpa yalpa uçuşuyor önümdeki zavallı enginliğin pusunda. Kabarık saçlarının sarı, kumral, siyah bukleleri parlak gerdanlarının etrafını pahalı madenlerden demir parmaklıklar gibi sararken, ben uzak bir köşede acı demli bir çayı yutkunup, kuru bir tostu kemiriyorum. Onlar boyları bir seksenden fazla, babayiğit sevgililerine damaklarının canlılığını, dişlerinin berraklığını hediye ediyor. Benim yüreğime iç cebimdeki ucu sivri kalemler batıyor. Her gülüşlerinde göğüsleri, taze muhallebi öbekleri gibi ince ince, dolgun dolgun, titriyor. Utanıyorum, sanki o kızların babaları ağabeyleri gibi… Düşünüyorum “Acaba bunlar sevgilileriyle orda burada öpüşüyor mudur?” diye. Ne zaman ellerimi uzatsam herhangi birine, buharlaşıyorlar. Yalnızlığın kanatışı akla acayip acayip şeyler getirirdi o zamanlar şimdi ki gibi! Keşke görünmez olsam da onlara daha yakınlarına ulaşabilsem, hatta yaralasam gülüşlerinin parlaklık ve canlılıklarını hediye ettikleri bu babayiğit kalasları. Acaba geceleri birbirlerinin evlerinde kalıyorlar mı? Bana ne! Gözlerimi açıyorum. Kısa sürede nasıl büyük bir bağımlılık yapıyor ki bu acayip seyri suluk gözlerimdeki fluluğun ardındaki basit manzaradan korkuyorum. İtirafta etmeliyim, aslımda korkmam gereken o fluluğun ardındaki bahar ama dayanamıyorum. Geçmiş eğer sadece zaman olarak geçip, içindekileri kor kor yanan demir kazıklar gibi hafsalanın kıyısına köşesine çakıyorsa, o zaman o geçmişten ziyade, çat kapı, hasetçi bir karabasana dönüyor. Hem insan gibi acı tiryakisi bir yaratığın eski defterlerdeki acı tozları yutmaktan daha aykırı bir hazzı olabilir mi? Olamaz. Bu yüzden bu fluluğa tekrar gömülüyorum. Havası yarı yarıya inik bir top, ellerimizde ekmek arası peynir, tereyağı… Ankara sıcağı, ağıt yakan kadınlar gibi sağa sola yatıp kalkan kavaklar, eli bastonlu, kafası takkeli ihtiyarlar –ki bir gün onlara dönüşeceğimizi umursamadan onlara kaplumbağalar derdik. İki namaz araları daima cami ile evleri arasındaki yolda geçerdi- hamile kediler, uyuz köpekler ve çöp arabalarından mürekkep bir manzara. Recep ilkokul öğretmeninin sıska oğlu… O topu bana tekmeliyor, ben topu ona tekmeliyorum. Gayesiz ama eğlenceli bir oyun. Sanki dünyayı ikiye bölüp yarısını Recep’e, yarısını bana vermişler. Neyse, top bacağımın beceriksiz vuruşlarından birine denk geliyor. Selde sürüklenen bir tahta parçası gibi aceleyle Pazarcı Selahattin’in kamyonetinin altına giriyor. Recep çelimsiz bacaklarıyla kamyonete koşuyor. Soldan giriyor topa yetişemiyor. Sağdan dalıyor, topa sıkıştığı yerden bir yumruk atıyor. Top özgür… Tam o sırada Pazarcı Selahattin ağzında sigara kahveden acele ile çıkıyor. Ağzında koyu beyaz dumanlarla, analı avratlı, oralı buralı küfürler… Kumarda kaybetmiş olmalı. Hiçbir şey demeden çevikçe kamyonete atlıyor. Hala Recep kamyonetin altında çıkmaya çalışıyor. Selahattin kontağı çeviriyor. “Abi çalıştırma diyorum” yüzüme bir timsaha bakar gibi bakıyor. “Ne var lan”. Abi arkadaş kamyonetin altında”. “Ne diyorsun lan eşşeoleeşşeğen oğlu”. Selahattin ne demeye çalıştığımı anlamak bile istemiyor. Vitese takıp gaza basıyor. Tam o anda Recebin küçük kara gözleri vadesi dolmuş bir volkanın ağzı gibi büyüyor, ağzında uçsuz bir kara deliğe gömülen soyut bir çığlık. Lastiklerin altına denk gelen yumuşak tümsek Selahattin’e hatasını anlatıyor. Kamyonetten iniyor, sonrasında ayağı henüz kopmuş bir güvercin gibi çığlık çığlığa çırpınıyor. Ben donduğumu hissediyorum, sadece ellerimi hızla gözlerime yapıştırabiliyorum. Ağlayamıyorum bile. Yedi yaşında bir çocuk nasıl bu kadar şaşırabilir? Tüm mahalle Recep’in, Selahattin’in ve kamyonetin başına toplanıyor. Gözlerimi açıyorum. Kimlerin nerede nasıl ürettiğini bilmediğim ama sanki ömür boyu benim olacaklarmış gibi sahiplendiğim onlarca biçimsiz eşya ile dolu bu çatlak çevrede şimdiye ve kendi her şeye kayıtlı farkıma varıyorum. Anılara dalmak insanı acıktırıyor. Bir pespaye açlık çörekleniyor midemden yüreğime, oradan beynime… Şöyle kol kadar bir dürüm, acılı Adana kebap olacak. Yanında manda yoğurdu, şalgam suyu, sumaklı soğan salatası, minik minik Arnavut biberleri… Bir timsah iştahıyla saldırılmalı, önce koca bir ısırık dürümden, etin yağı ve biberin lezzeti dilde yayılırken, Arnavut biberleri atılmalı üstüne, acının acısı ve ekşinin ekşisi… Sonra acılı şalgam kavurmalı dili ve tam feryadın yükseleceği sırada bir kaşık yoğurt. Yapayalnız olunmalı ki kabalığım, açgözlülüğüm, lezzete kanma telaşım yadırganmamalı. Dudaklarımdan çeneme akan kızıl renkli yağlar tiksindirmemeli kimseyi… Her insan bir hazzı paylaşmaya layık değildir ki! Her insana açarsak gizemlerimizi duygularımızın ve aykırılıklarımızın ne anlamı kalır… Zaten duygu kutularına köy çeşmesi muamelesi yapan zavallıların ve her yüzlerine gülümseyeni beyaz atlıları sananların ayrılmazı değil midir bunaltı… Evet her insan hazlarımızı paylaşmaya layık değildir. Bu düsturu kendime öğrettim, her yerde söyledim, her yerde geçerliliğini anladım ama ahh annemle babam! Onlara bir türlü anlatamadım. Onlar anlamamakta diretti ben gözlerimi kapadım. İşe başlayalı bir yıl bile olmamıştı. Elim ekmek tuttu diye annemde hayatımda gördüğüm en karıncalı telaş başlamıştı. “Paranı çar çur etme beyaz eşya al… Paranı çar çur etme mobilyalarını al… Oraya buraya takılıpta maaşını zelil etme, evlendireceğim seni”. “Kiminle anne”. “Handan Hanım’ın kızı Zeliha’yla”. “Ama anne”. “Oğlum sus, kız öğretmen, sen banka memuru geçinir gidersiniz, ileride çocuğunuz olursa da ben bakarım”. “Ama anne”. “Uzatamasana oğlum, Öyle gidip de gönlünü onun bunun gün görmemiş açlarına kaptırma, analık hakkımı helal etmem cehennemde cayır cayır yanarsın wallaha”.
Zeliha ile aynı mahallenin çocuğuyduk. Annesi annemle iyi anlaşırdı. Gün geldi büyüdük, ben iktisat okudum, o öğretmenlik. Ben mahallenin ana kuzusu, pısırık delikanlısıydım, o mahallenin motoru. İlk başlarda bir kıza neden “motor” derler anlamadım. Aklıma acayip şeyler geldi ama alt tarafı bir lakap deyip geçiştirdim. Samimi arkadaşlarım olsa mahallemde sorardım “bu kıza neden motor diyorsunuz?” diye ama bu garip soru için gerçekten imkanım olmadı. Hem Fevzi’ye “Dana Fevzi”, Engin’e “Yalayıcı” diyorlardı, Savaş’a ise “Hortum”.
Bir gün cesaretimi topladım, karşısındaki aç aslanların vahşiliğine rağmen hayatta kalmak zorunda olan bir gladyatör gibi çıktım annemin karşısına. Daha ilk cümlemi kurmadan çolak bir çelimsize yenilmiş bin namlı bir pehlivan gibi ezik ezik titremeye başladım. “Anne ne olur kızma ama ben Zeliha ile değil, Bekçi Haydar Bey’in kızı Güllü ile evlenmek istiyorum”. Karşısına şeytan çıksa bu kadar dellenemezdi annem. “Nereden bey olmuş o boyunsuz aç!”. İlk cümlesi buydu ama işi biliyordu annem. Devletin uyduruk televizyon kanallarından halka seslenen uyanık bir merkez sağcı başbakan gibi sözlerine çok dikkat etmesi gerektiğinin farkına vardı. Cennete düşmüş gibi ferahladı, gevşedi. Nasıl bu kadar huyu, türlü türlü duyguyu, bin bir türlü suratı barındırıyordu yüzünün gerisinde. Kucakladı beni bağrına bastı. Sesi kadife bir yastık gibi yumuşak ve güven vericiydi. Sanki dünyadaki en görmüş geçirmiş insandı. “Oğlum Bekçi Haydar dediğin kim? Dört gün sonra emekli olsa senin eline bakakalacak. Kızı Güllü desen… Ne boyu var, ne posu var… Manda götü, yarım dünya! Neyle besleyeceksin, nasıl doyuracaksın. O kız memeleriyle boğar seni. Hem sekreterlik yapar oğlum o kız, kim bilir kaç kucağa oturmuştur (bu deyimin anlamını biliyordum) şimdiye kadar. Anlaştım ben Handan Hanım’la, habersizce sözledik sizi. Sözümden çıkma oğlum, yoksa mahşer gününde yapışırım yakana”. Ya doğruysa, ya Güllü onun bunun kucağına oturduysa? Bir şüphenin etrafımı sardığı uğursuzlukla evliliğe koyuldum. Mağazalar, senetler, kira kontratları, düğün salonu pazarlıkları, babamın kasılan göğsü, pastaneler, düğün davetiyesi, anamın tatminsizliğinin dimdik timsali kalın kaşları… Sonra Zeliha! Bir gün muhabbetle bakmadı suratıma. Düğünümüzde bile gözleri mahallenin jöleli saçlı, geniş omuzlu, kalın kollu delikanlılarındaydı. Bir imza ile koskoca bir kara deliğin kenarına çürük bir sakız gibi yapıştı buruşuk ruhum. Güllü’yü mahallenin en gerzek adamı Bakkal Muharrem’e verdiler. Herkes mutlu, ailem gururlu, Zeliha mutmain, ben ise maskaralığından utanan bir maymundum. Fazla değil, on ay geçmemişti ki motorun ne demek olduğunu acı bir şekilde anladım. İshal olduğu için izin alıp eve gelen ben, gereksiz kâğıtlar gibi buruşturulup yere atılmış elbiseler, yatak odam, pişkin Zeliha, kıl yumağı iri yarı, şaşkın bir adam (sonradan öğrendim, edebiyat öğretmeniymiş)… Bir felaket kompozisyonu için gayet yeterli malzeme! Eve gittim, olanları anneme anlattım. Bu sefer hayatını tavla zarından değersiz gören bir devrimci maskesi takmıştı. “Yanıldım oğlum ama yılmayacağım, sana daha helal süt emmişini bulacağım. Haaa unutmadan, boşanma davasından önce konuşmayı unutma, koltuk takımı ile beyaz eşyaları sakın kaptırma, hepsini en son modelinden almıştık!” Sapsarı dişli, ıslak ve uyanık sıçanlardan başka bir şey değildi etrafımdaki ateş çemberini oluşturan insanlar. Dilimin tüm gücüyle tükürdüm annemin suratına. Suratına bir şişe kezzap atsaydım ancak bu kadar şaşırırdı. Yaşamındaki en büyük şoku yedi, afalladı. Ama kendisini Firavun’un ikiz kardeşi sanan her insan gibi şokundan arınıp saldırıya geçmesi zaman bile almadı. “Püüüüüüüüüü it oğlu it, bir karıya hâkim olamadıysan suç bende mi? Tükürürsün yüzüme ha, emzirdiğim süt sana haram olsun, südüklüğüne taş dursun da şıp şıp şıp işeyeme, emzirdiğim sütü zehir gibi kus”. Afallama sırası bendeydi şimdi. Bir kadın saldırma konusunda bu kadar mı cüretkâr olurdu Allah’ım..
Ayağımdaki pamuklu terliklerle koştum bakkala doğru, asfalt tabanlarımı acıttı, parmaklarım çakıllarla bedenim arasında ezilecek gibi oldu birkaç kez. Tüm mahalle şaşkınlığımı izliyordu. Bakkal Muharrem bakışlarımdan korkmuş olacak ki işaret ettiğim şişeleri uzatırken elleri titriyordu. Muharrem’in sağındaki boşlukta tahta bir taburede oturan karnı burnunda Güllü ise ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Anlamayacak ne vardı ki bunda, ölesiye sinirli bir adam yaklaşık bir düzine süt alıyordu işte. Elimde iki torba dolusu şişe, ne kifayetsiz şangırtılara aldırdım, ne de korka korka, çekine çekine, üzerime dikilmiş gözlere. Eve vardığımda annem deli gibi dövünüyordu, bense tabanımın içinde ceviz büyüklüğünde şişlikler hissediyordum. Annemin dövünüşlerine aldırmadan iki torbayı masanın üzerine bıraktım. Sonra terliklerimi çıkardım ve yerine ayakkabılarımı giyinirken tabanlarımdaki şişlikler yüzünden biraz zorlandım. Adımlarımı beni özleyecek bir dost gibi sıcaklıkla karşılayan sokak, kendi yaşamıma çekeceğim eğri bir çizgi gibi sade ve yalnızdı. Üzerine çıktım. Hüznüm, kaybetmişliğim ve yıkıklığım birleşerek her yanı yeni işlenmiş elmaslar gibi parlayan bir silgiydi şimdi. Bu çürük geçmişe dair ne varsa kafamın içinde, onları hatırımda tutarak her içerleyişimde kara kara kanayamazdım. Keşke dedim birçok kez bunların hepsi, puslu, buğulu, saçma bir rüyanın kifayetsiz parçaları olsa. Kendisi yüzünden cehennemde cayır cayır yanacağım(!) annem bile… Ama değildi, her göz kapayışımda kaşınan bir grilik çıktı karşıma. Sonra çaresiz, gözlerimi açtım.


Şu anda müdürü olduğum muhasebe ve finansal danışmanlık şirketi şehrin en güzel yerlerinden birine konuşlanmıştır. Bir şehrin en güzel yerinin kriterleri nedir bilmem ama herhalde kendinizi huzurlu hissetmeniz oranın en güzelliğine dair herhangi bir kanıttır. Belki burada geçmişime dair birçok yaranın gerisinde kaldığım için kendimi huzurlu hissediyorum ya da buranın, karşılarında kendimi utanıyor hissettiğim insan yığınlarına karşı saklayıcı, kabuğumsu, duvarımsı bir havası var. Belki de adını ve niteliğini bilmediğim başka bir sebep! Bilmiyorum işte, burayı seviyorum.
Pencereden bakınca gözüme çarpan ilk kayda değer şey karşı binadaki reklam ajansının içinde sevinçle çalışan kızlı erkekli grup olur. En yaşlısı otuz yaşında bile değildir. Ellerinden çay kahve düşmez ve bilgisayar masasından kalkmazlar. Her beş dakikada bir birbirlerine laf atar, deliler gibi gülüşürler. Birbirlerine attıkları lafları duyup sevinçlerine ortak olmak isterim ama maalesef! Gözleri ara sıra cam kenarında sigara içen bana takılır. Kafamdaki parlaklığa çarpan güneşin ışığı onları o kadar güldürür ki? Boğazlarından dudaklarına doğru koşuşan mutluluğu gördükçe kelliğime şükrederim. Sonra reklam ajansının bulunduğu binanın solunda kışın duygusal bir griliğin, yazın ise çoluk çocuk cıvıltısının eksik olmadığı bir park vardır. Parkın önünde üzerinden gemi eksik olmayan boğaz ve onun temiz havası… Eskiden bazı zamanlar öğlen yemeklerinde –eğer fazla aç değilsem- tıka basa dolu lokantalar yerine bu parkı tercih ederdim. Ekmek arası ufak bir şey ya da ne bileyim bir iki poğaça, bir şişe süt veya bir şişe ayran. Özellikle simit, çay, beyaz peynir, bahar ışıltısı, çocuk cıvıltısı ve deniz kokusu birleşince insan öyle farklı bir iklimin içine giriyor ki anlatamam.
Ekmek arası döneri eskiden çok severdim ama şimdi yavaş yavaş yaşlandığımdan olacak bedenim hayvansal yağları pek kaldırmıyor. Midem ağrıyor, sanki içerisi bir tutam pencere macunuyla kaplanıyor, ağırlaşıyorum. Ara sıra acı tutkum yüzünden kendime çiğ köfte izni versem de oda ayda bir kereyi geçmiyor. Bazı öğlenleri tekrar elime ufak tefek bir şeyler alıp deniz kıyısındaki bu parka gitmek istiyorum. Hem şu güzelim yaz günü, kayısının, kirazın şeftalinin en şekerli olduğu zaman… Cesaret edemiyorum. Hatta bazen o tarafa doğru kafamı çevirmek dahi bana bir hafif ölüm gibi geliyor, üç beş saniyeden fazla dalamıyorum o tarafa. Altıncı yedinci saniyede gözlerim kapanıyor. Alışkanlığından bıktığım fluluğun ardından bana en yakın bankta, bir adam, bir kadın ve bir çocuk bir bankın üzerinde oturuyor. Elimde ufak bir poşette altı yedi tane tupturuncu kayısı… O kadar lezzetli ki ağzımdaki hoşluğu dilimden tüm bedenime yayılıyor. Denizi izliyorum, gülümsüyorum. Simitçiler, pamuk şekerciler, çiçekçi çingene kadınlar, ayakkabı boyacıları, sevgililer, torunlarının elleri ellerinde gülümseyen nineler, dedeler, rahatlıktan ve oburluktan her yerleri yağ bağlamış ama her şeye rağmen taze, canlı ve çekici zengin hanımlar, körpe bir rüzgâr… Bir park bu kadar park olur ve bir insan ömründe kaç kere bu kadar taze bir ferahlık hisseder… Dememe kalmıyor. Yakınımdaki bankta oturan adam zalim bir komutan tarafından kendisine bir emir verimişçesine ayağa fırlıyor. İri gövdesinin tüm heybetiyle az önce yanında oturduğu kadının başına dikiliyor. Her yeri titrek… Ahhhhhhhhhhhhhh diyerek derin bir çığlık atıyor. Yüreğinden vurulmuş bir ayı gibi yere yığılmak için sadece bir cılız sendeleyişe ihtiyacı var… Ama sendelemiyor. İri kollarının tüm gücüyle kadına bir tokat atıyor. Daha beş yaşında bile olmayan çocuk belki de yaşamında ilk kez karşılaştığı bu vahşetin şokuyla ayağa kalkıp gözyaşlarıyla, çığlık çığlığa çırpınıyor. Kadın yediği sert tokada rağmen adliye saraylarının önündeki eli terazili kadın heykelleri gibi vakur ve dik… Adam kadına aynı şiddetle bir tokat daha atıyor. Kadının ağız kenarından birkaç damla kan taşıyor. Adam gözyaşlarıyla çırpınan kızcağıza dönüp bağırıyor… “Kızıııım annen beni aldatmış, beni aldatmış”… El kadar kız ihanetin ne olduğunu bilmeyecek kadar temiz ve tecrübesiz. O sadece ağlamayı, gülmeyi ve hayal kurmayı bilir. Ama anne babası başka şeyler biliyor! Tüm gözler üzerlerinde, parktaki hafif esinti ve başı gökte çınarlar dahi salınışlarını bırakıp bu manzaranın doğurduğu merakla put kesiliyor. Kadın sanki hiçbir şey olmamışçasına “Ona kızım deme, o hiçbir zaman senin olmadı” diyor. Adamın avuçlarından yükselen daha şiddetli bir tokat daha… Kadın neredeyse darmadağın olacak… Adam bu itiraf karşısında başka çare görmüyor. Elini beline atıyor ve ellerinden bile iri, kapkara bir tabanca… Tok bir pat ve kadının ensesinden yeni olgunlaşmaya başlamış çilekler büyüklüğünde yumuşak, kırmızı etler saçılıyor. Çırpınan kızcağız sapsarı bakır bir kazık gibi olduğu yere çakılıyor… Adamda dünyanın en derin bakışı, depreme maruz bir söğüt gibi titreyerek namlunun ucunu kızcağızın şakağına dayıyor. İlkinden daha tok bir pat, minik yavrucağın gözleri, yanakları, alnı, şimdi güvercinlere saçılmış bir avuç buğday gibi. Allah’ım bu manzaraya şahit olacak ne günah işledim? Ayağa kalkıyorum, ben gözlerini bilinçsizce gözlerime dikmiş adama bakıyorum. Ellerimin gücü kayısıları tutmaya yetmiyor, yanmakta olan bir düğüm gibi çözülüyorlar. Adam namluyu suratıma dikiyor, kelimeyi şahadet getirmek istiyorum ama aklıma bir türlü gelmiyor. Bir tok pat hemen ardından bir tane daha… Boynumun kenarında hafif bir sıcaklık hissediyorum yakıcı değil. Omzumun kenarında başka bir sıcaklık, o biraz yakıcı. Bacaklarım çözülüyor, dizlerimden aşağı doğru inen ağır bir ılıklık… Ben yığılırken genç adam kendi kafatasına, kendi payını veriyor… Gözlerimi hastanede açıyorum. Yüzelli kiloluk bir hemşirenin olgun kavunlar büyüklüğündeki göğüsleri yüzümü teğet geçiyor. Cılız ve peltek bir erkek sesi duyuyorum. “Bu beyefendi gördüğü manzara yüzünden bir şok geçirmiş, kolundaki yara ise mühim değil.” Gözlerimi açıyorum.

***
Bizi biz yapan başımıza gelenlerden başka bir şey değil ama biz mi başımıza geleceklere koşuyoruz, başımıza gelecekler mi karşımıza çıkmak için tetikte bekliyor? Buna verecek herhangi bir cevabım yok, benim yaşam boyunca gücüm başıma gelenleri çekmekten başka bir şeye yetmedi. Belki güç yetirenler vardır ama onlarında başlarına gelecekler o kadar şaşkın ve aptaldılar ki karşılarına çıkmayı bir türlü beceremediler… Ben buna inanıyorum. Anlatması uzun olmayan bir hikâye vardır, biz bu hikâyenin kahramanına benziyoruz. “Hani Süleyman Peygamber’in sarayına bir adam kuşluk vakti telaşla gelir. Hayati bir mesele için Peygamberle görüşmesi gerektiğini söyleyince nöbetçiler adamı hemen huzura alırlar. Süleyman Peygamber korkudan tir tir titreyen adama meseleyi sorar. Adam korkuyla cevaplar.
“Bu sabah karşıma Azrail çıktı ve bana hışımla baktıktan sonra uzaklaştı”. Süleyman peygamber “Peki ne yapmamı istiyorsun?” diye sorar. Adam titreyen gözbebekleriyle yalvarır “Ey insanların en ulusu, dağlar taşlar, kurtlar kuşlar, toprak rüzgâr, senin emrinde, ne olur rüzgârına emret de beni Hindistan’a uçursun. Azrail beni orada bulamaz” der. Süleyman Peygamber adamın haline acıyarak rüzgâra emir verir ve rüzgâr bir esiş, bir gürleyişle adamı Hindistan’ın kara kuru adamlar, filler, maymunlar, ceviz ağaçları ve insan boyunda yılanlarla dolu bir köşesine gönderir. Öğleden sonra Süleyman Peygamber divanını toplayarak divandakilerle konuşmaya başlar. Birde ne görsün Azrail’de divana karışmış oturmaktadır. Azrail’i görünce sorar “Adama neden öyle hışımla baktın.” Azrail gülümser “Ey dünyanın ulu sultanı, ben o adama hışımla bakmadım, hayretle baktım ama o beni yanlış anladı çünkü Allah bana emretmişti ki“ git bu adamın canını Hindistan’da al” Bende bu adamın bin kanadı olsa Hindistan’a uçamaz, bu nasıl iştir diye şaşkınlıkla bakmıştım”. Evet, gerçekten tam manasıyla benim halime dair bir hikâye. Ben ve benim gibi adamlar bir nevi Hindistan arayıcı oluyor, gittiğimiz her yerde Hindistan. Bir gün aynı üslupla aynı olayları bir psikologa anlattım ama bana dünyanın en aptal cevabını bir soru şeklinde verdi. Pişman mısın? Çantamı alıp “Sadece karşınıza çıktığım için” demiştim. Unutamama konusunda yetenekli bir adam olduğum için neden pişman olacaktım ki! Belki birazda fazla kafasına takan bir insandım ama hayır hayır, eğer bunu söylersem kendime haksızlık etmiş olurum, çünkü başıma gelenlerin herhangi olaylar ve hatıra dünyamda bıraktıklarının herhangi şeyler olduğuna inanmıyorum. Ne yapabilirim gözlerimi her kapayışımda önümde diri eziklikler olarak kalıyorlarsa.
Anlatılacak daha çok şey var ama insanın kendisiyle sohbeti bir zaman sonra ciğerleri kaşındırıcı bir boğukluk halini alıyor. Ama bu sohbetlerden hoşlanıp hoşlanmadığımı bile sorgulamadan kendim ile muhabbet etmek zorundayım çünkü istisnalara tenezzül etmezsem gerçekten yapayalnız bir adam olduğumun farkındayım. Kendimden bile koptuğumun ve kısa bir zaman sonra kendimle bile sohbet edemeyecek kadar kütüksü bir yaratık haline geleceğimin de farkındayım. Bu farkında lığın korkusu ile bir zamanlar dindar olmaya da çalıştım ama bu konuda da başarılı olamadım. Hatta söylemesi ayıp araştırmalarım esnasında karşıma çıkan ve yüreklerindeki ilahi aşk yüzünden birer münzevi haline gelip her şeyden geçmiş, dillerini tutamadıkları zamanda canlarından olmuş ve tarihin hayranlığını kazanmış sufilerin kazma kafalı enayiler olduğunu düşündüm. Aslında bu düşünce benim cesaretsizliğimin ve bütünleşmişliğimin bir nevi bilinçaltı ifadesiydi ama ne bileyim işte. Sadece Peygamberler bana muhteşem adamlar olarak göründü ama onları örnek alacak kadar fedakâr, cefakâr ve karakterli bir adam olmadığımı da biliyordum. Dindarlığın bana ağır geleceğini anladığım zaman, her daim özendiğim o kitap kurtlarından biri olmaya çalıştım ama bilip bilmeden aldığım onlarca kitaptan sadece ikisini sıkılmadan, istek ve şevkle okudum. Birisi “Son Yeniçeri” adlı bir romandı ve tüm yetenek ve değerlerine rağmen var ettikleri toplumun ihanetiyle yenilen yeniçerilerin tarihlerinin en acılı diliminden bahsediyordu. Bu romanı ne kadar sevsem de sonunda onurun, kalitenin, vefanın ve yüceliğin habis insanların aşağılık oyunlarını bozma babında bir işe yaramayacağını anladım, moralim bozuldu. Beğendiğim diğer kitapsa İskandinav olduğu koyu mavi gözlerinden ve tavuk derisi kadar beyaz teninden anlaşılan misyoner bir kızın elime tutuşturduğu İsa Peygamber hakkındaki bir tiyatro oyunuydu. O kadar zayıf, o kadar polyanna, o kadar vazgeçmiş, o kadar pespaye bir İsa’ydı ki herhalde onu kendimle özdeşleştirmiştim. Neyse, tahmin edileceği gibi bir kitap kurdu olmayı da başaramadım. Sadece bunlar değil, çapkın olmaya da çalıştım başaramadım, alkol tutkunu bitirim rolünü de oynayamadım, hayır işlerine soyundum. Çünkü gelirim toplumun geri kalanına göre iyiydi ve bu geliri kendimden başka paylaşacak kimsem yoktu. Hayırsever bir adam olmaya karar verdiğim zaman içimdeki karanlığa nasıl bir cimriliğin sıkışmış olduğunu gördüm. Bir hayır derneğine üye oldum ve derneğin oluşturduğu beş kişilik gruplardan birine katıldım. Kimi zaman muhtaçları giyindiriyor, kimi zaman onlar için çeşitli eşyalar alıyor, kimi zaman ise aramızda topladığımız parayı ellerine sayıyorduk. Bu parayı sarf ederken kalp atışlarım öyle hızlanıyordu ki birçok kez neredeyse öleceğimi zannettim. Bu dernek bünyesinde çeşitli şekillerde sarf etmeyi başardığım bu paranın rüyalarımdan çıkmayıp, uykusuzluğu başıma bela bir hastalık haline getirince ondan da vazgeçtim. Yurt dışına çıkıp çeşit çeşit ülkeler, insanlar, kültürler görmek istedimse de Macaristan, İran ve Fransa’ya yaptığım gezilerde karşıma çıkan her unsur aptal birer ayrıntı gibi canlandı kafamda. Ne gördüysem eleştirdim, yeni kültürler yerine, yeni saplantılarla tanıştım. Gezgin olmaya dair herhangi bir başarı da elde edemedim!
Bu kadar çabanın sonucunda ister istemez bir konuda başarılı oldum ki bu başarıda ileride başıma dev belalar açacağa benziyor. Oburluk! Elimi attığım her yerde kuruyan tatminlerimi market torbaları, tencereler ve salça, yağ, baharat kutularında buldum galiba! Özellikle son üç dört yılda feci bir yeme tutkusuna kavuştum. İddia edebilirim ki şu anda ne halde olduğunu bilmediğim annemden daha güzel yemekler yapabiliyorum. Normalde insanların üç öğün ve iki üç çeşit olan yemekleri bende bazen- özellikle de vaktimin çok olduğu hafta sonları- beş altı öğüne ve her öğünde beş altı çeşide kadar çıkıyor. Belimin kenarlarındaki boşluklar dolmak bir yana, içine su doldurulmuş baloncuklar gibi lop lop şişti, kabarmış göbeğimin üzerinde yarım karışlık etten bir kemer oluştu ve göğüslerim şimdi sıkılı birer yumruk gibi şişkin, tombul bebeklerin yanakları gibi sarkık… Çenemi boynuma doğru eğdiğimde, boynumla çenemin alt kısmı arasında iri bir tavuk göğsünün yarısı kadar bir et tomarı oluştu ve gelişimini sürdürüyor. Kimi zaman ilişkilerimizde herhangi bir samimiyetim olmayan arkadaşlarım dahi oburluğum ve onun vücudumda gösterdiği etkiler hakkında beni uyarıyor ama elimde kalmış tek tatminim için kendime cimri davranmak istemiyorum. Kimileri böyle devam edersem kalp krizinden ya da kilo ile alakalı herhangi bir hastalıktan öleceğimi söylüyor ve hatta bu uyarıları doğrularcasına göğsümün derinliklerinde ufak sızılar, uyuşukluklar, teklemeler hissediyorum ama ne yapabilirim. İradenin kendim için bir gerçeklik olduğuna inansaydım belkide şu anda parkta gezdirdiğim bir minik kızım ve evde bize çorba pişirmekte olan bir hanımım olurdu. Artık ben sadece başına ne geleceğini bekleyen bir adamım. Kaderim böyle demeyi gerçekten istemiyorum ama bu şekilde yaşamayı artık kanıksadım ve bu benim hoşuma gidiyor. Mesela az sonra yapayalnız kalacağım, etrafımdakiler bir şeyler için, birilerine kavuşmak amacıyla bir bir dağılacaklar samimiyetsiz birer ”iyi akşamlar” dileğinin ardından. Ben de imzalamam, göz atmam, işleme konması gereken evrakları ayarlayıp çıkacağım. Belki üzerimdeki yağların birkaç damlasından arınırım umuduyla onbeş yirmi dakika yürüyeceğim. Ardından evimin yaklaşık ikiyüz metre yakınındaki marketten, olgun domates, biber, yumurta, patlıcan ve maydanoz alacağım. İki ekmek, çerez, ve birkaç şişe meyve suyu… Ağır ağır salınarak merdivenleri çıkarken nasıl menemenin nasıl yapıldığını aklımdan geçiriyor olacağım. Sonra bir dev iştahı ile karnımı doyurup, çayımı koyacağım ve ben bir duş alana kadar çayım hazır olacak. Sonra televizyonu açıp çayımı yudumlarken çerezlerimi tıkınacağım. Muhtemelen de daha herhangi bir film ya da programın sonunu getirmeden uykusuzluktan sızmış olacağım. Isısı düşen bedenimim titremelerine ve hapşırıklarıma aldırmadan, rüyamda belki Güllü’yü göreceğim, belkide kendisinin iki katı bir buzdolabına sarılmış ve her şeye rağmen kendisini deliler gibi özlemiş olduğum anacığımı…

2007


sokakfilozofu1@hotmail.com

No comments: